İslam’da Kamu Hukuku ve Devlet İktisadı

 

YETKİN

YETKİN İLKER JANDAR

İslam düşüncesinde mebde ve mead kavramları vardır. Başlangıç ve son olarak tarif edebiliriz bu kavramları. Hatta son anlamındaki meadın, geri dönmek ve yeniden başlamak gibi, mebdeye dairesel olarak bağlanan bir mana genişliği de söz konusudur. Ölüm ile karşılaşınca zikredilen  “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” yani “Allah’tan geldik, yine ona döneceğiz”  ayet-i kerimesi de, mebde ve mead birliğine işaret eder. Biz insanlar, nefs-i vahideden yaratılmış beşeriyet olarak, başlangıcı ve sonu “Bir” olan aynı yolda yürüyoruz.

İnsanlar gibi milletlerin ve milletleri oluşturan kavimlerin de bir mebdei, hüviyet ve mahiyetleri ile tarihsel alanda şahsiyet kazandıkları bir başlangıçları vardır. Milletimizin birliği, toplumlarımızın ve halklarımızın mebdeinin birliği anlamına gelir. İslam Milleti’ni oluşturan kavimler, kendilerini tarihin içinden bugüne taşıyan ve var kılan karakteristik özelliklerini, İslam ile aydınlandıktan sonra kazanmışlardır. İslam Medeniyeti dairesini oluşturan bütün kavimler, bu medeniyetin oluşum ve gelişim süreci boyunca onun rengi ile boyanmışlar, belli bir oranda kendi renklerini de bu müşterek renge katmışlar, böylelikle hikmetin ve rahmetin gereği olarak, İslam Birliği tablosuna aynı rengin farklı tonlarını taşımış ve yansıtmışlardır. Mahatma Gandhi’nin, Hindistan’ın bölünmesi aşamasında söylediği; “Hindistan bir şark halısıdır, iç içe geçmiş renkleri ve desenlerinin birbirinden ayrılması mümkün değildir” sözü, İslam coğrafyası için de geçerlidir. İslam Birliği tablosunun makul ve estetik bir şekilde parçalara ayrılması mümkün değildir. Bir şark halısı parçalandığında nasıl bütün parçalarındaki renk ve desen ahengi aynı oranda kayboluyorsa, İslam Birliği parçalandığında, İslam Milleti’ni oluşturan bütün kavimler de aynı oranda kendi renk ve desenleri olan hüviyet ve mahiyetlerini kaybetmişler, büyük bir şahsiyet yani kimlik bunalımına girmişlerdir.

Mebde İle Mead Arasındaki Yol

Şahidi olduğumuz bu hakikat bize gösteriyor ki, mebdei ve meadı bir olan toplumlarımızın, tariki yani yolu da birdir. Aynı noktadan başlayıp yüzlerce yıl birlikte yürüdüğümüz bu yolun sonuna da birlikte ulaşmış durumdayız. Öyleyse meadın diğer anlamıyla harekete geçmek ve geçmiş çağlarımızın tecrübe ve birikimiyle her şeye yeniden başlamak imkanına sahibiz.

Bunu başarabilmek için, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış olan idrakimizi bir derece daha yükseltmek ve milletimizin kaderine geçmişi, bugünü ve geleceği kapsayan bir ân-ı dâimin penceresinden bakmak mecburiyetindeyiz. Ân-ı daim penceresinin bize açık olan tek kanadı, içinde bulunduğumuz ân yani şimdiki zamandır. Seyyid Şerif Cürcani, “Hâl, mazinin sonu, istikbalin başlangıcıdır” der Tarifat’ında. Geçmişi değerlendirmek ve istikbale hazırlanmak için sahip olduğumuz imkan, tüm zamanların arafı ve berzahı olan şimdiki zamanda saklıdır. İstikbal, geçmişteki ve bugündeki ahvalimize bağlıdır. İstikbali hazırlamak isteyen, geçmişi iyi öğrenmeli ve bugünkü haline bakmalıdır.

