YÜKSEL KANAR
1/
İnsan niçin bilmek ister? Bu soru tüm basit yaklaşımların üzerinde, insana gerçek kimliğini kazandıran, onu diğer varlıklardan ayıran akıllı ve düşünen bir varlık olma özelliği açısından cevaplandırılmalıdır. Bilgi isteği, bedenin yemek ihtiyacının benzeri olarak, ruhun ve zihnin aydınlığa kavuşma isteğidir. Çünkü karanlık, göz için olduğu kadar zihin için de gerçekten acı vericidir. Karanlığın içinden –ve hele derinliklerinden- aydınlığı fışkırtabilmek, insanda derin bir sevinç yaratır. Bu yüzdendir ki Hume, hayatta tutabileceğimiz en hoş ve masum yolun, bizi bilginin ve öğrenmenin peşisıra götüren yol olduğunu söylemiştir: “Her kim ki bu yolu birkaç engelden olsun temizleyebilir yahut da bu yolda herhangi yeni bir görüş ufku açabilirse, o nispette, insanlığın bir velinimeti sayılmalıdır”.
Sağduyusunu yitirmemiş bütün toplumların en büyük özlemi, yüksek bir beğeni ve üstün bir yargılama yeteneği gösteren bireylere sahip olmaktır. Bu bireyler, bağlı bulundukları toplumun değerlerini büyük bir ustalıkla işleyecek, anlamını derinleştirecekler, dolayısıyla da daha iyi tanınmalarını, sahiplenilmelerini ve inanılarak savunulmalarını sağlayacaklardır. Birey halinde veya toplum olarak insanlar, özellikle günümüzde, büyük bir etkileşim içinde olduklarından, kendi toplumunu etkileyen hangi değerlerin kabul edilebilir, hangilerinin edilemez olduğu yargısını da bunlar vereceklerdir.
Belirli bir dünya görüşüne bağlı olarak büyük kültürler kurabilmiş toplumlar, bu özellikteki insanların ürünüdür. Ama hiçbir zaman, binlerce bireyin katkılarıyla ve yüzyıllar içinde oluşmuş olan sağlam bir toplum yapısının bireylerin yetişmesindeki büyük rolünü de unutmamalıyız. Çünkü geçmişin birikimleri korunmadan –hele onların hiç düşünmeden bir çırpıda reddedilmesiyle- kişisel yeteneklerin anlaşılması mümkün değildir. Doğaldır ki buradaki “koruma”, kültürlü bireylerin beğeni ve yargı süzgecinden geçmiş değerler için söz konusudur. Yoksa bireysel ve toplumsal hafızaların birer çöplüğe dönüşmesinin önüne geçilemez. Kültürce yüksel kişiler toplumu etkiler ve onun şekillenmesinde rol oynarlar; bu şekilde oluşan toplum da yeniden bireyleri etkiler. Geçen yüzyıllar boyunca bu durum, karşılıklı etkileşim ve çevrim halinde sürüp gider. Sağlıklı yüksek kültürlerin ortaya çıkması böyle bir toplum-birey etkileşiminin sonucudur. Birey, oluşumunda kendisinin de payı bulunan toplumun üyesi olmaktan mutludur; toplumsa böyle yüksek kişilik göstermiş bireylere sahip olmaktan gurur duyar. Kültürsüz bir toplumda, toplum-birey ilişkisi kopmuştur. Toplum çoraklaşmış, yeni şeyler ortaya koyma özelliklerinden uzaklaşmış, birey de topluma ve kendine olan tüm güvenini yitirmiştir. Manevî açlığının farkına varamayan bu tür toplumlarda üyeler, ancak biyolojik gereksinimlerini gidermek için çabalarlar. Bilgileri, maddî duygularına seslenen birtakım kaba malzemelerden ibarettir. Biyoloji ve psikoloji araştırıcılarının yakın denebilecek bir zamanda itiraf ettikleri bir gerçek var: İnsanın belli psişik ve sosyal gereksinimleri, kuşkusuz onun maddî-organik gereksinimleri kadar güçlü ve temellidir. Sosyal bağ, karşılıklı ilgi, sevilme, beğenilme gibi gereksinimlerin tatmin edilememesi, hekim ve klinikçilere göre hayatı tehlikeye sokabilir. Zaten toplumsal krizlerin en büyük nedeni de, kolektif bilinçte meydana gelen bu türden rahatsızlıklardır.
