YÜKSEL KANAR
Flaubert’in Mısırlı kibar fahişeyle karşılaşmasının, etki alanı geniş bir Şark kadını modeli yaratmış olduğunu kabullenmek pek güç; bu kadın hiç kendinden söz etmemiş, duygularının, kişiliğinin ya da tarihinin temsilciliğini üstlenmemişti. Onun adına konuşan, onu temsil eden Flaubert’di. Flaubert yabancıydı, kadına göre varlıklıydı, erkekti; tüm bunlar, Flaubert’in bedenen Küçük Hanım’a sahip olmasını sağlamakla kalmayan, onun adına konuşmasını, onun için “tipik Şarklı” olduğunu okurlarına söylemesini de sağlayan tarihsel egemenlik olgularıydı. Flaubert’in Küçük Hanım karşısındaki güce dayalı konumunun münferit bir örnek olmadığını öne süreceğim. Bu örnek, Doğu ile Batı arasındaki göreli güç kalıbını, bu kalıp tarafından olanaklı kılman Şark’a ilişkin söylemi, olduğu gibi dile getiriyor.
Edward W. Said
Başlarda “Doğu ve Yunan Kilisesinin bir üyesi” şeklinde bambaşka bir anlamda1 kullanılan Oryantalist kelimesi ve onun yaptığı iş olarak Oryantalizm, zaman içinde değişik anlamlar yüklenerek günümüze geldi. Bu değişimler, “oryantalizmin hem tarihsel süreç içerisinde farklı anlamlar kazanmasından, hem de oryantalizm karşısındaki tutum farklılıklarından kaynaklanmaktadır”.2 Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi adlı araştırmasında bu tanımları iki kategoride topluyor. Birinci kategoride yer alan ve akademik merak saikiyle oluşturulduğunu savundukları için kelimeye olumlu bir anlam yükleyenlere göre “Doğu’nun dil, edebiyat, din, düşünce, sanat ve sosyal hayatlarının incelenmesi” olan Oryantalizm, iki farklı kültür dünyası arasında olumlu bir rol oynamakta ve yabancı bir kültürün tanınmasını sağlamaktadır. İkinci kategoride yer alanlara göre ise Oryantalizm, “toplumlar ve kültürler arası ilişkilerde ona yüklenen işlev ve yarattığı neticeler göz önünde” tutularak, olumsuz bir anlam taşımaktadır. Bu olumsuz anlam, daha çok Doğu’nun “kendinde” bir varlık olarak değil, asıl özelliklerinden soyutlanarak Batı’nın kullanımına uygun biçimde yeniden “imal edilmiş” bir varlık olarak ele alınmasını ve daha da önemlisi, Oryantalizmin “Avrupa’da sömürgecilikle hem eşzamanlı hem de çoğu yerde eşamaçlı”3 bir nitelik göstermesini içermektedir.
Doğruluğuna kesin gözüyle bakılmasına rağmen, temelleri yanlış ve amaçlı kurulduğu için gerçekte çoğunluğu yanlış unsurlar içeren birçok anlayışlar vardır. Batı’nın her alanda ve her düzeyde Doğu’yu anlamak iddiasıyla kullandığı ve hâlâ kullanmaya devam ettiği araç ve yöntemler ve genel kabul görmüş kimi kavramlar da bunlar arasındadır. Dolayısıyla bunların eleştirel tarzda yeniden ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu konuya değinen Enver Abdülmelik, Krizdeki Oryantalizm adlı yazısında, Grand Larousse Encyclopédique‘in Oryantalist için verdiği “Doğu kültürüne her alanda, dil, edebiyat vs. vâkıf olan ilim adamı” tanımını tatmin edici bulmadığı için, onun “nasıl bir adam” ve “ne çeşit bir alim” olduğunu sorar. Gerçekten de onu harekete geçiren, motive eden ve kuşatan güçlerin, ulaşmayı amaçladığı hedefin neler olduğunu düşündüğümüzde, tepeden tırnağa kirlenmiş ve günaha batmış Oryantalizm ve onun yapıcısı Oryantalist için böylesi bir tanım, kelimenin tam anlamıyla “masum” kalır. Michelangelo Guidi (1886-1946) Oryantalist denince, Yakın Doğu üzerine araştırma yapan insanları anladığını ifade ediyor. Hint ve Çin düşüncesinin din felsefesinin anlaşılması yolunda büyük önem taşımalarına rağmen “ne yazık ki bu iki ülkeyle maksimum fayda noktasında ciddi bir ilişkinleri olmadığı için, oryantalistler olarak “Doğulu unsurların kendilerini en iyi şekilde ifade ettikleri kültürlere, özellikle de pür ulusal kültürlere, meselâ İslam’a” baktıklarını söylüyor: “Amacımız, yabancı bir dünyayı, bir kültürü yeniden canlandırarak bilime katkıda bulunmaktan ziyade, helenistik kültürün oluşumuna zemin teşkil eden Doğulu unsurları, ciddi bir araştırma neticesinde ortaya çıkarmak ve incelemeye tabi tutmaktır”4.
Oryantalizm aynı zamanda Batı’nın kendi kimliğini kurmak için bir “öteki” oluşturmanın mekanizmasıydı. Guidi’nin Çin, Hint ve Yakın Doğu’dan, özellikle İslam’dan söz etmesi, Doğu’yu modern Avrupa’nın ötekisi olarak resmetmekte kullanılan geleneksel ifade kalıbından başka bir şey değildir. Avrupa’nın kimliğini yaratabilmesi ve koruyabilmesi, kendi karşıtı olan bu Doğu’yu/Öteki’yi yaratmasına bağlıydı. “Şark ülkeleri arasında Çin, coğrafî uzaklığı ve tarihsel ayrılmışlığı yüzünden en büyük egzotik ötekini temsil etti. Alt-kıta’da uzun süre Britanya sömürge edinimlerinin değerli tacı olan ve on dokuzuncu asırda Romantikçi Hareketin doğuşuyla daha da önemli hâle gelen Hindistan, bir sonraki ötekilik adayı idi. Avrupa’nın öz be öz öteki ihtiyacına hizmet etmek için biçilmiş tek arta kalan aday ise İslam âlemiydi”5.