Milli Hukuk Tarihimiz

Milli hukukumuzun iki temel ideali vardır ki, milletimiz tarih boyunca hep bu idealleri aramış, bu ideallere yönelmiş, bu idealleri gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu ideallerden birincisi adalettir. Muhyiddin İbn Arabi, Miladi 13. yüzyılın tefekkür abidelerinden olan Fütuhat-ı Mekkiyye’de şöyle diyor; “Tebaasının hallerini gözetmeyen, onlarda adaleti uygulamayan, kendilerine yaraşan iyilikle onlara davranmayan her sultan, gerçekte kendisini azletmiştir.” O asrın göz kamaştırıcı sayısız eserden oluşan ilmi telifatı tümü ile yok kabul edilse bile, sadece bu cümle yeni bir çağa kapı açacak kudrettedir. Nitekim açmıştır da. Bu yeni çağda adalet ideasının içtimai hayatta tecessümü için, kamu görevlerinde liyakata önem verilmesi, yani emanetin ehline verilmesi temel ilke olarak kabul edilmiştir. İbn Arabi’nin takipçilerinden ve Hanefi fakihlerinden olan Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Cami’ul Fusuleyn (Yargılama Usulüne Dair) adlı eserinin mukaddimesinde şu satırlara yer veriyor; Sultanın, bu görev (hakimlik) için en uygun olan kişiyi seçmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber, “Tebaası içinde daha uygunu (liyakatlisi) varken başka birini bir göreve getiren kişi, hem Allah’a, hem Allah’ın resulüne hem de Müslümanlara hıyanet etmiş olur.” buyurmaktadır… Vali atamalarında da durum böyledir.” Adaletin sağlanması için, devletin yüklendiği bir emanet durumunda olan kamu görevlerinin, ehline yani liyakat sahiplerine verilmesi ilk şarttır. Bu şartı izleyen ikinci şart ise, hakimin ya da valinin tatbik ve riayet edeceği hukukun doğru tayin edilmesidir.

Bu bağlamı hatırımızdan çıkarmadan, Osmanlı Devri’nin son kuşağına kulak verelim. Elmalılı Hamdi Yazır, milli hukukumuzun ikinci büyük idealini şöyle ifade ediyor; “”Lisan-ı İslam’da hürriyet, hukukuna malik olmak diye tarif olunur. Bunun zıddı, hukukuna başkasının malik olmasıdır ki, bu da esarettir.” İslam’da, insana ve topluma yüklenen emanetin yani  arzdaki hilafetin tahakkuk şartı iradedir. İrade, ancak hürriyet ile birlikte var olur. Hürriyetin olmadığı yerde ne iradeden, ne hilafetten, ne emanetten, ne de hukuktan bahsedebiliriz. Bu sebeple İslam Milleti’nin var olma davası, Hicret’ten günümüze hep kendi hukukuna malik olmak, yani hürriyet olmuştur. Müslümanlar için bunun tek yolu devlet kurmak ve devlet olmaktır. Bu yol bizzat Hz. Peygamberin yolu ve metodudur.

Adil Vergi Sistemi

Medine’de İslam Devleti’nin kuruluşundan itibaren İslam Hukuku, sağlam ve net ilkelere dayalı bir vergi sistemi geliştirmiştir. Vergilendirmede adalet ve denetim esastır. Vergilendirmede adalet, eşitlik ve dengeye dayanır. Halkı ezecek, fakirleştirecek, yaşayamaz hale getirecek ağır vergiler söz konusu değildir.

Emanet ilkesinin bir yansıması olarak vergi ödememe ya da vergi kaçırma teşebbüslerine müsamaha gösterilmez. Hz. Ebu Bekir, sakin ve merhametli mizacına rağmen, halifeliği döneminde en şiddetli tutumu,  zekat vermeyi reddeden kabilelere karşı göstermiş ve sahabeden bir kısmının muhalefetine rağmen bu kabilelerin üzerine asker göndermiştir.

İslam Hukuku’nun tatbikatında, mükemmelen işleyen bir vergi kayıt sistemi oluşturulmuştur. Günümüzde çok daha ileri teknik şartlara rağmen kayıt dışı ekonominin önüne geçilememesi,  devletin bu konuda ciddi ve adil bir yaklaşım geliştirememesinin sonucudur. Vergisini düzgün ödeyenin cezalandırıldığı, ödemeyenin sık sık çıkan aflarla ödüllendirildiği, aşırı ve insafsız vergi oranlarıyla vatandaşın vergi kaçırmaya teşvik edildiği, bir çok alanda ve bazı bölgelerde kayıt dışı ekonomiye ve vergi kaçırılmasına devlet politikası olarak izin verildiği bir dönemde yaşıyoruz. Güncel vergi hukukumuzun, en azından güçlü kayıt sistemi ve mutedil vergi oranları açısından, İslam Hukuku tatbikatı ışığında yeniden değerlendirilmesi şarttır.

