YÜKSEL KANAR
Ülkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.
Oysa içiçe olduğumuz sorunların çözümünü barındıran büyük bir tecrübe birikiminin mirasçılarıyız. Bu miras bizim için olduğu kadar, bizim dışımızdaki dünya için de önemli pratikleri içeriyor. Bugün çözmekte acziyet gösterdiğimiz büyük problemlerimiz, geçmişteki gücümüzün başlıca göstergeleriydi. Farklılıklarımız, güçsüzlüklerimizin değil, gücümüzün kaynağıydı. O gün bunları güç kaynağına dönüştüren deneyimi bugün dikkate almadığımız için, şimdi onlar güçsüzlük ve acziyetimizin çözülmez düğümleri olarak karşımıza çıkıyor. Kurtuluşumuza çare olarak dışarıdan önerilen reçeteler ise, ne yazık ki tam tersine bizi içinden daha çıkılmaz bataklıklara saplıyor.lkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.lkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyolkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.
Sezai Karakoç düşüncesinin özgünlüğü, burada karşımıza çıkıyor. Yazılarında ve konuşmalarında, sorunların temeline inilmesi, esasın görülmesi gerektiğini, ayrıntılarla uğraşmanın esası unutturduğunu, ya da tanınmaz hale getirdiğini söylüyor. Düşüncesinin siyasi alanda ifadesi olan Yüce Diriliş Partisi ile de, adeta tek başına, bize sunulan şablonlara uygun siyasete karşı çıkıyor; kendi siyasi görüş ve düşüncemizi oluşturmak için çalışıyor.
Sezai Karakoç sorunlara, dışarıdan birinin gözüyle bakmıyor; bir tavır olarak sadece bu bile, kendi kendisinden güç alan bir zihniyeti göstermesi bakımından, başlı başına bir üstünlük işareti. Sorunlarımıza, yabancı bir gözmüş gibi dışarıdan bakmak, onların çözümü önündeki en yakın ve büyük engeldir. Uzun zamandır oryantalizmin, öteki sayılan milletler üzerinde uyguladığı sömürü programı bu temelde yürütülen bir çarpıtmaydı. Çarpıtmanın buradaki başarısı, zihinsel sömürünün Batı dışı ülkelerde hâlâ acımasız bir biçimde nasıl egemen olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Batıcı bakış, sorunlardan kurtulmak, onları çözmek yerine, başka bir kılığa dönüştürmeyi seçen, hatta mümkün olduğu kadar içinden çıkılması imkânsız hale getiren bir anlayış olarak sürüyor. Bu anlayışın, her şeyi kendinden bekleyen ülkelere ihraç ettiği siyasi çözüm şablonları, Müslüman ülkeleri de derinden derine zehirliyor ve bir girdap içine çekiyor.
*
Diriliş düşüncesi, genel anlamıyla, İslâm medeniyetinin yeniden doğuş yolunu arama çabasını ifade eder. Bu düşüncenin temel kavramlarından olan “İslâm’ın dirilişi” deyimi, ölmüş olan bir medeniyetin diriltilmeye çalışılmasını değil, onun tozlarından arınmasını, silkinip uyanmasını ve bütün insanlık için yeniden yol gösterici bir ışık olmasını anlatır (Düşünceler I: 18).
Sezai Karakoç, 1990 yılında Diriliş Partisi’ni, o güne kadar dergi, gazete ve kitaplarıyla anlatmaya çalıştığı dünya görüşünü, topluma daha çok yaymak, doğrudan topluma ulaşmak ve mümkün olursa, aydınları yeni bir atılıma hazırlayarak ülke yönetimine katmak için kurduğunu söylüyordu (ÇY. I: 11). Partinin 1997’de faaliyetten alıkonması ve 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi adıyla yeniden kurulmasının ardından Nisan 2013 tarihinde yapılan İkinci Olağan Büyük Kongre’sinde konuşan Sezai Karakoç, bu düşüncesini bir başka çerçevede yeniden dile getirdi: “Elli yıldan beri şahsen ve yayın yoluyla ve daha sonra kurduğumuz parti faaliyeti içinde yaptığımız konuşmalarla ortaya koyduğumuz düşünceler ve çareler dışında ülkemizin ve milletimizin ve ondan ayrı olmayan İslam ülkesi ve milletinin geleceğinin sağlık ve güvenlik altına alınması için diğer çevrelerce ne yazık ki dişe dokunur bir düşünce ve öneri sunulmadığı ortadadır. Bu yüzden yılmadan ve usanmadan yolumuza devam edeceğiz. Düşüncelerimizi milletimize anlatmayı sürdüreceğiz. Umuyoruz ki bu içten gelen düşünceler ve faaliyetler, günü gelince hızla meyvesini verecek. Zaman hızlanarak geçmiş zaman kayıpları telafi edilecek ve milletimizin yeniden doğuşu, dirilişi, ayağa kalkışı ile, yeni bir çağ açışı gerçekleşecektir. Milletimiz için tek hayat seçeneği budur”.