Guidi’nin sözlerinde, dolaylı olarak ifade edilen bu “öteki” ihtiyacının karşılanması yanında, açıkça ifadesini bulan maksimum fayda elde edilmesi, bilime katkıda bulunmanın amaçlanmaması ve Batı’nın kendi oluşumuna altlık teşkil eden unsurların ortaya çıkarılması gibi hedefleri olan Oryantalizm (Şarkiyatçılık), sözlük anlamından kalkılarak değil, ancak gerçekleştirdikleriyle anlaşılabilir. İçinde birazcık da olsa tarafsız bilimsel kaygının bulunduğuna inansak bile, onu masum bir araştırma alanı ve “Doğu bilgisi” olarak belirlemek, yalnızca bütünün parçaya feda edilmesi olur. Oryantalizmin, “Şark’a ilişkin uçuk bir Avrupalı hülyası” değil, açık bir biçimde, Batı’nın bilinçli ve sistematik olarak sınırlarını kendisinin çizdiği bir Doğu imajı yaratma projesinin adı olduğunda artık kuşku yok. O, “nesillerdir önemli parasal yatırımların yapıldığı, yaratılmış bir kuram ve uygulama bütünüdür. Süregiden yatırımlar, nasıl Şarkiyatçılıktan türeyerek genel kültüre giren önermeleri çoğaltmış, bunları gerçekten üretken kılmışsa, Şark’a ilişkin bir bilgi dizgesi olarak Şarkiyatçılığı da, Şark’ın Batı bilincine süzülerek gelmesini sağlayan onanmış bir düzenek haline getirmiştir”6.
Projenin asıl can alıcı yanı ise, yaratılmış yapay dizgeler sistemi olan Oryantalist edinimlerin, oluşturulan söylem sayesinde, Oryantalistin sadece kendi insanlarına yönelik bir imaj oluşturma çabası olmaktan da öteye taşınarak, “Doğu” diye adlandırılan coğrafyada yaşayanlara da kabul ettirilmesiydi. Nitekim bugün artık Oryantalizm’den, amacına ulaşmış, tamamlanmış ve sonuçlarından her zaman yararlanılması mümkün hâle gelmiş bir proje olarak söz etmemiz gerekiyor. Avrupa’nın yaklaşık beş yüz yılda Avrupa olduğunu, özellikle “19. yüzyılın ortalarından itibaren, ister Rönesans, Reform ve Endüstri Devrimi’nin, ister kısaca kapitalist toplumun sonuçlarını/etkilerini kendine benzemeyen toplumlara yaymaya” giriştiğini düşünebiliriz. Batı-dışı toplumlar üzerinde, “siyaset alanında demokrasi, ekonomik alanda kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileri, kültürel alanda bilimsel birikimin düşünüş ve davranış biçimi ve hatta dinsel inancın (misyonerlik!) ‘başka’ toplumlara empoze edilmesi”7iyle ortaya çıkan bu etki ya da dönüştürmenin, buna maruz kalanlarda gönüllü bir “Avrupalılaşma özlemi” hâline gelmesi bu görüşü desteklemektedir.
İzleri çok daha geriye gitmekle birlikte, yaklaşık iki yüzyıllık geçmişi, arkasındaki büyük malî destek ve politikacısından sanatçısına, bilim adamından edebiyatçısına kadar düzinelerce kişiyle belli bir söylemsel sistem içerisinde kendini ifade etmesine karşılık, güçlü bir karşı-söylemsel sistemle onu eleştiren Edward W. Said, Doğu’nun Oryantalizm için taşıdığı anlamı şu şekilde tasvir ediyor: “Şark, Avrupa’nın sadece komşusu değildir; Avrupa’nın en büyük, en zengin, en eski sömürgelerinin mekânı, uygarlıkları ile dillerinin kaynağı, kültürel rakibi, en derin, en sık yinelenen Öteki imgelerinden biridir. Ayrıca Şark, onun karşıt imgesi, düşüncesi, kimliği, deneyimi olarak Avrupa’nın (ya da Batı’nın) tanımlanmasına yardımcı olmuştur. Ne ki, bu Şarkların hiçbiri salt imgelemde yaratılmış değildir. Şark, Avrupa’nın maddî uygarlığı ile kültürünün bütünleyici bir parçasıdır. Şarkiyatçılık bu bütünleyici parçayı, kültür, hatta ideoloji düzleminde, bir söylem biçimi olarak -bu söylemi destekleyen kurumlarla, sözcük dağarcığıyla, araştırmalarla, imge dağarcığıyla, öğretilerle, hatta sömürge biçemleriyle birlikte- dile getirir, temsil eder”8.
Said, Batılı için bu kadar geniş bir anlam yelpazesine sahip olan Oryantalizm için, birbirine bağlı üç tanım verir9. Bunlardan ilki, en kolay kabul gören nitelemeye göre akademik tanımdır. Bu anlamda, “ister özel ister genel yönleriyle uğraşsın -antropolog, sosyolog, tarihçi ya da filolog olması fark etmez- Şark hakkında yazan, ders veren ya da Şark’ı araştıran kişi Şarkiyatçıdır, yaptığı iş de Şarkiyatçılıktır”. Bu akademik gelenekle bağlantılı daha genel ikinci anlamında Oryantalizm, “Şark” ile “Garp” arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemidir. “‘Aralarında ozanların, romancıların, felsefecilerin, siyaset kuramcılarının, iktisatçıların, imparatorluk yöneticilerinin de olduğu kalabalık bir yazar topluluğu, Şark’a, Şarkin insanına, törelerine, ‘aklına’, yazgısına vb. ilişkin kuramları, destanları, romanları, toplum betimlemelerini, siyasal kayıtlan işleyip inceltirken, Doğu ile Batı arasındaki temel ayrımı başlangıç noktası saymıştır”.
Oryantalizmin diğer ikisine göre daha tarihsel, daha somut üçüncü anlamına gelince: “Kabaca belirlenmiş bir başlangıç noktası olarak on sekizinci yüzyıl sonu alınırsa,10 Şarkiyatçılık, Şark’la –Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum olarak, kısacası Şark’a egemen olmakta, Şarki yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemi olarak incelenebilir çözümlenebilir.”
