YÜKSEL KANAR
1
Sezai Karakoç için eğer bir tanımlama gerekirse, onun çağdaş öncü düşünürlerimizden biri olduğunu söyleyebiliriz. Burada “öncü düşünür” deyimini, düşüncelerini neredeyse ezberletilmiş hazır kalıplar halinde, özellikle de Batı’nın “verili” şablonlarından yola çıkarak değil, kendi inanç ve değerler dünyası doğrultusunda gerçek olandan, ya da olması gerekenden (ideal) hareket ederek oluşturan kültür ve medeniyet adamı anlamında kullanıyoruz. Öncü düşünürler, sağlam bir kaynaktan beslenirler ve başkaları için de bir hareket noktası haline gelirler. Bir yol gösterici, bir temsilci ve bir kurucudurlar. Olguların tespiti ve açıklamasıyla uğraşan bilim insanlarından farklı olarak, onları anlamlandıran ve yorumlayan kimselerdir. Bilim adamlarının, akademisyenlerin, politikacıların, sanatçı ve teknik kimliğe sahip olanların önünü açarlar, onlara rehberlik yaparlar; ürettikleri şeyleri ait oldukları yere yerleştirerek insanîleştirir ve yüceleştirirler, anlam ve değer katarlar. Diğer insanlardan farklı yollarla, en başta da pek az insanda bulunan duyuş ve seziş gücüyle edindikleri düşünce malzemelerini işleyerek bunları, içinde geliştikleri toplumun dayanağı ve güvencesi olan birer kültür ve medeniyet unsuruna dönüştürürler.
Bugün devlet olgusuna, gerek akademisyen, politikacı ve hukuk adamları ve gerekse diğer aydın çevrelerde Batı’nın bize dayattığı ulus-devlet şablonu içinde bakılıyor; bunun devlet düşüncesinde gelinen son aşama olduğu düşünülüyor ve hatta devlet bu yapısıyla kutsallaştırılıyor. Bu çerçeve, aslında, bizim yüzyıllar önce ulaştığımız ve gerçekleştirdiğimiz sınırların çok gerisinde bir anlayışı göstermektedir. Batılı siyaset teorisyenlerinin gücü, bizim tarihte gerçekleştirdiğimiz genişlikte bir devlet anlayışının hayata geçirilmesini bir tarafa bırakalım, onu kavrayacak bir kapasiteye bile ulaşamamıştır. Sezai Karakoç, “ulus” ve “devlet” kavramlarının ve bunların birleştirilmesiyle ifade edilen ulus-devlet kuramının ileri bir görüşü değil, tam tersine geri bir anlayışı temsil ettiğini belirtirken bu öncü düşünür özelliğiyle ortaya çıkmaktadır. Nitekim “Avrupa’da, kontlar, dükler şato yaptırırlardı; etrafını da bir hendekle çevirirlerdi; o devlet olurdu. Sonra top icât edildi. Toplarla şatolar yıkılınca, devletin sınırları büyüdü. Artık, öyle ufak şehir devletleri öldü. Bir şatodan ibaret devlet veya ufak bir malikâneden, bir çiftlikten ibaret devlet kalmadı” (Karakoç, 2003c: 82). Daha sonra, önceleri birçok derebeyliklerden oluşan Fransa ve İngiltere gibi millî devletler kurulmaya başlandı. Şatoların arkasından şehir devletler ve onu izleyen ulus-devlet, kuşkusuz Avrupa kıtası için giderek genişleyen bir anlayış aşamasını gösteriyor olabilir. Ancak ilerleme gibi görünen bu durum, ulus-devlet öncesinde, örneği Müslüman dünyada çok erken zamanlardan itibaren kurulan büyük devletlerle kıyaslandığında, ancak birer karikatür olarak kalır. Batı’nın devlet hakkındaki en geniş ufku, bugün bile son sınır olarak ulus-devlet düzeyinde kalmışken, bundan yüzyıllarca önce kurulan ve ömrü yüzyıllar süren, örneği Emevî, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinden her biri, milyonlarca kilometre kareyi kapsayan egemenlik alanlarıyla Avrupalıların bugün bile çekememezlik duygularını kabartmaya devam etmektedir. Aslında hep içindeki bu ukdeyle yaşayan Avrupa, AB ile, sözünü ettiğimiz o büyük devletleri örnek alarak bir Avrupa İmparatorluğu kurma denemesi yapmaktadır. Sonuçta bugün AB’yi oluşturan bütün devletlerin toplam genişliği, söz konusu o devletlerin genişliğine ulaşamamaktadır. Biraz sonra da göstereceğimiz gibi bunun anlamı, Batılı devlet ve millet anlayışının bir ilerlemeyi değil gerilemeyi temsil ettiğidir. Sezai Karakoç bunun için, bu anlayıştan kurtularak bizim kendi millet ve devlet anlayışımıza geri dönmemiz gerektiği üzerinde önemle durmaktadır.