Bu sözler Sezai Karakoç’un kurduğu partinin, ülkemizdeki diğer birçok düşünceler gibi dışarıdan sokulmuş anlayış ve yapılanmalardan tamamen farklı ve özgün bir çizgide olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Dolayısıyla onun kurduğu parti ve yerleştirmek istediği siyaset anlayışının, kendi genel düşünce çizgisinin özgünlüğü kadar özgün ve bir o kadar da bu ülkenin, bu milletin malı olduğu açıkça görülür. Karakoç’un düşüncesini ana çizgileriyle takip etmiş olanlar, yolun böyle bir parti faaliyetine çıkmasının olağan olduğunu rahatlıkla görebilirler*.
Yüce Diriliş Partisi’nin bir “aydın hareketi” karakteri taşıması ilk göze çarpan belirgin özelliği. Aydınların ülke yönetimine katılması ise, bu harekete bir “medeniyet” özü kazandırır. Sezai Karakoç düşüncesinde medeniyetin merkezî bir yer tuttuğunu biliyoruz. İslâm inanç sistemine içten ve samimi bağlılığı dolayısıyla, her zaman için topyekün İslam dünyasının sorunlarıyla iç içe olması, bunlar karşısında duyarlılığını koruması ve asla onlara bigâne kalmaması, onun bakışındaki genişlik ve derinliği gösterir. Şiir, sanat ve düşünce eserlerinde, yerel olanın sınırlarını aşarak sorunları medeniyet bütünlüğü içinde, evrensel boyutlarda, geniş bir bakış açısıyla ve temelden ele almaya çalışmış, sorunlara ancak bu bütünlük içinde çözüm bulunacağını güçlü bir şekilde vurgulamıştır. Bütün çözümlerde bu köklü ve tümelci yaklaşımı dolayısıyla onu, bir öncü ve kurucu düşünür olarak tanımlıyoruz.
Bu özelliğiyle Karakoç, düşünce ve pratiği, birbirinden ayrılmayan bir bütün olarak görmüş, bunları her zaman bir arada düşünmüştür. Nitekim kendisiyle yapılan bir röportajda, hayatın bir bütün olması gibi, insanın da bir bütün olduğunu, dolayısıyla sanatçı, entelektüel, düşünür kişiliğini, dolaysız toplum kişiliği görevinden ayırmanın da mümkün olmadığını belirtmiştir. Ona göre “Toplumların, kritik dönemlerinde, şairle cephedeki insana mesafesi aynıdır. Şairin tavrı cephedeki insanın tavrından farklı değildir. Diyelim, bir Mehmet Akif, hem cephede, hem de şiiriyle çarpışan bir insandı”. Bu bakımdan, kendi durumu da Mehmet Akif’in durumundan farklı değildir. Mehmet Akif, biten bir dönemin son savaşçısıydı, kendileri de başlayan bir dönemin ilk savaşçılarıdır. “Birisi bitmemek için yapılan bir savaş, öbürü de yeni bir dönemin, bir dirilişin başlayış savaşıdır. Bu iki savaş birbiriyle irtibatlıdır. Onlar savaşmasaydı biz belki bu başlangıcı yapamayacaktık” (TYA: 9–10).