On sekizinci yüzyıl sonundan başlayıp bütün bir on dokuzuncu yüzyıl boyunca tarihsel birikimiyle zirvesine ulaşmış ve gerçek kimliğini bulmuş olan yapısıyla asıl Oryantalizmi ifade eden bu son tanımın da gösterdiği üzere, Oryantalizmin üzerinde çalıştığı alan, çoğu zaman savunulduğu gibi tarafsız bilimsel bir faaliyet alanı değildir. O, saptamalarda bulunarak, onun hakkında kendi açısından oluşturduğu görüşleri meşrûlaştırarak, betimleyerek ve muhatabına da kendi belirlediği şekliyle öğreterek, daha da ileriye gidip oraya yerleşerek ve onu yöneterek Doğu üzerinde egemenlik kurmakta kullanılan bir Batı sistemidir. Bu üç tanım aslında içiçedir ve her biri kendisinden sonraki tarafından içerilmekte, dolayısıyla üçüncü tanım aynı zamanda diğer ikisini de kapsamaktadır. Nitekim Maxim Rodinson da, yaklaşık olarak yukarıdaki tanım çerçevesinde değerlendirilebilecek üç ana eğilimden söz ederek şöyle diyor: “19. asırda birbiriyle kaynaşmış üç temayül görüyoruz: 1-Çıkarcı ve emperyalist batıcılık, bu batıcılık öteki medeniyetleri küçümser, 2- Romantik Egzotizm: Büyülü bir doğuya hayrandır, sefaleti arttıkça daha da cazipleşir doğu, 3- Uzmanlaşmış erudisyon, her şeyden önce eski çağların incelenmesine yönelir. Görünüşe aldanmayalım. Bu üç temayül arasında bir çelişki yoktur. Daha çok birbirini tamamlar”.11
Oryantalizmin kurduğu bu geniş kapsamlı otorite dolayısıyla artık Doğu konusunda, bizzat Doğulular da içinde olmak üzere, Batıklardan başka hiç kimse konuşma hakkına sahip değildir. Çünkü artık Doğu gerçekliğinden koparılmış, Batı’nın Doğu’su veya başka bir deyişle mülkiyeti Batı’ya ait bir alan hâline getirilmiştir. Jale Parla’nın Edward Said’den özetleyerek verdiği gibi, “Doğu, Batı için nesnel gerçekliği olan bir yer değil, bir metindir. Doğu’ya ancak bu metin üzerinde ulaşılabilir, bu metnin dışında bir Doğu yoktur, çünkü bu metnin dışında Doğu’ya ilişkin bilgi yoktur. Doğu’ya ilişkin tüm bilgiler için Şarkiyatçılık metinlerine başvurmak gereklidir. Metnin yazan, yani Batılı şarkiyatçı, bu bilginin üreticisi ve sahibi olmakla, bilginin nesnesi olan Doğu üzerinde de egemendir. Bu metne göre Doğu hep aynı sıfatlar, aynı imgelerle betimlenir, metin tekrar tekrar üretilir ve bu bilginin nesnesi olan Doğu sanki hiç değişmezmiş gibi yansıtılır”12.
Bu açıdan Oryantalizm, Batı’nın Öteki‘ni (Doğu’yu) metinleştirerek tanımlaması olarak da ortaya çıkar. Oryantalist bunu sağlamak için, eserlerini ve araştırmalarını onlar üzerine kuracağı belli önerme türleri ve belli eser türleri seçmiştir kendisine. Genellikle bilginin ve akademik çalışmaların gelişip ilerlediği, yani sonra gelenlerin öncekilerin ortaya koyduğu bilgi ve çalışmaları daha ileriye götürdüğü varsayılır. Enver Abdülmelik’in özellikle anlamayı amaç edinen tüm pozitif bilimler için kaçınılmaz bir gereksinim olarak gördüğü bu “sürekli revizyon”13 ilkesinin tersine Oryantalizm, bir “biriktirmecilik” olarak, yani aynı bilgilerin eksikliklerinden arındırılarak geliştirilip ilerletilmesi yerine, klişeler hâlinde tekrarı ve çoğaltılması karakteriyle ortaya çıkar. Bu tekrar ve çoğaltmada bilgi, daha çok konunun kurucu otoritelerine bağlılığını sürdürür ve gelişme yerine Doğu’yla ilgili bilgileri “sabitleyici” bir özellik taşır. Doğu’ya ilişkin malumat bütünü, sanki tarihteki zamandizimi gibi yansız ve nesnel geçerliliğe sahip bir statüye büründürülür. Ortaya çıkan yeni malzemelerle eski bilgilerin yeniden değerlendirilmesi düşünülmez. Aksine bunlar, değişmez olarak önceden konulmuş öncüllere uygun biçimde “sabit” düşüncelere eklenir. Dolayısıyla bunlar özgür olarak belirlenmiş, nesnel doğruluğa sahip bilgiler olmayıp otorite tarafından belirlenen bilgilerin tekrarından ibarettir. Zenginleşme sadece öncüllerde olur, sonuçlar aynı kalır. Edward Said, Oryantalizmin bu kimliğinin geleneksel ilimlerle (klasikler, Kutsal Kitap ve filoloji),.kamusal kuruluşlarla (hükümetler, ticaret şirketleri, coğrafya dernekleri, üniversiteler), belirli yazım türleriyle (seyahat, keşif kitapları, fanteziler, egzotik betimlemeler) kurduğu birliklerden dolayı güçlü bir kimlik olduğunu belirtir. Biriktirmeciliğin bu yüzden, yeni Oryantalist araştırmacılar üzerinde, eskilerin biriktirdiği bilgilerin daha da çoğaltılması ve tekrarlanması konusunda zorlayıcı bir etkisi olmuştur:
(…) Şarkiyatçılık, görünüşte Şark’a uygun mecburiyetlerin, bakış açılarının, ideolojik eğilimlerin egemen olduğu düzenlenmiş (ya da Şark’a özgü kılınmış) bir yazım, tasavvur, araştırma tarzı olarak görülebilir. Şark, birtakım ayrımlaşmış usullerle öğretilir, hükme bağlanır.