Her şeyden önce, geniş bir medeniyet bakış-açısına sahip öncü bir düşünür olarak Sezai Karakoç, mirasçısı olduğumuz bu örneklerden yola çıkarak, bir devletin fizik (toprak) genişliğinin en az on milyon kilometre kare ve nüfusunun da ikiyüz elli milyon olması gerektiği üzerinde durmuştur. Tarih boyunca büyük düşünce adamlarının, kendi tecrübe ve ufukları çerçevesinde bu türden belirlemelerde bulunduklarını biliyoruz. Ancak Karakoç’un yaptığı bu geniş belirleme, onun nasıl bir medeniyet bilincine sahip olduğunu, bizim de içinde olduğumuz İslâm medeniyet havzasını nasıl derinden kavradığını ve içselleştirdiğini göstermektedir. Ona göre, gerçek anlamda ancak bu ölçüler içindeki toplum bir millet ve bir devlet özelliği kazanabilir. Elbette bu genişlikteki bir devletin, kendine yakışır bilim ve kültür adamları, sanatçıları ve edebiyatçıları da olacaktır. Uzun ömürlü, kendini güvende hissedecek, başkalarına güven telkin edecek, herkesin güvencesi olabilecek bir devletin bu özelliklere sahip olması gerekir: “Çünkü: boyutları büyüktür, millet büyüktür, nüfus büyüktür. Birçok ırk bir araya gelmiş, bir millet oluşturmuştur. Hatta birçok din bir aradadır. Birçok mezhep bir aradadır” (Karakoç, 2003c: 83).
Özellikle içinde bulunduğumuz, dünyanın kalbi mesabesinde olan Anadolu toprağında kurulan bir devletin büyük olma mecburiyetinde bulunduğunu belirten Karakoç, Avrasya satranç tahtasının merkezinde bulunmanın böyle bir zorunluluk taşıdığının bilincindedir. Halen ABD’nin işgalci olarak Irak’ta oturmaya devam ettiğini düşünürsek bu belirlemenin ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavrarız. Onun elli yıldır savunduğu düşünce, İslâm dünyası arasında sağlam bir birlik oluşturmaktır. İslâm ortak pazarı ve İslâm paktı gibi düşünceleri ilk ortaya atan ve sıkça savunan odur. Üstelik geleneğinde böyle bir anlayış olmayan Avrupa bunun gibi birlikleri kurup hayata geçirebiliyorsa, bu anlayışla yoğrulmuş ve fiilen de bunu uygulamış olan Müslüman ülkeler için böyle bir birliği gerçekleştirmek, elbette kendi gücünün farkında olmak kaydıyla, hiç de zor değildir.
Geçmişte kurmayı başardığı büyük devletlerin ve onların yaşatılması için gerekli tecrübelerin sahipleri olarak Müslüman dünyada yapılması gerekenler şunlardır: Aydınlar bir araya gelecekler ve aydınlık bir millet fikrine, daha sonra devlet fikrine, medeniyet fikrine ulaşacaklar. Tereddütlü olunmayacak, kesin kararlar verilecek, dosdoğru hareket edilecek: “Kendi medeniyetini yeniden dirilteceksin, bu neyi gerektiriyorsa yapacaksın. Büyük devlet kuracaksın ve bu büyük devletle kendini emniyete alacaksın, sonra da esaret altında inleyen, Çin’den Avrupa’ya kadar, Afrika’nın son ucuna kadar kıvranan milletlerin yardımına koşacaksın. İşte diriliş fikri bu demektir” (Karakoç, 2003c: 85).