İnsanın biyoloji-üstü sosyal gereksinimleri, adına “kültür” dediğimiz büyük oluşumla giderilebilir. Çünkü kültür, bağlanılan dünya görüşünün pratiğe aktarılarak bir dünya-üslûbu biçimine dönüşmesidir. Dünyagörüşünün temel ilkeleri toplumda, kültürün çift yönlü imkânıyla, bir yandan belirli ve anlamlı bir davranış biçimi veya alışkanlıklar halinde, öte yandan da bir düşünce sitili olarak yerleşir ve kökleşir. Şu halde kültür, örnek olarak İslâm toplumunu ele alırsak, İslâmî dünyagörüşü içindeki ilkelerin eylem ve düşünce planında gerçeklik kazanması anlamına gelir. Bu dünyagörüşünün “kavramları” ancak kültür aracılığıyla, dünyayı görmenin ve kavramanın organları haline dönüşür. Bir bakıma kültür, dünyagörüşünün olaylara dönük prizmasıdır. Kişiler dünyayı bu prizmanın arkasından seyrederler.
2/
B. Taylor, kültür ya da uygarlığın “bilgi, inanç, sanat ahlâk, hukuk, örf ve adetler ve toplumun bir üyesi olarak insanoğlu tarafından kazanılmış olan diğer alışkanlık ve yetenekleri de kapsayan karmaşık bir bütün” olduğunu yazmıştır. Burada “kültür”ün, “kazanılmış” alışkanlıklar ve yetenekler olarak tanımlanmasına dikkat edilmelidir. Çünkü diğer varlıklardan farklı olarak insan, “yalnızca doğal etkenler altında belirlenmiş ve sınırlanmış bir doğa varlığı değildir”. Doğanın bir parçası olduğu ve ondan büyük ölçüde etkilendiği halde o, “bu dış etkenleri kendisi için denetim altına alan ve sonunda düşünen, hisseden, istenç sahibi varlık olarak bu etkenlere bir biçim veren kültür öznesidir”. Bir arı veya karınca kolonisi, tarihin en eski dönemlerindeki davranışlarını, günümüzde de sürdürmektedir. Oysa insan, başlangıçtan günümüze kadar, hızını giderek artıran bir tempoyla büyük gelişmeler kaydetmiştir. Bunun nedeni, akıl varlığı olarak insanın, içinde bulunduğu şartları sürekli aşmak istemesidir. Kültüre giden yol, her zaman bu “şartları aşma” yönünde ilerler. Biçim vericilik de insana özgü bir yetenektir. Kültür kelimesinin sözlük anlamı da, insana özgü bu biçim verme, işleme ve geliştirme sürecini (prosesini) dile getirir:
“Kültür demek, b a k ı m demektir. C u l t u r a a g r i: tarla bakımı (yani toprağı işleme), c u l t u r a a n i m a e: ruh bakımı, burada geniş manasıyla aynı zamanda: yapma, farklılaşma olduğu kadar, bütünlenme, biçim verme, iyice işleme, iyice şekillendirme, damgasını basma, üslûp verme, yüksek bir üslûp verme, mükemmelleştirme, geliştirme, derinleştirme demektir. Nasıl modern bir otomobil yolu basit bir keçi yolunun yeni ve son şekli ise, yahut nasıl modern bir harp gemisi ilkel bir yelkenlinin, meselâ bir Wiking yelkenlisinin yeni bir şekli ise, medeniyet de geçmişten miras kalmış nüveleri (Anlage) durmadan işler; yalnız buradaki büyümeğe bakıp da içteki şekillenmeği unutmamalıyız”.