Dolayısıyla Şarkiyatçılıkta ortaya çıkan Şark, Şark’ı Batı bilgisine, Batı bilincine, sonra da Batı egemenliğine taşıyan bir güçle öbeği bütünü tarafından şekillendirilmiş bir temsil biçimleri dizgesidir. Eğer bu Şarkiyatçılık tanımı her şeyden önce siyasal bir tanım gibi görünüyorsa, bu sadece Şarkiyatçılığın kendisinin de belirli siyasal güçler ve etkinliklerin bir ürünü olduğunu düşünmemden ileri geliyor. Şarkiyatçılık, uygarlıklarıyla, halkları ve yerleşimleriyle birlikte Şark’ı malzeme edinmiş bir yorum okuludur…14
Oryantalist otoritelere bağlı bu yorum okulunun, Doğu’ya ilişkin eski bilgilerde hiçbir yenilik yapmadan yalnızca var olan bilgileri tekrar tekrar yeniden üretmesinin birçok nedeni vardır. Bunlardan biri, “Şarkiyat ilminin resmi gerekliliklerinin Şarkiyatçı yazıları fena halde kısıtlaması”15, yani otoritelerin de bağlı olduğu siyasî erkin dayattığı şekillendirilmiş çerçeve dışında hareket edilememesi ve belirlenenden farklı düşünceler ileri sürülememesidir. Bir diğer nedense, Avrupalıların kitaplardan öğrendikleri ve aynı kalıplar içinde sürekli tekrarlanarak zihinlere kazınmış bilgilerin dışına zaten çıkamamalarıydı. Örneği Doğu’ya giden Batılılar, genelde resimlerde ve sergilerde gördükleriyle kitaplarda okuduklarını aramak içi gidiyorlar, hemen hepsi de aradıklarını bulamamanın hayal kırıklığını yaşıyorlardı. Hayal kırıklığı, aradıkları şeyin Doğu’ya uymamasından, yani bilgilerinin yanlışlanmasından değil, aksine Doğu’nun aradıkları şeye uygun olmamasından ileri geliyordu. Onlara göre “asıl”, Doğu’nun kendisi değil, onun bilgisiydi. Ünlü Oryantalist Edward Lane, Piccadilly’deki Mısır Sergi Sarayı’nda sergilenen reprodüksiyon ve tabloları gördükten sonra Mısır’a gitme isteğine kapılmıştı. Kariyerine Drury Lane Tiyatrosu’nda sahne tasarımcısı olarak başlayan David Roberts, hazırladığı sahne dekorları ve panoramaların aşikârını arayan saygın bir panorama ressamı ve gelecek vaad eden bir sanatçı olarak Doğu’ya gitmişti. Bu ikisini “Mısır’a gitmeye heveslendiren bir diğer etken, Napoleon’un Mısır’ı işgali sırasında Fransız ordusuyla beraber kamp yapan Fransız sanatçı ve bilim adamlarının hazırladığı, 1809 ile 1822 yıllan arasında Fransız hükümeti tarafından yayınlanan yirmi iki ciltlik meşhur Description de Egypt*olmuştu. Her ikisi de amaçlarınınDescription’ın gerçeği tam yansıtmayan’ yerlerini düzeltmek olduğunu söyleyerek yola çıkmışlardı; her nasılsa eserin temsil ettiğini iddia ettiği ‘asl’ı daha görmeden yanlışlarını biliyorlardı”16. Nerval, Kahire’den arkadaşına yazdığı mektupta “sana gerçekten buradaki sahneyi gözünde canlandıracak tasvirler yollamak isterdim, ama en has Şark kahveleri Paris’te var” diyordu. Çünkü Paris’te, biriktirilen metinler sonucunda oluşan büyük Doğu merak ve modasıyla açılan Şark kahveleri, Nerval’in yerinde gördüğü aşıtlarından daha gerçek gibi geliyordu. Dolayısıyla bunlar, aslında kendileri bir hayal oldukları halde, gerçek Doğu’yu bir hayal olarak üretiyor, oraya gidenlerin, temsille aslı, teşhir nesnesiyle gerçeği, ya da metin ile dünyayı birbirinden ayırmalarını engelliyordu. Mitchell, Said’e katılarak Nerval’in Doğu’ya Seyahat’inin büyük kısmının, tıpkı Oryantalizm literatüründeki pek çok çalışma gibi, daha önce yapılmış tasvirlerin yeniden işlenmesinden, ya da aynen tekrarından ibaret olduğunu belirtir. Aslında bu eser Lane’in Manners and Customs of the Modem Egyptians‘ına (Modern Mısırlıların Gelenek ve Görenekleri Üzerine Açıklamalar) dayanmaktaydı. “Eski örneklerin böyle yeniden işlenmesi ya da aynen tekrarlanması, Edward Said’in Oryantalizmin alıntılamacı tabiatı olarak adlandırdığı olguyla ilişkilidir. ‘Eski resimleri restore etmek için nasıl bir düzine eskiz birleştirilip hepsinin bir arada zımnen temsil ettiği resim oluşturulmaya çalışılırsa’ Oryantalist metinler de öyle birbirleriyle birleşir. Şark, bu yeniden yaratılan resim gibi, parçaların birleştirilmesiyle kurulur ve resmedilen gerçek bir yer değil, ‘kökeni bir alıntıya, bir metnin bir parçasına, birilerinin Şark üzerine yaptığı çalışmalardan alman bir bölüme ya da daha önce binlerinin hayal gücünün ürettiklerine veyahut da bunların tümünün bir karışımına dayanır gibi görünen bir göndergeler kümesi, bir özellikler öbeğidir’. Serginin tüm vaadlerine rağmen ‘Doğu’nun kendisi’ bir yer değil, yeni bir temsiller silsilesidir. Bu temsillerden her biri, Şark’ın gerçeğini yeniden ilan eder ama aslında ileri geri diğer temsillere gönderme yapmakla kalır. Bunun bir yer olduğu efektini yaratan, göndermelerin böyle zincir gibi birbirine eklenmesidir”.17 Zincir ne kadar uzun görünürse görünsün, halkalar hep aynıdır; aynı malzemeyle ve aynı motiflerle otoritelerin çizdiği kalıba uygun biçimde üretilmiştir; gücünü artan kalitesine ya da geliştirilen yeni motiflere değil, seri üretime, zihinlerdeki kalıcılığını ve “hakikat görüntüsünü” hep bu tekrara borçludur.