Şu halde millet, devlet ve medeniyet, birbirine bağlı üç önemli kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlara medeniyetin dayanağı olan kültürü de eklemeliyiz. Gerçekten de millet haline gelmemiş bir topluluğun bir devlet kurması, bir devletin de bir medeniyet oluşturmadan ayakta kalması mümkün değildir. Aynı zamanda bugün, kendi içimizde ve dünya arenasında yaşadığımız her türlü sorunun temelinde bu kavramların yeterince anlaşılamaması ve bunlardan gereğince yararlanılamaması bulunmaktadır. Daha doğrusu bu dört kavram, tarih boyunca gelip geçmiş bütün milletlerin temel gerçeği olarak karşımıza çıkar. Karakoç, bu kavramlar arasındaki sıkı ilişkiyi şu şekilde folmüllendirir: “Medeniyet, kültür esasına dayanır. Bir toplum, bir kültür üretir. O kültürden bir medeniyet doğar. O medeniyetten bir millet doğar. O milletten bir devlet doğar (Karakoç, 2003c: 19).
2
Sezai Karakoç millet’i kısaca “bir ruh etrafında toplanmış toplum fertlerinin bir araya gelmesiyle meydana gelmiş somut, canlı bir kitle, bir varlık” olarak tanımlar (Karakoç, 2003c: 17). Aynı zamanda ona, medeniyetin organize olmuş şekli olarak da bakabiliriz (Karakoç, 2003c: 19). Toplum fertlerinin, etrafında toplanarak milleti oluşturdukları bu ruh, bizim öz kültürümüzün sunduğu millet tanımını belirler. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda yapılan millet tanımları, onu bir dile, bir ırka veya çıkar birliğine dayandırmışlardır. Elbette bir şirket, ya da dernek olmayan millet, bu tür bağlarla ifade edilemez. Toplumları millet haline getiren şey, kendilerine ait ideallerdir. İdeal birliği içindeki insanların toplamıdır millet: “Bir ideale dayanmayan toplumlar millet olamaz. Millet, baştan sona bir ruhun canlanmış şeklidir. Bu ruh olmadığı takdirde, bir kalabalık olabilir insanlar, ama millet olamazlar (Karakoç, 2003c: 17).
Bir anlamda milletin dayandığı ideallerin gerçekleşmiş ürünleri olarak da görülebilecek medeniyet, bir kültür ve medeniyet düşünürü olan Sezai Karakoç’un düşüncesinin anahtar kavramlarından biridir. Hatta o, ortaya koyduğu Diriliş tezini, doğrudan bu kavramla ilişkilendirerek İslâm’ı, tarih ve medeniyet perspektifinden açıklıkla ortaya koyma çalışması, medeniyetimizin yeniden doğuş yolunu arama denemesi olarak tanımlamıştır (Karakoç, 2005: 18). Millet adı verilen “öz”ün, ya da “cevher”in dayandığı temel, medeniyettir. “Bir medeniyet temeline dayanmayan toplumlar, millet olamaz. Her şeyden önce, şu gerçeği öğrenmemiz lâzımdır ki, millet, bir medeniyet mefhumuna dayanır, medeniyet üzerine kurulur. Medeniyet bir kaide ise, millet onun üzerine oturtulan bir âbidedir. Eğer bu milletin altından siz medeniyet kaidesini çekerseniz, o millet yıkılır” (Karakoç, 2003c: 17–18).
Milletin medeniyet temeline dayanması nasıl bir gerçekse, medeniyet yapısının kurucusunun da millet olduğu aynı kesinlikte bir gerçektir. Bu karşılıklı ilişki dolayısıyla, büyük medeniyetlerin ancak büyük milletler tarafından kurulduğunu söyleyebiliriz. Elbette, biraz önce belirtildiği gibi, milletlerin büyük olarak kalması ve varlıklarını sürdürebilmeleri de, sahip oldukları medeniyete bağlıdır. Sezai Karakoç, millet kavramıyla böylesine iç içe olan medeniyet için açık tanımlar da verir: “Medeniyet, insanoğlunun, asıl amacını gerçekleştirmesi çalışmalarından, ona varma arayışlarından, onu bulmuşsa kaybetmeme çabasından, onu süsleyip püslemesinden, o yöndeki duygularını ve düşüncelerini ifade etme isteğinden doğan, kaynaklanan ve beslenen niyet ve faaliyetlerinin, reel ve potansiyel güçlerinin tümü demektir” (Karakoç, 2005: 9).