Belirli bir dünyagörüşünü odak alarak kültür bakımından biçim kazanmış toplumlarda görülen şey, b e l l i b i r t a r z d a, insana lâyık görülen bir tarzda yaşamaktır. F a r k l ı o l m a k ve k e n d i k e n d i s i o l m a k, kültürün temel dinamiği olarak karşımıza çıkar. İşe hayat üslûbunun şekil alması, keskin çizgiler kazanması, içten içe beslenerek son şekline varması bu yolla mümkün olur. Toplumun böyle bir yola girmesinin, kendine duyduğu güvenle yakın ilişkisi vardır. Bu güveni oluşturmuş olan topluluklar, kendilerini dünyanın kalbi olarak görürler. Rothacker bu duyguyu, bir Romalının CİVİS ROMANUS SUM (Ben Roma vatandaşıyım) cümlesinin arkasında yatan anlamı açıklarken şöyle belirtiyor: “Biz dünyanın yüreğiyiz. Biz seçilmiş olan kavmiz, kavimlerin gözdesiyiz. Biz gerçek insanlarız, gerçek medeniyet de, asıl humanitas da bizdedir. İnsan bizim yaşadığımız gibi yaşıyorsa doğru yaşıyor demektir. Yabancılar, barbarlar bizim yaşadığımız tarzda, yani yaşanması gerektiği tarzda yaşamıyorlar”. Şimdi bu iddianın büyüklüğüne ve nasıl bir güvene dayandığına bir bakalım: eğer gurur duyulan bu topluluk olmasa, dünyanın atan kalbi durur, ortada medeniyet, kültür, kısacası insanlık diye bir şey kalmaz. İnsanlar doğru düzgün yaşamak için gerekli olan örneği yitirmiş olurlar… Burada önemli olan Roma, Yunan, ya da Hint uygarlıklarının gerçekten büyük olup olmadıkları, ya da böyle bir iddiaya lâyık olup olmadıkları değildir; önemli olan, bir kültür doğarken o kültürün taşıyıcısı olan kavimlerin geliştirip şekillendirdiği kendilerine özgü yaşama tarzlarıdır. Onlara “benim” dedirten özgüven de budur. Bir Müslüman için de, oluşturduğu kendine özgü kişilik dolayısıyla, aynı haklı gurur geçerlidir. O da güvenle BEN MÜSLÜMANIM derken, kuşkusuz ki, her şeyden önce yüce yaratıcının, inanan bir topluluk olarak Müslümanları, bütün insanlığın hayrı için çıkarılmış en hayırlı “ümmet” olarak nitelendirişini düşünüyordur. Burada, daha önceki kültürlerin bir kavme inhisar eden bencillikleri ortadan kaldırılmış, sınır genişletilmiştir. Bir Romalı için, yalnızca Romalı gerçek insandır. Yabancılar, barbarlar hiçbir zaman Romalı olamayacaklarına göre, Romalıdan başka hiçbir kavim gerçek insanlığı tadamayacaktır. İslâm, herhangi bir ırka ayrıcalık tanımadığı için “insanlık” kapısını herkese açık tutmuştur. Hangi ırktan veya hangi coğrafyadan olursa olsun BEN MÜSLÜMANIM diyen herkes bu büyük kapıdan içeri girebilir. Yine Kuran’ın açıkladığı üzere, bu en hayırlı ümmetin temel özelliği “iyilikleri emretmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak”tır. İyilik ve kötülükler ise, İslâm dininin temel kaynağı olan Kur’an’da Allah tarafından bize bildirilmiştir. Böylece egemenliğin kaynağı da, mutlak anlamda tarafsız olamayacak “halk efkârından Allah’a intikal etmiş”tir.
Hemen görüldüğü üzere, İslâm’la birlikte müthiş büyüklükte bir kavramlar sistemi içine giriyoruz. Doğu kavimlerinde mistisizme, Yunan’da felsefe ve estetiğe, Roma’da hukuka dayalı kavramlar ağı, İslâm’la birlikte hayatın bütün alanlarını kuşatan oldukça geniş bir çerçeveye kavuşuyor. Kelimenin tam anlamıyla İslâm, o güne kadar görülmeyen büyük bir kara parçasının su yüzüne çıkması gibidir. Bu örnekle göstermek istediğimiz, bir toplumun kendi özünü ifade etmek için kabullendiği formüllerinin bulunması gerekliliğidir. Her kültürün ortaya koyduğu kavramlarda, kendine özgü bir yaşama üslûbu dile gelir. Bu üslûp sadece siyasî, hukukî, ahlâkî bir anlam taşımaz; toplumun sanatına, edebiyatına ve diğer tüm değerlerine de siner aynı zamanda.