Gelişen bir bilgi türü olarak Oryantalizm’in, besinini sağlamak için temelde bu alanın eski araştırmacılarından yapılan aktarmalara başvurduğunu belirten Said, bu yargısını geniş bir yazarlar grubunun eserlerinden verdiği örneklerle destekler18. Böylece Nerval’in Doğu yolculuğunun Lamartine’inkinin, Lamartine’inkinin de Chateaubriand’ınkinin yolunu izlediğini, Nerval ve Flaubert gibi yetileri güçlü hacıların bile, gözlerinin ve zihinlerinin kendilerine dolaysızca sunduğu şeylerdense, Lane’in betimlemelerini tercih ettiklerini görürüz. “Şarkiyatçı, yoluna yeni malzemeler çıktığında bile, bunları, (araştırmacıların pek sık yaptıkları gibi) haleflerinin bakış açısını, ideolojisini, yol gösterici savlarını ödünç alarak değerlendirdi. Dolayısıyla Sacy ile Lane’den sonraki Şarkiyatçılar, tavizsiz bir titizlikle Sacy ile Lane’i yeniden yazdılar; Chateaubtiand’dan sonraki hacıların yaptığı da Chateaubriand’ı yeniden yazmaktı”.19
Bernal de Doğu ile ilgili çalışmalar yapan arkeologlar ve eskiçağ tarihçilerinin, her zaman, “kabaca pozitivist ve ırkçı olan adamlar tarafından kurulan modellerin çerçevesinde” çalışmakta olduklarını söylerken aynı gerçeğe, yaratılan otoriteye bağımlılığa işaret etmektedir. Bu nedenle de Batılı bilim adamlarınca ortaya konulan “bu modellerin onların fikirlerinden etkilenmediğini varsaymak, hiç de akla uygun değildir”.20 Bernal, birçok alanda olduğu gibi, otoritelere bağlı düşünce ve yorumların 20. yüzyılda da geçerliliğini koruduğunu ifade eder. Nesnel olmayan ön kabuller, sırf otoriteler tarafından öyle kurulduğu için “bilimsel” bir statüye yükseltilmiş, buna karşılık geçmişle ilgili başka ve asıl kaynaklardan elde edilen bilgilerin değeri de düşürülmüştür. Öyleyse, şaibeli sayılan koşullarda oluşturulmuş bu düşünce ve kuramlar “çok dikkatli bir şekilde gözden geçirilmeli ve onlar kadar işe yarar ya da daha iyi seçeneklerin bulunabileceği ihtimali ciddi olarak hesaba katılmalıdır”.
Oryantalizmin, Doğu’ya ilişkin bu yanlı yorumların doğrudan Batılı araştırmacılar tarafından Doğu’ya kararlı bir biçimde dayatılan bir siyasal öğreti olması, “Şark” sözcüğüyle üretilen deyimlerin sıkça kullanılması yoluyla Avrupa söylemine iyice yerleşmesi, bu öğretinin Şark kişiliği, Şark zorbalığı, Şark şehveti gibi Doğu insanını bütünüyle olumsuz kalıplara yerleştirmesi, haklı olarak bir Avrupa ırkçılığını gündeme getirir. Çünkü biriktirilmiş zincirleme bilgiler, Batı’nın Doğu’yu kendi imajına dönüştürme görevini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla, “Şark hakkında dile getirebilecekleri bakımından her Avrupalının sonuçta ırkçı, emperyalist, neredeyse hepten etnik merkezci olduğunu söylemek de yerinde olur. (…) Tüm bunlara bağlı olarak Şarkiyatçılık, dünyanın Avrupa yakası ile Asya yakası, arasındaki farklılık duygusunu daha katı kılmaya yönelik genel kültürel baskılara yardımcı olmuş, bu baskılardan yardım görmüştü”.21
Oryantalizm, bu metinleştirme işlemiyle, Doğu’nun geçmişteki başarılarını günümüzden ve gerçek ilişkilerinden kopararak zaman-dışı ve mekân-dışı hâle getirir. Bir zamanlar gerçekleşmiş ve artık tarihe mal olmuş, sadece birer metinden ibaret bu başarıların yeniden hayat bulması mümkün değildir. Bu yüzden Doğu uygarlıkları ve elbette en başta İslam’ın, artık hiçbir izleyicisi ve bağlısı kalmamış birer antik-ölü uygarlıkmış gibi algılanması sağlanır. Onlar sadece müzelik eşyalardır; geçmişi hatırlamak ve ilginç objeleri görmek isteyenlerin bakmaları için vardır. İkinci olarak bu, Doğu’yu, tarafsız gerçekliği içinde olduğu gibi göstermeyi amaçlayan bir işlem değil, olması istenen şekle, ya da Batı’nın dilediği kılığa sokma amacı güden bir işlemdir. Son olarak da bu işlemin, önyargıları besleyen, taraflı ve dolayısıyla yargılayıcı içerikle dolu olduğunu unutmamak gerekir.
Said, Oryantalizmin, baştan sona, saldırganlık ve yargılama dürtülerini besleyici bir düzenek olduğunu söylerken dikkatleri buraya çeker. Oryantalistlerin üzerinde çalıştıkları şey karşısında pederşahî bir buyurganlık ve tenezzül tutumu sergilemeleri, Doğu’nun ancak Batı için var olduğu anlayışına dayanır. Çünkü bu Doğu, Oryantalist olarak adlandırılan akademisyenler yanında, gezginler, ticarî girişimler, yönetimler, askerî seferler, roman ve egzotik macera hikâyesi okurları, doğa tarihçileri ve Doğu’yu özel mekânlar, halklar, uygarlıklar hakkındaki özel bir bilgi türü olarak gören hacıların içinde yer aldığı topyekûn Batı tarafından belirlenen bir ilgi alanıdır. Bu ilgiyi oluşturan da, onu duyan da Batılı olduğuna göre, Doğu’nun Batı için var olduğunu söylemek yanlış değil. Zaten “oryantalizm, temel bir düzeyde ve daha başlangıçta, Asya toplumlarına duyulan ilgiyi, ‘Şarklıların’ hakir görülmesi ve kendi kültürlerini analiz etme ve düzenlemeye elverişli olmadığı kanısı ile birleştirmiştir”.22 Şarklıların kendileri hakkında bilgi yetenekleri olmadığına göre, bu bilgi Oryantalizm tarafından üretilecek ve bir lütuf olarak sunulacaktı. Kimliğin bir lütuf olarak sunulması, onu belirleyene, belirlenen için sonsuz bir söz söyleme hakkı verir. Hiç kuşku yoktur ki, Batı tarafından bu lütuf gereğince yerine getirildi ve Doğu baştanbaşa ilkelliğe, vahşiliğe ve hatta hayvanlığın bütün çağrışımlarına boyun eğdirildi. Doğu’ya ilişkin şehvet düşkünlüğü, zorbalık eğilimi, sapkın zihniyet, savsaklama alışkanlığı, gerilik gibi kalıpların süzülüp incelerek özerk ve karşı çıkılmaz bir tutarlılık kazanması, bir yazarın Şarklı sözcüğünü kullanmasının, okur için, Şark’a dair özel bir malumat bütününü belirlemeye yetecek bir gönderme olması böylece mümkün hale geliyordu. Üstelik kullanılan söylem sayesinde “Bu malumat bütünü, ahlaki açıdan yansız ve nesnel geçerliliğe sahip gibi görünüyordu”23.