Kamu Görevlilerinin Seçimi ve Vasıfları

Emanetin ehline verilmesi, Kur’ani ve nebevi bir ilkedir. Kamu görevleri açısından ehliyet; adalet, ahlak, vazife bilinci ve liyakat gerektirir. İdarecilerin, bu ilke ve vasıfları göz ardı edip, kamu görevlerine eş, dost, akraba, hem şehri ya da taraftarlarını doldurmaları, İslam Hukuku’nun adalet ve emanet ilkeleri ile asla bağdaşmayacak bir suiistimaldir.

İmam Mevsili’nin Hanefi Fıkhı’na dair El İhtiyar adlı eserinde, “Edeb’ül Kadâ” (Hükmedenin Edebi) adlı bir bölüm vardır. Bu bölümde hakim olarak atanacak kişinin, bu vazifeye liyakati açısından nasıl değerlendirileceği anlatılmaktadır. Ancak burada zikredilen temel ilkeler, tüm kamu görevleri için de geçerlidir.

İmam Mevsili’ye göre, hakimlik vazifesini yüklenmek, eğer o iş için kişinin kendisinden daha salih ve ehliyetli kimse yok ise, o kişiye vacip olur. Çünkü o, bu vazifeyi yüklenmezse, hükm-ü ilahi zayi olacaktır. Vazifeyi yüklenmesi ise, emr-i maruf ve nehy-i ani’l münker olur. Böylece mazlumları zalimlerden kurtarır. Bu ise farz-ı kifayedir.

Kanaatimizce bu ilke, önce Hz. Hüseyin ve ondan sonra da Abdullah İbn Zübeyr için hilafet sancağını çekmeyi vacip kılan ilkedir. Tarihsel olarak o devre baktığımızda, her ikisi için de, vazifeden kaçmak mümkün olmamıştır.

Yine İmam Mevsili’ye göre eğer o vazifeyi yüklenmeye ehil başka kimseler de mevcut ise, onların içlerinde, ilimde rusuhiyet, salahat ve kuvvette mertebece en ileride olan kimse için vazifeyi yüklenmek müstehaptır. Ehil kişiler, birbirlerine denk ise, vazifeyi kabul edip etmemekte muhayyerdirler.

Hakimlik teklif edilen kişi için, eğer o vazifeyi üstlenmekte kendisinden daha ehliyetli biri var ise, bu vazifeyi yüklenmek mekruh olur. Hakimlik teklif edilen kişi, kimsenin bilmediği batıni zaafları olan ve bu zaaflar karşısında nefsinin acizliğini bilen bir kişiyse, o vazifeyi yüklenmek kendisi için haramdır.

Hz. Ömer’in; valilik için atayacağı bir kişinin çocukları sevmediğini, hatta kendi çocuklarını bile kucağına almadığını öğrendiği vakit, onu vali olarak atamaktan vaz geçtiğini biliyoruz. Demek ki kamu görevlilerinde aranan bir meziyet de, halka karşı sevgi ve merhamet sahibi olmaktır.

Cebri Kamulaştırmaya Bakış

İslam Hukuku’nda kul hakkı adı ile tanımlanan ve insana ait her türlü maddi ve manevi hakkı kapsayan meşru ve tabii hak, sistemin merkezinde yer alır. Bu hakkın sosyal hayattaki temel görünümlerinden birisi de mülkiyet hakkıdır. İslam Hukuku, şahsa ait mülkiyet hakkının korunmasına büyük önem verir. Nitekim bu bağlam sebebiyle, Hz. Ömer’in “Adalet Mülkün Temelidir” sözü, adalet devletin temelidir anlamında söylenmekle beraber, aynı zamanda adalet şahsi hakların esaslarından olan mülkiyet hakkının da temelidir şeklinde anlaşılmış ve her iki anlamı birden muhtevi olarak mahkemelerimizin duvarlarına yazılmıştır.