3/
Avrupa’da 17 ve 18. yüzyıllarda, yüksek beğeni ve yargılama yeteneği gösteren bireyler yetiştirme özlemini dile getirmek üzere ortaya atılan “hümanist bilimler” deyimi, insan etkinliklerinin çoğu üzerinde bilgi sahibi olan, insana ait hiçbir şeye yabancı kalmayan belirli bir “aydın insan” anlayışını ifade ediyordu. Bu deyimin dile getirdiği ansiklopedist bakış açısı, daha sonra modern dünyada lise müfredatının temeli olarak neredeyse sıradan insanların bilgi kapasitelerini içerecek ölçüde uygulanma alanına konuldu. Bu anlayışın, insanı hayata hazırlayan büyük bir imkân olduğunda kuşku yoktur. Çünkü lise eğitimi boyunca çok geniş bir alana yayılarak çeşitlilik gösteren bu ilk bilgiler toplamı, insanın zihinsel döşeme öğelerinden önemli bir bölümünü oluşturur. Bunlara radyo, televizyon, bilgisayar, gazete ve dergi gibi birtakım araçların yaydığı bilgileri de katarsak, bireyin ileride üzerine kültürünü bina edeceği alt-kültür alanı aşağı yukarı tamamlanmış olur. Bu alt-kültür alanı, insanın anadilini öğrenmesine benzeyen bir süreç içinde, önce “boş sözcükler” kümesini oluşturur; giderek bu boş sözcüklerin içi doldurulmaya, beslenmeye ve birbirleriyle bağlantılar kurulmaya başlanır. Sözcükler, bilgilerimizin temelini oluşturan bazı niteliklerle çevrelenmeye ve arkasından da kendilerinden yararlanma becerisini kazanma imkânına götürürler.
Kültürlü bir toplumun bireyleri kendilerini, gelecekte içeriğini genişletecekleri “boş sözcükler” açısından zengin bir ortamda bulurlar. Toplumun ilgileri ne kadar canlı, geniş ve zenginse, yetişen bireylerin ilgileri de o derecede zengin ve diri olacaktır. Çünkü kültür, “kazanılmış alışkanlık ve yetenekler” toplamı olarak “kısmen eğitim yoluyla, kısmen de içinde bulunmaktan dolayı sosyal çevreden kaynaklanır”. Burada toplumda yaygın olan bir yanlış anlayışa işaret etmeliyiz: Belirttiğimiz gibi, okulların ve kitle iletişim araçlarının insana kazandırdığı şeyler “kültür”ün kendisi değil, onun üzerine kurulacağı “alt-kültür”ü ifade eder. Bu bakımdan malûmatı kültürden ayırmak gerekir. Dolayısıyla bunlar, insanı kültürlü yapmaya yetecek bilgiler olmaktan uzaktır. Okuldan öğrendiklerine çeşitli araçlardan edindiği malûmatları da katarak sağlam bir hafızanın yardımıyla, girdiği bilgi yarışmalarında iyi dereceler elde eden bir kişinin, sıradan insanlar yanında sahip olduğu konumun adı kültür değildir. “Kültürlü insan” deyimi budan daha farklı bir durumu ifade eder.