Aynı zamanda sürekliliğin de bu şekilde önemine vurgu yapan kurucu düşünürün, bugün 80 yıllık yaşamına ve ortaya koyduğu eserlere baktığımızda, yaptıklarıyla yazdıklarının hiçbir sapma olmadan benzeştiğini görürüz. Karakoç’a göre “Düşünce, sanatla eylem arasında bir köprüdür” (TYA: 10). Düşünce işin teorik yanı, politika ise, milletlerin hayatındaki vazgeçilmez uygulamalardır. Düşünceye dayanmayan bir uygulamanın önemsizliği kadar, uygulamaya konulmayan bir düşünce de hiçbir değer taşımaz. Nitekim yüce kitabımızda da bu gerçeğin önemi: “Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek Allah yanında en sevilmeyecek bir şeydir” (Saf: 2–3) şeklinde ifadelendirilmiştir.
Karakoç, “Biz düşünce için düşünce üretmiyoruz; düşüncelerimiz toplumun sağlığı içindir ve tabii, bir gün, mutlaka uygulanmalıdır” (TYA: 10) diyerek pratiğe aktarılmayan düşüncelerin ölü ve işe yaramaz olduğuna dikkat çekmiştir. “Düşünceler uygulanmadığı zaman durgun suyun uğradığı âkıbete uğrarlar; bataklıklar oluşur ve sinekler ürer. Düşünce de akan bir su gibi, toplumun ruhunda ve davranışlarında yeni arayışlar bulursa canlılığını koruyacaktır. O bakımdan, ben, milletimin hayat ve memat gününde, şiirimle, düşünce çalışmalarımla ve politik atılımımla aynı kişiliği sürdürdüğüm inancındayım” (TYA: 10).
Niçin siyasi bir çaba içine girdiği ve bunu bir parti kurarak sürdürdüğünü bu sözleriyle anlatan Sezai Karakoç’un görüşlerine baktığımızda, onun yoğun, geniş, derin ve nitelikli düşünceleriyle parti anlayış ve faaliyetinin aynı paralelde olduğunu görürüz. Düşünceleri ne kadar özgünse, bir parti lideri olarak da aynı özgünlüğü devam ettirmektedir. Zaten eğer böyle olmasaydı ve mevcut anlayışlarla politika yapmanın bu millete bir fayda sağlayacağına inansaydı, var olanlar içinde kendisine bir yer bulmakta zorluk çekmez, içlerinden birine katılarak mücadelesini orada sürdürebilirdi. Ancak Sezai Karakoç’un mücadelesi, bugünkü parti anlayışlarından hiçbiri tarafından temsil edilmemekte, bunun da ötesinde Karakoç kendini böyle bir parçalı anlayışın içinde görmemektedir.
Yüce Diriliş Partisi’nin varlık nedeni her şeyden önce, kendimizi tanımak ve kendimizi tanımlamak mecburiyetine dayanıyor. Büyük bir milletin, İslam milletinin üyeleri olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Geniş deneyimlere sahip eşsiz bir medeniyetin milletiyiz. Bu medeniyet İslam medeniyetidir. Medeniyetimiz büyük krizlerin içinden geçerek, çok büyük badireler atlatarak ve hepsinden de yüzakıyla çıkarak, yola her yeni çıkışında daha da güçlenerek 20. yüzyıla ulaşmıştır. Bu yüzyılın başlarında ise tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya gelmiştir. Bugün, o son girdiğimiz krizden henüz kurtulmuş değiliz; hatta bu kriz daha da ağırlaşarak sürmektedir.
Bu krizin başlangıcı 1918’dir. Yüce Diriliş Partisi, bu tarihte uğradığımız felaketten yola çıkarak, ondan sonra yaptığımız yanlışlıkları ayıklayarak, İslam ülkelerindeki rejimleri yeniden ve kökten sorgulayarak (ÇY I: 82), Türkiye’nin problemlerinin güncel ve yüzeysel problemler olmadığını, 1918’de çökenin yerine kurulan devletin öngördüğü sistemin sorgulanması ve kökten gözden geçirilmesi gerektiğini bilerek (TYA: 16) yeni baştan varolma çabası içinde olmamızı savunmaktadır. Bunun için de sadece parça parça sorunlarla uğraşarak hiçbir yere varılamayacak, sorunun bir bütün olarak ele alınması gerekecektir. “Örneğin: Güneydoğu Anadolu meselesi, bir güneydoğu Anadolu meselesi değildir. Esas sorun, bütün milletimizin kimlik sorunudur” (TYA: 16).