Milletin dayanağının medeniyet olması gibi, medeniyetin dayanak noktasını da kültür meydana getirir. Medeniyet olmaksızın milletin, kültür olmaksızın da medeniyetin teşekkül etmesi mümkün değildir (Karakoç, 2003c: 19). Kültürün, bizim inanış, duyuş, düşünüş ve hareket ediş faaliyetlerimizden doğduğunu belirten Karakoç, bütün bunların somut halde ortaya çıkışına kültür dendiğini ifade ettikten sonra, kültürün de bir milleti meydana getirişinde, ebediyete doğru intikal eden eserler halinde gözler önüne çıkışında medeniyet hadisesini tesbit ettiğimizi ekler (Karakoç, 2003c: 20). Dolayısıyla bir diğer açıdan medeniyete, kültürün intikal aracı olarak da bakabiliriz. Kültür, medeniyet bütünü içinde yer alır ve geleceğe o bütünlük içinde taşınır. Kültürün medeniyeti değil, medeniyetin kültürü içerdiğini, bir başka deyişle medeniyetin daha geniş kapsamlı olduğunu söyleyen Karakoç’a göre kültür, medeniyetin fizyolojisi gibidir. Medeniyetse, sadece anatomi olmayıp canlı organizma gibi, anatomik ve fizyolojik cephesiyle bir bütündür (Karakoç, 2005: 9–10). İşte bu noktada o, Ziya Gökalp’in medeniyet ve kültür tanımlarından ayrıldığını belirterek şu açıklamayı yapıyor:
O, kültürü, millî, medeniyeti milletlerarası kabul ediyor. Medeniyet ona göre bir grup ulusun ortaya koyduğu ortak eserlerdir. Oysa, bizim görüşümüze göre, her medeniyete bir de onun kültürü tekabül eder. İslâm Medeniyeti diyorsak, bir de İslâm kültürü dememiz gerekir. İslâm kültürü, İslâm medeniyetinin bir unsurudur; belki öbür birçok unsurun da kaynağı olan bir unsur. Irkların, gerek kültüre, gerek medeniyete katkısı, mizaç katkısıdır. Yoksa, tüm kültürü ırklara atfedip, medeniyeti ırklararası ortak eserlere indirgemeye imkân yoktur. Bu medeniyet kavramını daraltma, aşırı nesnelleştirme, dolayısıyla materyalize etmek olur. Medeniyeti, insanlığın, fizikötesi amacına varması için kurduğu yaşam tarzı ve gerçekleştirdiği tüm çevre olarak da tanımlayabiliriz. Psiko-somatik bir gerçekliği vardır medeniyet olgusunun. Yoksa olgunun psikolojik cephesine, kültür, fizikî cephesine de medeniyet demeye imkân yoktur. Belki daha doğru bir tanım, medeniyetin işler haline kültür denmesi olur. Oluşumu bitmiş ve tamamlanmış eserler de, henüz oluşma halinde olanlar da medeniyete dahildir. Medeniyetle kültür o kadar içiçedir ki, çoğu kez eşanlamda kullanılmaktadır. (Karakoç, 2005: 10).
Görüldüğü gibi bu açıklama, ülkemizde birçok kafa karışıklığına yol açan kültür ve medeniyetin tanımları ve ilişkisine büyük bir açıklık getiriyor. Buna göre kültür ve medeniyet, aynı bütünün iki farklı görüntüsüdür. İslâm medeniyetinden söz ettiğimiz gibi, İslâm kültüründen de söz ediyoruz. Eğer medeniyet milletlerarası bir olgu olsaydı, o zaman farklı medeniyet havzalarından ve dolayısıyla farklı medeniyetlerden söz etmemiz mümkün olmayacaktı. Aynı zamanda bir bütünün, psikolojik ve fizikî özelliklerini birbirinden ayırmak sûretiyle, iki farklı olguya dönüştürülmesi de doğru değildir. Dolayısıyla iç içe olan bu iki kavram, sadece kapsam bakımından birbirinden ayrılırlar ve kültür daha dinamik yanı, medeniyetin işler yanını ifade ederken, medeniyet, oluşumu bitmiş ve tamamlanmış olanı da içerir.