Bu anlayışın neticesi olarak, İslam Hukuku’nda cebri kamulaştırma anlayışına sıcak bakılmamış ve bu yola başvurulmaması konusunda büyük bir gayret sarf edilmiştir. Daha Hz. Ömer devrinden başlamak üzere bu konuda sayısız menkıbe günümüze ulaşmıştır. İslam Kamu Hukuku’nun en önemli ve merkezi kamu binaları olan cami külliyelerinin inşa süreçlerinde, cebri kamulaştırma yapılmamasına ve maliyeti ne olursa olsun, mal sahiplerinin rızasının kazanılmasına dikkat edilmiştir.

İbn Arabi’nin Fütuhat’ında bizzat naklettiğine göre, bir gün namaz kıldığı bir caminin içindeki bir köşesinde, manevi bir müşahade ile, Hz. Peygamberi vefat etmiş halde görmüş ve o köşede namaz kılmaktan imtina etmiştir. Daha sonra bu müşahedesinin sebebini araştırdığı zaman, caminin o köşesindeki arsanın, sahibinin rızası alınmadan kamulaştırıldığını öğrenmiştir. İbn Arabi’nin bu müşahedesi, devletin cami yapımı için bile olsa kul hakkına tecavüzüne, o dönemde ne kadar kötü bir gözle bakıldığını göstermektedir. Edirne’deki Selimiye Camii’nin yapılışı esnasında, arsa sahiplerinden birinin uzun süre ikna edilememesinin ve zar zor gönlünün yapılmasının hatırası, camideki meşhur ters lale motifi ile yaşatılmaktadır.

Günümüzde cebri kamulaştırma yöntemi ve kamulaştırma bedellerinin tayininde yaşanan adaletsizlikler büyük bir sorun teşkil etmektedir. Çözüm olarak, İslam Hukuku’nun  bu konudaki yaklaşımı esas alınmalı,  kamulaştırmalarda cebri usul terk edilerek, mutlaka mal sahibinin rızası alınmalı, mal sahibinin hem maddi hem manevi  talepleri eksiksiz karşılanmalıdır.

Yine günümüzde yaşanan çok büyük bir adaletsizlik, imar planlarının ve büyük kamulaştırma projelerinin uzun süre boyunca halktan saklanması, bu süre zarfında plan ve projelerden haberdar olan küçük bir bürokrat-iş adamı-siyasetçi azınlığın, ilgili bölgelerde düşük rayiçten arsa ve tarlaları satın alıp toplayarak, plan ve projeler fiiliyata geçirilirken büyük ve fahiş kar elde etmeleridir. Şüphesiz bu şekilde hareket edenlerin elde ettikleri gelir, hileli bir alışverişe dayanmaktadır. Çünkü arsa sahibi, kendi arsasını kapsayan plan ve projelerden haberdar olsa, arsasını ya hiç satmayacak, ya da o fiyata satmayacaktır. Bu haksızlık açık şekilde kul hakkının ihlalidir.  Çözüm yolu, plan ve projelerin ilk aşamadan itibaren kamuya ilan edilmesidir.