Bugün, bizi çepeçevre kuşatmış olan tehlikelere karşı, önce coğrafyamızın ve tarihimizin bize yüklediği görevi üstlenme zamanı olduğu halde, ne yazık ki, bazen unutkanlıklarımız ve bazen de alışkanlıklarımız nedeniyle, bu görevi hep geciktiriyoruz. Kuşkusuz görevin farkına vardığımızda, aslında çözüm kendiliğinden gelecektir. Çünkü bu millet hep bunalımlarla sınanarak bugüne gelmiştir. Gerçi bugün bunalımların en zorlusuyla karşı karşıyayız, ama kendimize güvendiğimiz takdirde, kültürel ve tarihsel birikimimiz bunların altından kalkmamızı da sağlayacaktır. Ancak bunun için o deneyimleri inkâr eden retçi anlayışlardan vazgeçmemiz, kimliğimize sahip çıkmamız gerekecektir. Medeniyetimiz tarihinin en zorlu krizini yaşasa da, temellerinin sağlamlığı dolayısıyla bu yenilenmeyi sağlamaya muktedirdir. O ölmediği gibi, onun oluşturduğu millet de ölmemiştir. Bu medeniyet bir kriz geçirmiştir, milleti de bölünmüştür. Baş edilmesi zor yöntemlerle aleyhte propagandalar yapılmakta, yanlış telkinlerde bulunulmaktadır. Yüce dinimizin evrensel kuralları gereği dil, ırk ve renk ayrımı yapmaksızın kardeş tanınmış bu milletin, kardeşçe geçirdiği zamanlar unutturulmak istenmekte, çözüm olarak sunulan sahte reçetelerle kandırılmaya çalışılmakta ve bunlara alıştırılmaktadır.
Evet, karşı karşıya bulunduğumuz sorun büyük bir sorundur. Fakat her dönemde kendi şartları içinde başka başka görünümler ve adlarla ortaya çıktığı için, sürekli bir şeylerle uğraşmak zorunda kalıyoruz ve bir türlü kendimize gelemiyoruz. Oysa sorun olarak görünen şeyleri kendi başlarına ele almak, onların asıl bağlı olduğu temel sorunu görmemektir (TYA: 19).
Geçirdiğimiz medeniyet krizinden çıkışımız, ancak ipin koptuğu yere bağlanmasıyla mümkündür. Devletimiz dağıtıldıktan sonra, kopan ipin iki ucunu bir araya getirmememiz için ellerinden gelen çabayı gösteren çevreler vardır. Bu milletin geçmişi, başarılarla dolu tarihi tamamen bir kenara atılmış, unutturulmak istenmiştir. Oysa geçmişi olmayanın geleceği de yoktur. Ne yazık ki Cumhuriyet yönetimi, geçmişsiz ve geleceksiz, sadece “gün”ün kurtarılması üzerine kurulduğu için: “Biz 1923’ten sonra millet olduk” diyenler çıkmıştır. Oysa “biz 1923’de millet olmadık, biz 1923’den sonra millet olmaya başlamadık, belki, tam tersine, 1918’de millet olmaktan çıkarılmak istendik. Ve parçalandık. Milletimiz parçalandı” (ÇY. I:73). Hem de büyük bir millettik. Sırtımız yere gelmiyordu. 1918’de devletimiz parçalanınca, bu büyük millet yapay sınırlarla birbirinden ayrıldı.
İşte krizin başlangıç noktasına, ipin koptuğu yere dönerek yeniden dirilişimizi buradan, bu anlayıştan başlatmalıyız. “Köklü ve çok cepheli yeni bir düzenleniş, toplum, insan ve devlet anlayışı gelmedikçe ve bu anlayış da geçmişimizdeki, kendi medeniyet, millet, ülke, toplum ve insan anlayışımıza bitişmedikçe bir çözüm yoktur. Çözüm burada aranmalı ve radikal olunmalıdır. İp koptuğu yere bağlanmalıdır. Bunu yapacak aydın kadro duruma el koymalıdır” (TYA: 20).