Kültürün en belirleyici unsuru dindir. Karakoç dinin, sadece ibadetten ibaret olmadığını, ibadet ve inanç etrafında örülmüş edebiyat, sanat ve bilim eser ve faaliyetlerini de aynı çemberde toplamak gerektiğini söyler (Karakoç, 2003c: 20). Nitekim büyük bir millet olarak bizim ortaya koyduğumuz medeniyet de, dünyanın en büyük kültürü olan İslâm kültürünün bir eseridir. Bu kültürden boy vermiş İslâm Medeniyeti aslında, geçmiş medeniyetleri de içine alan, bugünkü medeniyet âlemine de temel bir kâide teşkil eden “asıl” medeniyettir. Karakoç bunu Hakikat Medeniyeti olarak adlandırıyor: “İlk insandan başlayarak kıyamete kadar gidecek aslında tek bir medeniyet vardır. O medeniyete hakikat medeniyeti dersek, bu medeniyetin zirve hali, geçmişte atalarımız tarafından her bakımdan mükemmel olarak ortaya konmuş olan İslâm Medeniyetidir. Ve bu medeniyetin büyük milleti bizim milletimizdir. İşte, bu millet, o yüzden, bir yandan ta Cebel-i Tarık’a kadar gidebilmiş o günkü teknoloji içinde ve bir yandan da Hindistan’a kadar varabilmiştir ve beş yüz sene bu bölgede, Ortadoğu’da ve çevresinde insanların mümkün olduğu kadar sulh ve sükûn içinde yaşamasını, barış içinde yaşamasını sağlamıştır” (Karakoç, 2003c: 21).
Devlet, bir toplumun millet durumuna gelmesinden sonra gündeme gelen bir olgudur. Dolayısıyla millet olamamış bir toplumun bir devlet kurması, bu mümkün olsa bile onu yaşatması imkânsızdır (Karakoç, 2003c: 17). Her ne kadar devletle medeniyet özdeşleştirilemezse de, bu ikisini birbirinden ayırmak da mümkün değildir. Çünkü devlet, medeniyetin “büyük dayanağı, desteği, eşsiz meyvesi ve devamının en büyük garantisi, medeniyet de, devletin varoluş sebebi, hikmet kaynağı, yaşama kuvveti, üzerine oturduğu kaidedir” (Karakoç, 1995: 87). Öyleyse devletsiz bir medeniyet en büyük desteğinden, devamının en güçlü garantisinden, medeniyetsiz bir devlet de varoluş nedeninden, yaşama gücünden yoksun kalır.
Ele alınan bu kavramlardan her biri, diğeri için vazgeçilmez kavramlardır. İdeal bir devlet, kültür, medeniyet ve milletin oluşması için, bunların hepsinin birbirleriyle uyumlu bir biçimde bir arada bulunması gerekir. Örnek olarak devletle milleti ele alalım: Belirli bir kültür ve medeniyete sahip bir millet, devletini bu değerler doğrultusunda kendisi kurduğu için, uyumda bir sorun yaşanmaz. Ancak bu iki unsurdan biri görmezden gelinerek dışarıdan müdahalelerle değiştirilmeye çalışılırsa, toplum hayatında büyük rahatsızlıkların doğması kaçınılmaz olur. Milletle devleti, vücutla elbiseye benzeten Karakoç, milletin devlete zorla uydurulmaya çalışılmasının, vücudun elbiseye uydurulmaya çalışılması kadar akıl almaz, saçma ve sağlıksız bir tutum olduğunu belirtir. Millete uyum sağlayamayan devlet, eninde sonunda bir değişim geçirmek zorunda kalacaktır. Bu değişim, yok olmaya kadar da gidebilecek bir değişimdir:
Asıl olan, milletin dışarıdan getirilmiş bir devlet modeline uydurulmak için zorlanması değil, toplumun ihtiyaçlarına, özelliklerine ve karakterine göre vücut bulmuş, şekillenmiş bir devlet modelini ortaya koymaktır.