Said’in metinleştirmeyi, ötekileştirerek sahiplenme olarak yorumlanabilecek bir çerçevede ele alması bu bakımdan isabetli bir görüştür. Böylece Batılı, Doğu’yu kendisinin ötekisi hâline getirerek kendi mülkiyetine geçirir. Öteki’ni tanımlayarak, işaretleyerek, kendi olumlu imgelerini inşa edeceği olumsuz bir nesne yaratarak yapar bunu. Dolayısıyla, yarattığı bu öteki de, aslında kendi malı hâline getirdiği bir nesnedir. Bu yüzden, uygulamada başarılı biçimde kullanılabilir olarak üretilen ötekine ait metinler (üreten kendisi olduğu için başarılı olmaması zaten düşünülemez), akademisyenlerin, eğitim kurumlarının ve hükümetlerin otoriter güçleri de eklendiğinde “yalnız bilgi üretmekle kalmaz, betimlemek üzere ortaya çıktıkları gerçekliğin kendisini de yaratabilirler. Bu bilgi ile gerçeklik, zamanla, bir gelenek ya da Michel Foucault’nun deyişiyle bir söylem üretir; bundan üreyecek metinlerden belirli bir yazarın yaratıcılığı değil, bu gelenek ya da söylemin varlığı veya baskınlığı sorumludur gerçekte”.24
Böylece, Mutman’ın ifadesiyle “Said, bizi, Doğu kültürü üzerine sanki tarafsız ve doğrudan biçimde edinilmiş gibi duran bir bilgi anlayışının sözümona masumiyetinden uzaklaşmaya çağırarak, söylemde saklı bir arzunun gücünü, bilgiyi ve hakikati üreten söylemin içindeki güç yatırımım görmemizi sağlar”.25
Metinleştirmenin böyle bir söylemsel güç için ifade ettiği anlam, bu gücün dilin içine yerleştirilerek evrensel bir bilgi konumu olarak üretilmesidir. Mutman, böylece Edward Said’in neyi başardığını ortaya koyuyor: “Bu pek ‘yaygın’ ve ‘doğal’ tarihsel, kültürel ve politik işaretin (‘Doğu’, ‘orası’) aslında nasıl üretildiğini, yapıldığını görmek ve göstermek için gazetecilikten bilime ve edebiyata, çoğul, heterojen söylemsel parçalan boydan boya geçerken, onları gizliden gizliye merkezleyen bir aynının (‘Batı ile Doğu arasında ontolojik ve epistemolojik ayrım’ın) ilkesini açık kılarak oryantalizmin kendini inceleme nesnesi hâline getirmek”. Said’in oryantalizm okumasına getirdiği bu yaklaşımı en iyi açıklayanın Gayatri Spivak’ın “metin” kavramı olduğunu söyleyen Mutman, onun “metin” kavramından ne anladığı sorusuna verdiği şu cevabı aktarıyor:
(…) metinsellik kavramı, daha önce işaretlenmediği (“unin– scribed”) varsayılan bir bölge üstünde yapılan dünyalaştırma (dünya kurma-” worlding”) işlemine bağlanmalıdır. Bunu söylerken asıl aklımda olan, bölgeleştirdiği dünyanın aslında önceden işaretlenmediğini (inscribed) varsaymak zorunda olan emperyalist projedir. Yani, en basit kartografi düzeyinde ele alırsak, daha önce işaretlenmemiş olduğu varsayılan işaretlenmiştir. Demek ki bu dünyalaştırma bir metinleştirme, metinselleştirmedir, bir yapmadır, anlaşılacak bir nesne haline getirmedir26.
Burada, Heidegger’in “dünyanın dünyalaştırılması” kavramını kullanan Spivak’a göre, dünya-kurma, bir işaretleme, ya da yazma işlemidir ve bu da “yazılan ya da işaretlenen yerin daha önce yazılmamış/işaretlenmemiş olduğunu, yani doğa olduğunu varsayar. Bu nedenledir ki, emperyalizm dünyanın dünyalaştırılmasından, yani bugün bildiğimiz ve yaşadığımız hâliyle ‘dünyanın’ kuruluşundan sorumlu olan metinleştirmedir ve bu yazı, hakkında yazılan mekânın boş, doğal, daha önce yazılmamış olduğunu varsayar. Tabii ilk aklımıza gelen, örneğin ‘ilkel’ denilen toplumların yazısız veya yazı öncesi toplum olarak tanımlanmasıdır ve en genelde tüm Batı-dışı toplumların uygarlık-dışı, yani barbar ya da vahşi olarak görülmeleri”27.
“Dünyanın dünyalaştırılması”, ya da “dünya kurma” olarak kavramlaştırılan işaretleme, yazma veya metinselleştirme, bize Said’in “Şark’ın Şarklaştırılması” deyimini hatırlatıyor. Gelecek sayfalarda da ele alınacağı gibi, bunlar var olan dünyayı değil, kurgulanan dünyayı ifade eder ve karşıt bir anlamda, Batılı dünya için, kendi dışındaki toplumların barbar ya da vahşi olmalarına karşılık tuhaf bir modernlik metafiziği yaratır. Ticnothy Mitchell, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi adlı kitabında, 19. yüzyılda Avrupa’da düzenlenen dünya sergilerini bir motif olarak kullanarak bu kurguyu temellendirir ve temsil yoluyla “Şark’ın Şarklaştırılması”nın mantığını ortaya koymaya çalışır.
1889 yazında Stockholm’de düzenlenen Sekizinci Uluslararası Oryantalistler Kongresi’nde Mısır’ı temsil eden heyet, bu şehre giderken Paris’e de uğramış ve buradaki Dünya Sergisi’ni gezmişti. Serginin özenle planlanmış park ve pavyonları çok gösterişliydi. Sergilenen malları ve makineleri de inceleyen heyet, tek bir şeyden, Fransızların inşa ettiği Mısır bölümünden rahatsız olmuşlardı. Bu bölüm, üst katları yola taşan evleriyle, Kayıtbey’dekine benzeyen camisiyle Kahire’nin yılankavi sokaklarından birini temsil ediyordu. Her şey, en küçük ayrıntı bile unutulmadan öylesine özenle yapılmıştı ki, Mısırlı Muhammed Emin Fikri, İrşâdii’l-elibba ilâ mahâsini Uruba adlı eserinde burası için “Kahire’nin eski yüzüne benzetmek istemişler, binaların boyası bile özellikle kirletilmişti” diye yazmıştır.