“Kültürlü insan” deyimini açıklamak üzere, kültürle birlikte “düşünce” kavramını da göz önünde bulundurmalıyız. “Kültür, etkin bir süreci temsil eden düşünce” değil, “bilgimizin yapısı olmazdan önce, herkesin zihninin her anki döşemesi olarak” görünür. Oysa düşünce, “kültürden ve özellikle herkesin belleğinde mevcut bilgi öğelerinin bir tür bileşiminden doğar ve beslenir”. Yani kültür, düşüncenin maddesini oluşturan bir kazanım, bir içerik ve bir varlık olarak görünür. Düşüncenin materyali olarak kültür, tıpkı belirli bir mekânın belirli bir zamanda ve yine belirli bir bakış açısından çekilen fotoğrafı gibi, yalnızca “olan”ı temsil eder. Düşünce ise, yine aynı benzetmeden hareket edersek, belirli bir mekânın değişik zamanlarda ve değişik bakış açılarından, bir film şeridi halinde ve bu filmi çekenin algılayışı yönünde hareket ettirilmesi gibi “yapılanı” temsil eder. Şu halde kültür, düşüncemizi yapan bilgidir. Bu yüzdendir ki, kültürden düşünceye gidemeyen bir insan “kültürlü” vasfı kazanamaz. Acaba bu, niçin böyledir?
Üzerinde durduğumuz gibi kültür, “insanoğlunun genel olarak sahip olduğu düşünce araçlarının bütünüdür”. Nasıl ki, gerekli bütün malzemeye sahip olduğu halde, elindekilerle bir “masa”yı yapamayan insana “marangoz” denemezse, düşünce için gerekli olan malzemeyi kullanmasını beceremeyen kimseye de “kültürlü” insan denilemez. Moles’in işaret ettiği gibi, birey, belirli bir sosyal ve fiziksel çevrede yer almakta; bu çevre bireye sürekli mesajlar vermekte, o da bunları hafızasında bütünleştirici bir algı içinde özümsemektedir. Bu mesajlar kazanılmış kültüre, yani bir sosyal grubun ortak hafızasının temsil ettiği geçmişe ait olabileceği gibi, sürekli gelişim halinde bulunan yaşayan kültüre de ait olabilir. Eğer insan, düşünceyi renklendiren bu referansların, niteliklerin ve harmonilerin bütününe ulaşan bir yekûnu elde edemiyorsa, kültürlü insan olma şartına ulaşamıyor demektir.
4/
Kültürün sağladığı en önemli imkân olan “düşünme”, insana özgü olan “soyutlama” düzeyi ile yakından ilgilidir. Düşünce, büyük ölçüde ve her şeyden önce bir soyutlama faaliyetidir. Düşünce bakımından geri topluluklarda araştırıcıların en fazla dikkatlerini çeken nokta, onların soyut ve genel kavram (tümeller) açısından yoksul olmalarıdır. Bu tür topluluklarda dil, genel olarak yalnızca duyularla algılanan gerçek varlıkların tanımlanma ve özel eşyayı belirtme araçları olarak ortaya çıkar. Dilbilimi ve etnoloji üzerine yazılmış çeşitli eserlerde bu konuda bizi aydınlatacak birçok örnek bulmak mümkündür. “Çöl çevresinde yaşadıkları için Kaffer’lerin dilinde sırf kahverenginin tonlarını karşılayan 500–800 kelime vardır. Maori’ler yuvarlak hesap tam 3000 renk bilirler ve her biri için de ayrı bir isim kullanırlar. Gaucho’larda ise at renklerine mahsus 200 tabir, buna karşılık sadece 4 bitki adı vardır. Bazı zenci dillerinde, başlıca beslenme kaynakları olan hurma ağacının çeşitli türlerini gösteren 50–60 kelime olduğu halde, botanikteki hurma ağacı üst kavramına sahip değildirler. Litvanya dilinde gri (kurşunî) rengini karşılayan birçok kelime mevcut olmakla beraber, bu kelimelerin hepsi belli objelere bağlıdır: Meselâ gri (yahut kır) saç, kurşunî gözler, gri ördekler, gri kazlar gibi kelimeler olduğu halde, buların hepsini içine alan gri kelimesi yoktur”.