Görüldüğü gibi Sezai Karakoç’a göre, aslı unutturan parça parça konularla, teferruatla uğraşmak, sadece zaman kaybı ve sonuçsuzluğa mahkum bir çabadır. Köklü ve çok cepheli çözümlere ihtiyacımız var. Çünkü devletimizin yeniden kurulması gerekiyor. Cumhuriyetle birlikte kurulan devlet, o günün şartları içinde birtakım eksikliklerle kurulmuştu. Daha sonra da ne yazık ki bu eksiklikler tamamlanamadı ve kurulan devlet bugün biriken sorunlar altında ezilmektedir. Yani o temeller artık üzerindeki yükü taşıyamaz hale gelmiştir. İşe bir bakıma en baştan, her şeyi yeniden tanımlama, daha da doğrusu gerçek bir yenilenme azmiyle başlamak gerekiyor. Böyle bir başlangıcın ilk şartı da, kendi öz benliğimizin ortaya çıkarılması demek olan, unuttuğumuz ve yerlerini yabancılardan aldıklarımızla doldurduğumuz kavramlarımızın, yeniden yerlerine yerleştirilmesi, yeniden tanımlanmasıdır.
Karakoç, bunların içinde şu dört tanesine özel bir önem verir: Devlet, millet, kültür ve medeniyet. Örneği, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta millet kavramını, medeniyet kavramıyla ilişkisi içinde, kendi öz kültürümüz ve tarihi deneyimlerimizden yola çıkarak açıklamakta ve şöyle demektedir: “İlk olarak millet kavramından hareketle yola çıkmak lâzımdır. Millet nedir? Sadece bir ırkın topluluğu olmadığı artık çok aşikârdır. Bir ırkın topluluğu olması zaten mümkün değildir. Çünkü ırklar birbirine karışmıştır. Zaten tarihte ırk esasına dayalı milletlerin varlığı, çok yeni bir olaydır. Bu sebeple millet kavramı medeniyet kavramına bitiştirilmelidir. Bir medeniyetin toplumuna millet denir. Biz bunu geçmişte yaşadık, fakat Birinci Dünya Savaşı’nda o medeniyetin ve o milletin devleti çökünce, bize de Avrupa’nın daha çok ırk esasına dayanan millet anlayışına göre sun’i bir takım devletçikler empoze edildi. Bu devletçikler artık yaşamıyorlar. Çünkü sun’i olarak kurulmuş, sun’i olarak yaşamışlar ve şu anda da büyük bir kriz içindedirler. Irak bu durumdadır. Suriye’nin de âkıbeti meçhuldür. Ürdün ve diğer Arap ülkeleri de bu şekildedir” (TYA: 17–18).
Bu düşünceler, devletin kuruluşunun ve kurulduktan sonra da sürekliliğinin belirli bir “bilinç”le mümkün olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla kuruluş önce düşünce ve inançlarda kökleşmelidir. Millet, devleti kuran unsurdur ve bir devlet kurmak sıradan bir milletin işi değildir. Ancak kökleşmiş düşüncelere sahip olan topluluklar millet olabilir ve toplum ancak millet haline geldikten sonra ve gelişmiş bir medeniyet esasına dayandığı takdirde bir devlet kurabilir. “Ancak, bir medeniyet esasına dayanan ve millet haline gelmiş toplumlar devlet kurabilir. (…) devleti kurabilmek için millet olmak lazımdır. Millet olmak için de bir medeniyet esasına dayanmak lazımdır. Biz geçmişte tarihin en büyük devletini kurduysak, bunun sebebi, tarihin en büyük milletini meydana getirdiğimiz içindir. Tarihin en büyük milletini oluşturmamızın sebebi, en büyük medeniyete sahip olmamız gerçeğidir” (ÇY. III: 68).
Şu halde Karakoç’a göre her toplum öyle kolay bir şekilde millet olamaz. Bunun için özel bir çaba göstermek, belirli görevlerle yükümlü olunduğunu bilmek gerekir. Siyasi, ruhi, ekonomik ve sosyal özelliklere sahip olan milletin, her şeyden önce “millet ruhu” dediğimiz bir özü bulunmakta ve bu da medeniyet temeline dayanmaktadır. “Bir medeniyet temeline dayanmayan toplumlar, millet olamaz. (…) Medeniyet bir kaide ise, millet onun üzerine oturtulan bir âbidedir”. Bir milletin yıkılmadan ayakta kalabilmesi, bu kaidenin sağlamlığına bağlıdır.