Yasalar Karşısında Kamu İdaresinin ve Görevlilerinin Sorumluluğu

İslam Hukuku’nda kamu idaresinin Hakk’a ve halka karşı büyük sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluk günümüz hukukunun tabiri ile objektif bir sorumluluktur. Yani idarenin halk karşısındaki sorumluluğu, sadece kendi kast ve taksirini kapsamaz. İdarenin, halkın haklarının ihlali ve zararı karşısında, kastı hatta taksiri olmasa bile mutlak bir mekan sorumluluğu ve yine mutlak bir makam sorumluluğu söz konusudur. Hz. Ömer’in “Fırat’ın kıyısında bir kuzuyu kurt kapsa, onun hesabı benden sorulur” sözü, kendi şahsi hassasiyetinin ötesinde İslam Hukuku’nda idarenin mutlak ve objektif sorumluluğunu ifade eder. Hz. Ömer bu sözü söylediğinde, hilafet merkezi Medine şehrinde idi, fiilen Fırat kıyısına ulaşması ya da kurdun kuzuyu kapmasını engellemesi mümkün değildi.  Ancak bu sözden anlıyoruz ki, devletin hakim olduğu her karış vatan toprağında, işlenen en ufak bir haksızlıktan, halkın göreceği en ufak bir zarardan ile,  kamu idaresinin sorumluluğu bulunmaktadır.İslam Devleti idaresinin sahip olduğu kader inancı, idarenin halka karşı vazifelerini ve sorumluluklarını örtmek için kullanılmamıştır. Hz. Ömer’in Şam’da veba hastalığının ortaya çıktığını duyunca yanındakilerle birlikte Şam’a gitmekten vaz geçmesi, bunun üzerine Hz. Ebu Ubeyde’nin sorduğu “Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” sualine; “Evet, Allah’ın bir kaderinden yine bir başka kaderine kaçıyoruz” cevabını vermesi, Müslüman idarecilerin İslam’ın ilk dönemlerinde asla kader sırrının arkasına saklanmadıklarını ve vazifelerinin gerektirdiği sorumlulukla gereken önlemleri aldıklarını göstermektedir.Hz. Ömer, kamu görevlilerinin denetimine büyük önem vermiş, tebdil-i kıyafet gezme yöntemini geliştirerek, geleceğinden habersiz olan valilere ani baskınlar yapmış, usulsüzlüklerine rastladığı valileri cezalandırmış ya da azletmiştir. Sasani İmparatorluğu mağlup edilerek yıkıldıktan ve İran fethedildikten sonra, İran Valisi olan Hz. Sad. b. Ebi Vakkas’ın, Sasanilerin geleneğini sürdürerek kendisine kapısı olan bir makam odası tahsis etmesi üzerine Hz. Ömer çok hiddetlenmiş, bizzat giderek bu kapıyı yıktırmıştır. Hz. Ömer, vilayet kapısının halka kapalı olmasına ve valinin bazı şahıslarla halktan gizli görüşmeler yapmasına, adalete yönelik suistimallere sebep olacağı düşüncesiyle karşı çıkmıştır.  İslam Hukuku’nun bu konuda gösterdiği hassasiyeti ifade eden sayısız hadise, hadis külliyatlarında ve Hayat’üs Sahabe’de nakledilmiş ve günümüze ulaşmıştır. Günümüzün en büyük hukuk sorunlarının başında, devletin ve yargı sisteminin suç işleyen kamu görevlilerini koruma refleksi gelmektedir. Devlet teşkilatları kendi mensuplarının hukuku ihlal ettiği hadiselerde, bir nevi dayanışma duygusu ile hareket edebilmekte ve adil bir yargılamayı engelleyebilmektedir. Mahkemeler, bir kamu görevlisi mahkum edildiğinde devletin manevi şahsiyetinin ve maddi kudretinin zarar göreceği vehmine kapılabilmektedir. Halbuki bir devleti asıl zafiyete uğratacak olan husus, halk nezdinde kendi hukukuna uymayan bir devlet imajının oluşturulmasıdır. Bu imaj halkın adalete olan güven ve inancının sarsılması anlamına gelir. Bu da devletin varlık amacından uzaklaştığının göstergesidir. En yakın devlet tecrübelerimizden biri olan Osmanlı hukuk geleneğinde, kamu görevlilerinin hata ve usulsüzlüklerinin şiddetle cezalandırılması, bir kamu görevlisinin görev ve yetkileri arttıkça, başı üzerinde sallanan adalet kılıcının yakın takibini çok daha kuvvetlice hissetmesi, halkın adalete olan inancını arttırmış, bu da devletin ömrünü uzatmıştır. Günümüzde halkın hukuk sistemine olan güveni, ancak o hukuk sistemine bizzat kamu görevlilerinin harfiyen riayet ettiğini ve suç işleyen kamu görevlilerine asla ayrıcalık yapılmayarak, adalet önünde hesap vermelerinin sağlandığını görmekle kazanılabilecektir. Siyasi İktidarın Denetimi Meselesi Hz. Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra söylediği şu sözler önemlidir; “İçinizde en hayırlınız olmadığım halde halife seçildim. Bundan böyle, içinizdeki en zayıfınız, haklı olduğu sürece benim yanımda en güçlünüzdür. İçinizdeki en güçlünüz de, haksız olduğu müddetçe benim yanımda en zayıfınızdır. Ben Allah’a ve Resulüne itaat ettiğim sürece, siz de bana itaat edin. Allah’a ve Resulüne isyan ettiğimde, bana itaat etmeniz gerekmez.” Aynı şekilde Hz. Ömer de halifeliği esnasında minberden “Ben Allah’ın ve Resulünün yolundan saparsam ne yaparsınız?” diye sormuş, ashaptan “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” cevabını alınca, ” Beni günahtan alıkoyacak bir ümmet bulunduğu için Allaha sonsuz hamdolsun.” diyerek dua etmiştir.  Bu sözlerden anlıyoruz ki, İslam Hukuku’nda ulu’l emr tabir olunan siyasi iktidar, denetimsiz değildir ve ulu’l emre itaatin sınırları bulunmaktadır. İslam Hukuku’nda ulu’l emrin belirlenmesinde Ehl-ül hal ve’l Akd müessesesi getirilmiştir. Ehl-ül hal ve’l Akd , ulu’l emri seçme ve gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip olan kişilerden oluşan bir meclistir. Doğal olarak ulu’l emri denetleme vazifesi öncelikle alimler, arifler, aydınlar ve devlet tecrübesine sahip idarecilerden oluşan bu meclise aittir Siyasi İktidar aynı zamanda halka karşı da sorumludur. Halkın denetimine açıktır. Hz. Ömer, cuma hutbesi için minbere çıktığında, kendisinden sırtındaki elbisenin hesabı sorulmuş, Hz. Ömer de şahit çağırarak o elbisenin hesabını vermeden hutbeye başlamamıştı. Bu husus önemlidir. Üstad Sezai Karakoç’un bir çok konuşmasında izah ettiği gibi, ulu’l emr için her cuma namazı, aslında bir güven oyu mahiyetindedir. Halk cuma namazına gitmediği ve ulu’l emr adına camide hutbe okunmadığı zaman, idare halk nezdinde meşruiyetini kaybetmiş olur.