Şüphesiz, devlet, milletin bir anlık görünümüne, enstantane vaziyetine göre değil, geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceğe ait umutları, beklentileriyle tüm bir dönemi, tarihi, kökü ve dallanıp budaklanışı, bütüne ait bir görüş ve varoluşla ilgili bir seziş aynasından gözlemlenmek ve incelenmek suretiyle vücut bulur. Devlet, aşağıdan yukarıya doğru teşkilâtlanarak giden bir toplum iradesinin en son çiçek açışı ve taçlanışıdır. Toplumda devlet ideali ve bu ideale lâyık olma şuur, bilgi ve fedakârlık işaret ve atılımları yoksa, tepeden inme devlet girişimleri, suni ve geçici olmaya mahkûmdur. Devletin, suni ve geçici olmaması için, milletin özüyle ve cevheriyle içten bir bağıntı halinde olması gerekir. (Karakoç, 1996b: 30–31).
3
Belli başlı unsurlarıyla açıklamış olduğumuz bu dört kavram, toplumların nasıl millet haline geldiğini, bu milletin ayakta durmak ve varlığını devam ettirmek için hangi temellere dayanması gerektiğini göstermektedir. Sezai Karakoç’un bu kavramlar üzerinde önemle ve ısrarla durması, ülkemizde yaşanmış ve yaşanmakta olan gerçeklerin bu kavramlarla doğrudan bağlantılı olmaları dolayısıyladır. Bugün, geçmişi daha da eskiye dayanan, ama fiilen Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra milletimizin paramparça edilmesi sonucunda birliğimiz ortadan kaldırılmıştır. Ele alınan temel kavramlar hakkında yeterli bilince sahip olunmadığı için, aslında aynı millete mensup olanlar arasındaki, birbirlerini ayrı milletten sayma yanlışı devam ediyor. İşte bu yanlışın düzeltilmesi, yeniden bu kavramların gereği gibi ele alınması ve hayata geçirilmesine bağlıdır. Bunun için en başta, kendi millet, kültür, medeniyet ve devlet anlayışımıza dönmemiz gerekir: Müslüman dünya, tarihinde bütün bu kavramları en olumlu biçimde kavramış ve hayata geçirmiştir. Bu konularda büyük bir deneyim sahibidir. Kültür ve medeniyetini de oluşturarak büyük devletler kurmuş ve yaşatmış bir milletiz. Fakat içine girdiğimiz ve halen de içinde bulunduğumuz akıl almaz bir Batılılaşma serüveni, kendimize ait değer ve kavramlarımızın bırakılarak yerine Batılı değer ve kavramların alınmasını getirdi. Bu durum, ülkemizle ilgili bütün meselelere bakış açımızı olumsuz yönde değiştirdiği için, hemen hiçbir konuda sorunlarımıza çözüm üretemiyoruz. Çünkü onların anlaşılması ve çözümü için temel olan kavramlardan mahrum edildik. Karakoç’un, Avrupa’dan aldığımız millet mefhumundan kendi millet anlayışımıza dönmemiz gerektiğini, eğer kendi millet anlayışımıza dönersek, o zaman, kendi elimizle kısıtladığımız, önünü kestiğimiz, kaynağını tıkadığımız bütün yolların açıldığını ve caddeye dönüştüğünü göreceğimizi hatırlatması bu yüzdendir. O, öncelikle kendi millet ve medeniyet anlayışımıza dönmedikçe, kendi milletimizin geçmişte ortaya koyduğu o büyük gerçeği idrak etmedikçe, geleceğe emin adımlarla yürümemizin mümkün olamayacağını belirtiyor. “Avrupa’dan gelen ve ırkçılık esasına dayanan millet mefhumu artık çürümüştür, bir işe yaramaz. Milletle vatanın, birbirinden ayrılmaz bir bütün şeklinde sımsıkı birbirine kenetlenmiş tarihle coğrafyada meydana geldiğini anlamak için, önce, kendi millet anlayışımıza sarılmalıyız” (Karakoç, 2003c: 22).