Bir kültürde tek tek nesneleri içine alan dilin gelişmesine karşılık, bunların hepsini içine alan üst kavramların yahut soyut kavramların bulunmayışı, o kültürün olgunluk derecesiyle ilgilidir. İlkel kültürlerde düşünce şu adama, sonra bir başkasına gider; fakat “insan” kavramına ulaşamaz. Bu durum, ilkel kültürlerin soyut düşünce yetisini henüz elde edemediklerini gösterir. Burada “ilkel” kelimesiyle belirtmek istediğimiz, zaman bakımından öncelik değildir. Bütün sonraki toplumlarda, hatta kendisini modernlikle niteleyen toplumlarda da bir düşünce ilkelliği her zaman söz konusu olabilir. Beyinleri zedelenmiş insanlar üzerinde yapılmış olan deneysel araştırmalar, bunların soyut kavramlara sahip olmadıkları ve soyut kavramlar oluşturamadıklarını göstermiştir. Bir de bilerek kültürel özellikleriyle oynanan, kültürsüzleştirme ve tarihsizleştirmeyle karşı karşıya kalmış olan, soyutlama yetenekleri ellerinden alınmış olanlar vardır.
Dil, kültürün ifade edilmesi ve gelecek nesillere aktarılması için önemli bir araçtır. Bu aracın yeterince güçlü olamaması, onunla ifade edilen düşüncenin de güçsüzlüğünü gösterir. Max Müller’in, “…bir dil hastalığı bir düşünce hastalığının eşidir” sözünden çıkarılacak olan anlam budur. Ülkemizde Türkçe üzerindeki yapay tasarrufların, düşünceyi de olumsuz yönde etkilemesi bunun tipik örneğini oluşturur. İnsan ancak hayatıyla ilgili olan şeylerin farkına varır. “Nelerin özel bir kelime ile tesbit edilecek kadar dikkate değer olduğunu”, dile bakarak anlarız. Bir dilin sözlüğü, hayatla ilgili olmayan, ya da kendisine ait olmayan bir yığın kelimeden oluşmuşsa, bu dille düşünceye ulaşılamaz. Bizdeki dil çalışmaları bir ara, tasfiyecilik adı verilen “şu kelime” yerine “bu kelime”yi koymak şeklinde yürütülüyordu. Arkasından gelen aşamada ise dilimiz, tamamen İngiliz dilinin tasallutu altına girdi. Böyle bir ortamda bir kültür dili oluşturmak elbette imkân dışıdır.
5/
Dil ve düşünce hastalığının temel nedeni, dolayısıyla da kültürün çöküşünde en büyük etken, zahmete girmeden başkasının düşündüğünü aynen almak demek olan “taklit”tir. Taklit, birçok düşünür tarafından toplumun vebası, ya da kanseri olarak nitelendirilmiştir. Gerçekten de bu, her şeyden önce kendine olan güven duygusunu yitirmiş toplumların hastalığıdır. Yeterli bir kültürel beslenme gerçekleştiremeyen toplumlar, daha baskın bir varlık gösteren diğer bir kültürün güdümüne girer. Artık çalışıp çabalamak yerine, bu hazır ögeleri almak daha kolay, bir iddia sahibi olunmadığı için de daha çekici hale gelmiştir. Bu durumda bir de, zihin ataletinin kişi ve toplumu kendi kendini suçlamaya itmesi vardır. Ama kuşkusuz taklidin en büyük zararı, taklit edileni anlama yolunun tıkanmasıdır. Böylece kendisi ortaya bir ürün koyamayanlar, başkalarını da anlayamadığı için tamamen ortada kalmışlardır.
Taklit, taklitçi toplum için olduğu kadar, taklit edilen toplum kültürü açısından da zararlıdır. Taklitçilik edilgen bir eylem olduğundan, taklit edilen kültür bu yolla sürekli kemirilir. Kendi doğal ortamından koparıldığından, bir taraf için yabancı bir unsur haline gelirken, bir taraf için de yozlaştırıcı bir unsur özelliğine bürünür.
Taklidin en zararlı tarafı ise, taklitçinin bütün düşünsel yeteneklerini yok etmesidir. Çünkü taklit edilen şey için hiçbir emek harcanmamış, hazır olarak alınmıştır. Hazır alınan, oluşumuna katkıda bulunulmayan şey, gerçekte yabancısı olduğumuz şeydir. Böyle bir şeyin gelişmesine katkıda bulunmak mümkün değil. Dolayısıyla taklit edilen şeyin sahipleri, mallarını sürekli geliştirirlerken, taklitçi onun oluşmasını beklemek, dolayısıyla hep arkada kalmak zorundadır.