İslam Tarihinde bunun bir çok misali vardır. Milli Mücadele’de, İzmir’in işgali üzerine Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi’nin cuma namazı kıldırmayarak ve halkı mücadeleye çağırarak başlattığı hareket, en meşhur misallerden birisidir. İslam tarihi boyunca, belirli şartlar oluştuğunda, halkın iktidarı değiştirme yolu olarak kabul edilen huruç ales sultan yönteminin ilk aşaması, çoğunlukla hutbenin okutulmaması ve sancak çekilmesi şeklinde gözlemlenmiştir.Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki,  İslam Hukuku’nda ulu’l emre itaat ile alakalı ayet ve hadisler, mutlak anlamda itaati emreder şekilde anlaşılmamış ve zannedilenin aksine mutlakiyetçi bir siyasi iktidar kuramı geliştirilmemiştir. İslam Hukuku’nda siyasi iktidar, hakkında zaman zaman kullanılan ağdalı sıfat ve unvanlara rağmen, asla ilahi iradenin, ya da milli iradenin mutlak tecessümü olarak kurgulanmamıştır. Hilafet ve emanet kavramları, siyasi iktidarın mutlak değil mukayyet olduğunun göstergesidir.

Bağımsız ve Adil Yargı

İslam Hukuk Felsefesinde hukuk siyasi iktidar üzerinde bağlayıcıdır ve devlet başkanı da dahil tüm idareciler, dava edilmeleri halinde yargı önüne çıkmak durumundadır. Fatih Sultan Mehmet Han’ın, hakkındaki dava üzerine İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi’nin huzuruna çıkması bunun misallerinden birisidir. Günümüzde hukuk devleti veya hukukun üstünlüğü adı verilen bu ilke, İslam Hukuku’nun en önemli ilkelerinin başında gelmektedir.

Bu ilkenin yaşatılması, bağımsız ve adil bir yargı sistemi ile mümkündür. Tarih boyunca İslam alimleri ve hukukçuları bu ilkeyi yaşatmak için büyük mücadele vermiş ve gerektiğinde en ağır bedelleri ödemişlerdir. İmam-ı Azam Ebu Hanife, devrin idaresine boyun eğmemiş, bu sebeple işkence görmüş ve hapiste vefat etmiştir. İmam Malik kırbaçlanmış, yine de fetvasından dönmemiştir. İmam Ahmed b. Hanbel, 28 ay boyunca hapiste kalmış, işkence görmüş, yine de fetvasını değiştirmemiştir. İmam Şafii, kadılık vazifesini sürdürmekteyken yargılanmak üzere Bağdat’a gönderilmiş, yine inancından ve duruşundan taviz vermemiştir. Fıkıh Usulü alanının en büyük alimlerinden olan İmam Serahsi, devrin idaresini tenkit edip aleyhe fetva verdiği için uzun süre hapiste kalmış, muazzam bir külliyat oluşturan eserlerinin büyük bölümünü hapiste iken yazmıştır. İmam Suyuti, Memluk idaresi tarafından idama mahkum edilmiş, yine de geri adım atmamıştır. Daha bir çok misal vermek mümkündür.