Mısır Sokağı, dikkatle kaotik bir hâle sokulmuştu. Serginin geri kalanındaki geometrik çizgilerin tersine, yapma sokak bir pazaryeri gibi gelişigüzel uzanmaktaydı. Yol, Şarklılar gibi giyinmiş Fransızların türlü kokular, hamur işleri, fesler sattıkları dükkân ve tezgâhlarla doluydu. Fransız organizatörler, Pazar yeri etkisini (efektini) tamamlamak için gerekli sayıda seyis, nalbant, eyerci ve biniciyle birlikte elli de Mısır eşeği getirmişlerdi. Eşekler, bir frank karşılığında insanları sokakta aşağı yukarı dolaştırıyorlardı. Bu, gerçek hayattakine benzeyen bir gürültü ve kargaşa yaratıyordu. Mısır sokağının bu şekilde temsil edilmesinden rahatsız olan heyet, caminin kapısından girince, burasının da serginin geri kalanı gibi, Avrupalıların façade dedikleri türden bir “bina cephesi” olduğunu görünce rahatsızlıkları biraz daha artmıştı. Cami şeklinde olan sadece cephesiydi, içerisi kızlı erkekli gençlerin dans ettiği ve dervişlerin döndüğü bir kahvehane olarak düzenlenmişti.
Heyet Paris’ten ayrılıp kongre için Stockholm’e vardıklarında misafirperverlikle ve merakla karşılandılar; sanki hâlâ Paris’telermiş gibi bir teşhir nesnesine dönüşüvermişlerdi. Kongredeki katılımcılardan biri “insanlar gerçek birer Şarkiyatçı olan bu adamlara Barnum’un dünya şovundalarmış gibi bakıp duruyorlardı: Şu bizim şaşkın İskandinavyalılar onların bir grup Şarkiyatçıdeğil, Şarklı olduğunu düşünüyorlardı galiba” diye yazmıştı. Bizzat Oryantalistlerin bazıları şovmen rolünü oynamaktan hoşlanıyor gibiydi. Daha önce Berlin’de düzenlenen bir kongrede “tuhaf bir fikir ortaya atılmış, Şark ülkelerinin yerlileri getirilip kâğıttan resimler gibi gösterilmeye başlanmıştı: Oxford’da Boden kürsüsünde Sanksritçe profesörü olan kişi, etten kemikten bir Hint bilgesini getirmiş ve ona şen şatır bir izleyici topluluğu karşısında Brahman dua ve ibadetlerinden oluşan ayini icra ettirmişti (…) Oxford’dan Profesör Max Müller ise birbirine rakip iki Japon rahibi getirmiş, rahipler de hediyelerini sergilemişti; daha çok maymunlarını teşhir eden iki şovmen gibiydiler”.28 Stockholm’deki Kongreye katılan Mısırlı uzmanlar kendi dillerini kullandıklarında ise yeniden bir teşhir nesnesi muamelesi görmekten kurtulamamışlardı.
Durum yalnızca sergi ve kongrelerle sınırlı değildi. Dışardan Avrupa’yı gezmeye gelenler, sömürgeciliğin ve Oryantalizm’in zirvede olduğu 19. yüzyıl boyunca kendilerini hep sergilenir bulmaktan kurtulamamışlar, her zaman Avrupalıların merak nesnesi olmuşlardı. Bunların nedeni, seyredilecek nesneler yaratma konusunda uzman olan Avrupa’nın, teşhir nesnesi örgütlemedeki ustalığıydı. Mitchell, 1870’lerden itibaren dünyanın hep bir resim olarak kurulması durumuyla karşılaşıldığını belirtir. Müzelerde, dünya kültürleri, evrim sırasına göre, bir camın arkasına dizilmiş nesnelerle tasvir ediliyordu. Parklarda, dünyanın her yerinden getirilen ağaçlar ve bitkiler sergileniyordu. 1889’da düzenlenen Paris sergisinde, sergi alanının merkezinde, şehrin maketi ya da panoraması bulunuyor, alanın kendisi de şehrin tam ortasında yer alıyordu. Böylece Paris’in kendisi de, dünyanın emperyal başkenti olarak sunuluyor, merkezindeki sergi dünyadaki imparatorluk ve milletlere ait nesneleri uygun bir düzen içinde teşhir ediyordu: Fransa, Champs de Mars’daki en merkezî yeri işgal ediyor, etrafında diğer sanayileşmiş ülkelerin sergileri yer alıyor bunların etrafında da sömürgeleri vegeri kalan milletler uygun bir sırayla diziliyorlardı29.
Serginin, şehrin ve dünyanın merkezinin aynı olması, temsil ile gerçek arasında bir ilişki kurulmasını kolaylaştırıyor ve bunu pekiştiriyordu. Zaten daha en başından böyle bir merkezin saptanmasını da bu ilişki mümkün kılıyordu:
Bu seyirliklerde her şey bir başka şeyi ifade etmek üzere, ilerleme ve tarihi, insan üretimini ve imparatorluğu temsil edecek şekilde toplanıp düzenlenmiştir; her şey bir düzenek oluşturacak şekilde örgütlenmiştir ve düzeneğin tamamı, nasılsa, hep daha büyük bir hakikate işaret eder.