Karakoç’un, dönmemiz gerektiğini söylediği “kendi millet ve medeniyet anlayışımız”, bizi, çeşitli yıkımların ardından gelen bugünkü savrulmuşluklardan kurtaracak temel ve özdür. Yeniden değişmenin temel şartı bu öze dönmektir. Bu değişim, daha önce başka yönlere doğru yapılan değişme çabalarının aksine “kendi içine doğru” bir değişimdir ve adı da “diriliş”tir: “Bu diriliş için gerekli değişmeyi, iç değişmeyi mutlaka gerçekleştirmeliyiz” (Karakoç, 1996a: 33).
Batı’nın tek dil, tek ırk ve hatta tek dine dayalı ulus-devlet anlayışı, bizim ortak ideal merkezli, çok dilli, çok ırklı ve hatta çok inançlı millet anlayışımızla bağdaşmadığı gibi, gerçeklere de uygun değildir. Batı’nın, daracık şatodan ibaret ufacık bir devletten şehir devletine ve ardından millî devletlere kadar aldığı yol, ileriye doğru bir gidişe işaret ederken, bizim gerçekleştirdiğimiz çok büyük hacimli devletlerden millî (ulusal) devlete geçişimiz, tam aksine çerçevenin daraltılmasıdır. Dolayısıyla bizim için ulus-devlet anlayışı geriye gidiştir; “Ortadoğu islâm bölgesine bu öldürücü fikir Avrupalılar tarafından kasıtla aşılandı. Ve bugünkü sun’i, gayr-i tabii durum doğdu. Bugün Ortadoğu’daki sınırların hepsi uydurma, devletçiklerin hepsi sun’i, hayatsız, tarihî dayanaksız, Avrupalılarca ‘icat’ edilmiş yirminci yüzyıl garabetleridir” (Karakoç, 1996b: 88–89).
Kuşkusuz yanlışın sınırları bundan da ibaret değil. Bu geri anlayış, bizim toplumsal ve tarihî bir gerçeklik olarak ortaya koyduğumuz ümmet kavramının da devre dışı bırakılmasını doğurdu. Günümüzde Müslüman toplumların temel gerçeklerine yabancı kalemlerinin, Cumhuriyet’ten sonra “ümmet” anlayışından “millet” anlayışına döndüğümüz şeklinde, bu iki kavramı birbirine karıştıran ve birbirinin karşısına koyan büyük bir yanlışı var. Oysa bunlar, medeniyetimizin büyük zenginliğini gösteren birbirine bağlı, ancak farklı iki kavramdır. Karakoç, Müslümanların sadece bir ümmet değil, aynı zamanda bir millet olduklarını, “ümmet”in, “millet” kumaşının iç tarafına verilen ad olduğunu söyler. Bu, bizim toplumsal yapımızın anlaşılması açısından çok önemli ve hatta temel bir belirlemedir. Müslüman dünya bir ümmet (Muhammed ümmeti) oluşturmakla, kendi medeniyet havzasında iç birliğini sağlarken, dışarıya karşı birliğini de millet (İslâm milleti) olma özellikleriyle sağlamlaştırmaktadırlar. “Diğer bir deyişle, ‘millet’, islâm toplumunun objektif ifadesi ise, ‘ümmet’, sübjektif ifadesidir” (Karakoç, 1996b: 88). Ümmet fikrine ideolojik bir anlam yükleyerek hayatın dışına itenlerin, bunu milletimizin iç bütünlüğünü bozmak için yaptıkları kuşku götürmez. Karakoç bu yüzden, 1923’ten sonra millet olmaya başladık diyerek kökenini ilkellikle suçlayanlara karşı şu cevabı veriyor: “Biz, en az bin yıldan beri anlı şanlı ve canlı bir milletiz. Ve bu millet, büyük bir medeniyet meydana getirmiştir. Zaten büyük bir medeniyet meydana getiremeyen milletler, tarihin karanlıklarına gömülür giderler” (Karakoç, 2003c: 18). Bunu söylemek, milletimizin köklerini inkâr etmek, onun birliğini ortadan kaldırarak dünyada yalnızlaştırmaktan başka anlam taşımaz. Bu yüzden “…öyle ‘biz yirminci yüzyılda millet olmaya başladık’ sözlerine aldanmayız. Biz, çok eskiden, ta Maveraünnehir’den ve daha evvelinden, Peygamber Efendimiz devrinden itibaren büyük bir millettik. Ve işte o millettir ki, (…) Osmanlı Devleti’ni kurmuş ve Osmanlı Medeniyeti’ni gerçekleştirmiştir. Sonra Avrupa bu devleti yıktı” (Karakoç, 2003c: 21–22).