Fatih Sultan Mehmet Han, İslam tarihinin en kudretli ve hayranlık uyandıran siyasi liderlerinin başında gelir. Bununla beraber İslam uleması ve hukukçuları, onun gibi bir devlet başkanının karşısında bile eğilmemiştir. Molla Hüsrev’den, Akşemseddin’e, Hızır Bey Çelebi’den Molla Lütfi’ye, Şeyh Vefa’dan Sinan Paşa’ya bir çok alim sultana karşı gelmiş ve onu tenkit etmiştir. Şah İsmail tarafından idam ettirilen Kadı Mir Meybudi ve onun gibi bir çok alimin, sahip oldukları ilmin vakarına ve haysiyetine halel getirmemek için zulme karşı durarak canlarını feda etmekten çekinmedikleri, tarih kitaplarının kaydettiği bir iftihar tablosudur. İslam Hukuku, bu iftihar tablosunun gölgesinde yücelmektedir.

Osmanlı Devleti’nin yükselme devri olarak gösterilen dönem, kılıçların kudretinden daha çok, adil ve karakterli bir hukuk sistemi oluşturabilmek ve o sistemi tatbikata geçirebilmekle öne çıkar. Bu devirde Molla Hüsrev, Zembilli Ali Cemali Efendi, İbn Kemal Paşazade ve Ebu Suud Efendi gibi büyük hukukçuların yetişmiş olması tesadüf değildir. Ebu Suud Efendi’nin, “Nameşru nesneye emr-i sultani olmaz” sözü o devirde ulemanın ve hukukçuların, hukuk devleti idealine ne derece bağlı olduklarını gösterir. Yavuz Sultan Selim gibi hiddetli bir padişaha; “Dinsizlerin ellerine neden dini emanet edersin? Öyle ki bu kimseler, din satıp dünya almayı şiar edinmişlerdir. O şeriat makamında oturanlardan sual edeyim; dini makamların alınıp satılması reva mıdır? Yüce şeriatı vaaz edenin hakkı için, fuhuş ticareti yapmak ondan yüz kat iyidir. Dini senden satın alan onu çok çabuk satar.” diye hitap edebilen İdris-i Bitlisi’yi ve Sultan I. Ahmed Han’a “Küfr ile devlet durur, zulm ile durmasa gerek” diyen Abdülmecit Sivasi’yi de bu bağlamda zikretmemiz gerekir.

Görülüyor ki, İslam Hukuk düşüncesi ve tatbikatında, iktidar üzerindeki yargı denetimi bir vesayet olarak değerlendirilmemiş, aksine bir emanet olan kamu idaresinin doğası gereği, mukayyet ve denetime açık olduğu kabul edilmiştir. İslam Hukuku’nun bu yapısını çok iyi özümsemiş olan Osmanlı hanedanının, Avrupa’daki monarşilerden ve kraliyet ailelerinden farklı olarak, kendi iktidar alanlarını sınırlandırma fikrine bu derece açık olması,  yasama meclisi, anayasa, kodifikasyon gibi kavramları kendi dönemlerinin şartlarına göre gerçekten kolayca kabul edebilmesi, bu arka plan sayesinde mümkün olmuştur.

Tüm bu ilkeleri birlikte değerlendirdiğimizde, İslam Hukuku tecrübemizin, sorunlarımızın çözümü için bize şu reçeteyi önerdiğini söyleyebiliriz:

Adil ve tutarlı bir iç mantığa sahip, sağlam bir hukuk sistemi;

Kamuya ait bütçenin disiplini ve bu disiplini koruma hassasiyeti;

Maddi, manevi, siyasi ve idari olarak bağımsız bir yargı;

Siyaset müessesesinde istişare ve iç denetim hususunda kurumsallaşma;

Adalete ve ahlaka bağlı, emanet şuuruna ve vazifenin aradığı liyakata sahip kamu görevlilerinin yetiştirilip görevlendirilmesi.

Bizim için bu ilkelerin tatbiki, bir ütopya değil, bir varoluş meselesidir. Çünkü gerçek zannedilen rüyadan uyanıp, hayal zannedilen hakikate ulaşmak için, bugünden başka bir zaman yoktur.