Dünya sergileri ve Şarkiyatçılık kongreleri dünyayı bir resim olarak kuruyorlardı. Onu bir izleyici topluluğu karşısında bakılacak, tecrübe edilecek ve incelenecek bir teşhir nesnesi olarak düzenliyorlardı. 1851’de Londra’da düzenlenen büyük sergi, altı milyon ziyaretçiye insanoğlunun gelişiminin ‘canlı bir resmini’ sunduğu iddiasındaydı. Aynı şekilde 1892’de Londra’da düzenlenen Dokuzuncu Uluslararası Kongre’nin açılışında Şarkiyatın ‘insan ırkının tarihsel gelişimini gözlerimizin önüne serdiği’ öne sürüldü. Daha önce yine bir Şarkiyatçı, büyük Fransız araştırmacı Sylvestre de Sacy, bu teşhir sürecini, geleceğin dünya sergilerine çok benzeyen bir tarzda tasarlamıştı. ‘Envai çeşit nesnenin, çizimler in, orijinal kitapların, haritaların, seyahat anılarının bulunduğu ve kendini Şark’ın incelenmesine adamak isteyenlerin hizmetine sunulduğu devasa bir depo’ şeklinde bir müze kurmayı planlıyordu; öyle ki bu araştırmacıların her birine sanki bir sihirli değnekle bir Moğol kabilesinin, Çin ırkının, ya da incelemelerinin nesnesi olarak neyi seçtiyse onun ortasına düşmüş gibi gelecektir.30
Kurgulanan Doğu aracılığıyla karşıt bir anlamda yaratılan modernlik metafiziğinde artık dünya “kişi ile aygıt, pratik ile kuram, toplumsal hayat ile bu hayatın yapısı gibi zıt ikililere -bir başka deyişle, maddî gerçeklik ile bu gerçekliğin anlamı diye ikiye- ayrışmış gibi görünüyordu”.31 Tıpkı Avrupa’da yapılan dünya sergilerinde olduğu gibi, aynı mantıkla oluşturulan bütün oryantalist metinlerinde de, temsilin ayırt edici özelliğinin, bir imgeler ve işaretler dünyası ile bunların temsil ettiği gerçek dünyanın birbirinden ayrılması olduğu görülür. Sergide teşhir edilen Mısır sokağının yapı efektinin, görünüşte gerçeğe tıpatıp benzerliği, aynı oranda onun temsil ettiği gerçek Mısır’ı ontolojik kesinlikten yoksun bırakıyordu: “Sergileri gezen Avrupalıları en çok şaşırtan, yapay olandaki gerçekçilikti. 1889 Paris Sergisi’ndeki meşhur Rue de Caire’de, Mısır’ın başkentinin sokaklarından biri aynen inşa edilmiş, hatta hakiki Mısır eşekleri binicileri ile birlikte getirtilmişti. Yapay olan, tam da bu gerçekçiliğiyle, kendisinin gerçek olmadığını ilan etmektedir. Modelin boyutları ve gerçeğe uygunluğu, kendisine bakanın bunun bir yerlerde aslı olan bir kopyadan ibaret olduğundan emin olmasını sağlar. Bu gibi tekniklerin yarattığı efekt, temsilin gerçeğe birebir uygunluğundan ziyade, dışarıda, imgeyi imge yapan mekânsal kayma, aracılık ve yineleme gibi biçimsel değişikliklerden ârî, saf bir gerçeklik olduğudur”32.
Mitchell’in kullandığı sergi motifini, Batıkların Doğu ile ilgili bütün roman, seyahat anıları, politik söylem ve resimler gibi metinler ve görsel malzemeler için de kullanmak mümkündür. Bir Avrupa başkentinin ortasında, fiziksel bariyerlerle ayrılmış bir mekânda yaratılan ve gerçeğin benzeri olarak işaretlenen bir sokakla, yine aynı şekilde gerçek kitapların sayfalarına sıkıştırılarak ifade edilen metinler ya da Doğu’dan götürülerek müzelerde, tıpkı sergi pavyonlarına benzer biçimde sergilenen nesneler arasında hiçbir fark yoktur. Hepsinde de amaç, çatının fiziksel gerçeklikten ayrı, soyut bir düzen olarak algılanacak şekilde kurulması, Doğu’nun gerçekliğinden koparılarak hayalî bir niteliğe büründürülmesidir.
Dipnot:
1. Bkz. Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, s. 3
2. A. g. e., s. 4
3. Jale Parla, Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik,s. 10
4. Bkz. Enver Abdülmelik, Krizdeki Oryantalizm, s. 10
5. Mehrzad Boroujerdi İran Entelektüelleri ve Batı, s. 32
6. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s.16
7. Bkz. Uygur Kocabaşoğlu, “Sunuş”, Modernleşme ve Batıcılık, s. 14
8. A. g.e, s. 11-12
9. Bkz. 11 e., s. 12-13
10. Thierry Hentsch bu tarihi daha da geriye çeker: “Düşüncelerinin temeli daha çok 19. yüzyıl etrafında eklemlenen Edward Said’in anlatmak istediklerinin tersine, bu oryantalizm (geniş olarak Doğu’yla ilgili şeylere duyulan merak anlamında) Haçlı seferlerinden bu yana Avrupa’nın Doğu Akdeniz’e el koyma girişiminden, yani Bonapart’ın Mısır seferinden en az bir buçuk yüzyıl önce başlamıştır; ama daha sonra bu girişime eşlik ve hizmet etmiş, gelişmek için ondan yararlanmıştır”(Hayali Doğu, s. 113-114).
11. Maxime Rodinson, Batıyı Büyüleyeli Ulam,s. 58
12. Jale Parla, a.g.e., s. 12
13. Bkz. Enver Abdülmelik, a. g. e., s. 7
14. Edward Said, a g. e, s. 214-215
15. A. g. e., s. 180
* Mısır’ın Tasviri
16. Timothy Mitchell, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi, s. 69
17. A. g. e., s. 73
18. Bunun için özelikle Şarkiyatçılık’ın ikinci bölümünün dördüncü kesimine bkz.
19. Edward Said, a. g. e., s. 188
20. Martin Bernal, Kara Atem,s 59
21. Edward Said, a. g e, s 216
22. Martin Bernal, a g e, s 337
23. A. g. e., s. 104-105
24. Bkz. Edward Said, a. g. e., s. 216-217
25. Mahmut Mutman, “Oryantalizmin Gölgesi Altında: Batıya Karşı İslam”, : 31-32
26. A. g. e., s. 33-34
27. A. g. e., s. 34
28. R. N. Crust, ‘The International Congresses of Orientalists”ten nkl. Timothy Mitchell, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi,s. 28-29.
29. Bkz. Timothy Mitchell, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi, s. 38-3
30. A. g e, s. 35-36; ayr. bkz Edward Said, a g. e, s. 177
31. A. g. e., s. 20
32. A. g. e., s. 21
Bu metin Yüksel Kanar’ın “Batı’nın Doğu’su” adlı kitabın “Oryantalizm ve Oryantalist” bölümünden alınmıştır.