İşte Yüce Diriliş Partisi’nin özgünlüğünden söz ederken, onun milleti böyle bir güvenli temele dayandırmasını göz önünde tutuyoruz. Bugün ayakta durmakta zorlanmamız, bu güveni sağlayan kaidenin ayaklarımızın altından çekilmesi yüzündendir. “Medeniyet kültür esasına dayanır. Bir toplum bir kültür üretir. O kültürden bir medeniyet doğar. O milletten bir devlet doğar” (ÇY. III: 16–19) diyen Karakoç, bu dört önemli kavramın nasıl birbirini oluşturduğunu, biri olmadan diğerinin olamayacağını gösterir. Yüce Diriliş Partisi’nin amacı da, bu iç içe geçişi ve ardardalığı insanımıza anlatan aydınların yetişmesini ve yönetimde yer almasını sağlamaktır.
Diriliş düşüncesinin bir siyasi parti olarak yapılanmasının, bir yönetim talebinden kaynaklandığı açıktır. Partinin temel vaadi ve gerçekleştirmeyi istediği birincil hedef ise, halkın mutluluğunu, onun medeniyetini ayakta tutarak sağlamaktır. Medeniyet sahibi bir millet olma iddiası, ancak güçlü bir devlete sahip olmakla mümkündür. Bunun gerçekleşmesi ise doğrudan “siyaset” kurumunun işidir. Belirli bir zamandan itibaren millet olma ve medeniyet kurucu özelliğimizi unutarak çıkış yolunu başka yönetim anlayışlarında aramaya başladık. Kendi medeniyetimize olan inancımızın yitirilmesi ve ilkelerimizin terk edilmesi, bizi Batı’dan gelen etkiler altında bıraktı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki şartlar, yanlış ilkelere saplanmamızı ve bu yanlışların etkisiyle ancak kısa ömürlü devlet olabilecek yapılar ve oluşumlar peşinde koşmamızı bir dereceye kadar zorunlu gösterebilir. Ancak bunun devam ettirilmesi, o zamanlar başlayan bozulmayı genişletip derinleştirdi. Şimdi de toplumumuz ve devletimiz sallanıyor (Bkz. ÇY. III: 75).
Yüce Diriliş Partisi, günümüzün, çatlakların sıvayla kapatılarak işin içinden çıkılacağını sanan devlet adamlarına karşılık, yıkılışın temelden başladığını, yenilenmenin de oradan yapılacağını gösteriyor. Dolayısıyla, “temelleri sağlamlaştırmak lazımdır. (…) Sıva en sonra; süs en sonra. En önce, temelleri güçlendirmeli, duvarları sağlamlaştırmalı” (ÇY. III: 88).
Değerlerimizi bıraktığımız ve uzaklaştığımız oranda modernleştiğimiz, ilerlediğimiz öğretildi insanımıza. Bu yüzden kazandığımızı sandığımız her şey, aslında kaybettiklerimizden ibarettir. Dışarıdan içeriye doğru her türlü etkinin girmesi serbest olduğu halde, içerde kendi öz değerlerimizle ilgili bütün yenilenme yollarının önü tıkanmıştır. Yüce Diriliş Partisi, bu kanalları yeniden açmak için, medeniyet temeline dayalı bir siyasî yenilenme faaliyetidir. Türkiye ancak bu anlayışın önü açıldığında normalleşecektir.
Yazının hazırlanmasında yararlanılan ve hepsi de Diriliş Yayınları arasında çıkan Sezai Karakoç’a ait kitaplar:
(TYA) Tarihin Yol Ağzında, 3. baskı, 2007.
(ÇY. I) Çıkış Yolu I –Ülkemizin Geleceği, 2. baskı, 2003.
(ÇY. II) Çıkış Yolu II – Medeniyetimizin Dirilişi, 2. baskı, 2003.
(ÇY. III) Çıkış Yolu III –Kutlu Millet Gerçeği, 2003.
Düşünceler I- Kavramlar, 4. baskı, 2012.
* Bu düşünceye yabancı olanlar ise, Sezai Karakoç’un bir parti kurmasına anlam veremezler ve hatta bunu eleştirirler.