Sezai Karakoç, milletin aydınları için bu yıkımı ve gerçekte yıkımdan önce başlayarak bizi ikiyüz yıldır derinden sarsan “medeniyetimizin büyük krizi”ni görmenin, ondan çıkışın başlangıcı olduğunu belirtir. İçinde bulunduğumuz medeniyet krizi kabul edilmedikçe, sorunlarımıza bu büyük pencereden bakılmadıkça, teşhis mümkün olmayacak ve çözüm de asla gelmeyecektir. Nitekim son ikiyüz yıllık yaşama mücadelemize baktığımızda, çıkışlar hep yüzeysel kalmış ve akamete uğramıştır. Krizin derinliği, genişliği ve büyüklüğünü anlamak, onun çözümü konusunda üzerimize düşen çabanın da büyülüğünü gösterecektir. İslâm tarihinin bu en büyük krizinden, en ciddi, en kapsamlı bunalımından, bu gerçeği görmeden, başımızı devekuşu gibi kuma gömerek ve sorunları başka yerlerde aramak sûretiyle kendimizi kandırarak çıkamayız (Karakoç, 1995: 73–74).
Kendi medeniyeti olmayan, ya da kendine özgü medeniyet anlayışını terk eden bir milletin millet olamayacağı gerçeği, her şeyin, temel tez olan “Medeniyet Tezi”nde düğümlendiğini göstermektedir. Öyleyse doğru olan, milleti bir dil, bir renk ve bir ırkla sınırlayan medeniyet tezinden; şekil, ırk ve coğrafya birliği olmasa bile, dillerin, ırkların, renklerin, âdetlerin kaynaştığı medeniyet tezine dönmektir (Karakoç, 2003c: 18). Kaderi birbirine sıkı sıkıya bağlı olan, gerçekte de aynı milleti oluşturan Ortadoğu İslâm halklarının mutluluğu için tek çözüm “… geçmişte zaten geniş ve uzun bir dönem uygulaması olan, medeniyet esasına dayalı, çok dilli, çok ırklı, çok cepheli, çok boyutlu, çok renkli ‘millet’ fikir ve gerçeğine dönülmesi”dir. Bütün Ortadoğu’da, insanlar arasındaki temel birleştirici değerlerin ortadan kaldırılarak halkların birbirine düşürülmesinde, Batılılara aldanışın getirdiği “ırk taassubu”, bizim de içinde bulunduğumuz “bu bölgede halkların birbirini kırdığı bir trajediyi devam ettirip duracaktır. ‘Büyük Millet’ fikri, bu akıl almaz yozlaşmadan kurtaracak tek fikirdir Ortadoğu Müslüman halkını” (Karakoç, 1996b: 89).
Sezai Karakoç, öncü bir düşünür olarak, bağlı olduğumuz medeniyet havzasının, içinde bulunduğu büyük krizden çıkış yolunun “Büyük Millet” fikrine yeniden dönmek olduğunu ve sorunun kendimize ait temel tez olan “Medeniyet Tezi”nde düğümlendiğini, ısrarla ve büyük bir sorumluluk bilinci içinde söylüyor. Bu sese kulak veren, bu fikrin idealisti ve gerçekleştiricileri olan aydınlar ise, “tarihimizin karanlık çehresini yeniden aydınlatacak kahramanlardır”.
Yazı içinde alıntı yapılan ve kısaltmalarla gösterilen Sezai Karakoç’a ait eserler:
(1995) Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I.
(1996a) Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I.
(1996b) Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II.
(2003a) Çıkış Yolu I- Ülkemizin Geleceği.
(2003b) Çıkış Yolu II- Medeniyetimizin Dirilişi.
(2003c) Çıkış Yolu III- Kutlu Millet Gerçeği.
(2005) Düşünceler I- Kavramlar.