YÜKSEL KANAR
Çağdaşlık ve çağdaşlaşma
Sözü edilen bu kafa karışıklığı, “çağdaşlık” (modernizm) sözcüğünün teknolojik, siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişmede en ileri olan ülkelerin –ki bunlarla doğrudan Avrupa ülkeleri kastedilmektedir– ortak özelliklerini belirtmek üzere oldukça yaygın biçimde kullanılmasından ve “çağdaşlaşma”nın (modernization) da, ülkelerin o özellikleri elde etme sürecini belirtecek biçime dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte Black’in verdiği örnekten hareket edecek olursak, Hıristiyanlaştırma (Christianization: Hıristiyanlığı topluma yayma), ya da sanayileştirme (Industrialization: sanayii topluma yayma) kavramlarındaki Hıristiyanlığın ve sanayiin ne anlama geldiği konusunda genel bir anlayış birliği vardır, oysa ‘çağdaşlık’ sözcüğü “Çağdaşlaştırıcılar” (modernizers) dışında kalanlar için anlaşılmış ya da benimsenmiş bir anlamı iletmez[1].
Çağdaşlığın, bütün dil kurallarının bir yana bırakılarak keyfî bir şekilde “en ileri ülkelerin ortak özellikleri” olarak belirlenmesi, sözünü ettiğimiz kafa karışıklığının başta gelen sebebidir. Nitekim yine Black’in belirttiği üzere, “çağdaşlaşma”nın, süreci belirlemek için kullanılan tek sözcük olmadığı ve “genel anlamda, özellikle gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkisini belirtmek üzere, yakın zamanlarda, ‘Avrupalılaşma’ ve ‘Batılılaşma’ sözcükleri”[2]nin onunla aynı anlamda kullanılıyor olması, çağdaşlığı Avrupalılıkla, çağdaşlaşmayı da Avrupalılaşmakla eşanlamlı hale getiriyor. Ancak bu açıklamanın, basit bir mantıkla bile hem Avrupalı ve hem de Avrupa dışında kalan ülkelerin çağdaşlaşmayla olan bağlantısını ifâde etmekten âciz kaldığı açıktır. Coğrafî anlamda zaten Avrupa içinde gösterilen bir İngiltere veya Fransa’nın Avrupalılaşması nasıl bir çelişkiyse, bu ülkelerin çağdaşlığın başlangıcı olan onyedinci yüzyıldan önce Avrupalılaşmamış olduklarını söylemek de aynı derecede bir çelişkidir. Diğer yandan bir Asya veya Afrika ülkesinin Avrupalılaştırılması da aynı çelişkinin bir parçasıdır. Bu çelişki günümüzde, önceleri Batılılaşmayla eşanlamlı tutulan Modernleşme, artık Avrupa kökenli öğelerin öteki toplumlara taşınması ya da belli bir toplum modeline geçiş süreci olarak gösterilmek yerine, “toplum bilimlerinde, insan uygarlığının genellikle sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşüm”[3] olarak tanımlanmaktadır.
Modernleşmenin tanımındaki bu belirsizlik ve zorlamaların nedenini mantığın dışında, meşrulaştırıcı ideolojik açıklamalarda aramak gerekir. Çağdaşlık için bir mekânın ve bir zamanın ön şart olarak ortaya konulması bu konuda bize önemli ipuçları verir. Çağdaşlığın mekânı olarak, onunla özdeşleştirilen Avrupa’nın belirlendiği zaten açıktır. Çağdaşlığın zamanı, yani hangi tarihte başladığı konusu ise, aşağıda ele alacağımız gibi, modernliğin (Avrupa’nın) kurumlarına göre değişmektedir. Kabaca ele alınırsa çağdaşlık (modernizm), onyedinci yüzyıldan itibaren Avrupa’yı belirleyen bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Bu olgu, Avrupa çağının başlangıcı olarak niteleyebileceğimiz onyedinci yüzyıldan sonraki Avrupa’yı dünyanın merkezine yerleştirmektedir. Sürecin buradan başlatılması, dünyanın başka yerlerinde ortaya çıkmış daha önceki bütün gelişme, yenileşme ve dönüşümleri devre dışı bırakmakta ve dünya tarihini onyedinci yüzyılda Avrupa’dan başlatmaktadır. Bu tarihten sonra Avrupa, bütün insanlık için vazgeçilmez bir ölçü haline sokulmuştur. Şu halde nasıl bir modernlik tarifi verilirse verilsin, bunun Batılılaş/tır/ma ile aynı anlama geldiği açıktır.
Ayrıca sözün burasında Oryantalizm’i bir kez daha hatırlamakta fayda var: Bilindiği gibi Oryantalizm, Avrupalının “bilimsel hakikat statüsü” vererek Doğu üzerinde yarattığı iktidarın adıdır; gerçeklikle ilgisi olmayan belirleyici, zorlayıcı/yargılayıcı/mahkûm edici bir bilgi çerçevesidir. Olumsuz anlamdaki bu muhayyel kurmacaya karşı modernizm ise, yine Avrupalının muhayyilesinde yaratılan ve gerçekle alâkası olmayan, olumlamaya dayalı bir Batı tasavvurudur. Her iki kurmacada da esas olan düşünce, insanların kafasında Avrupalıların düşlediği biçimde bir Doğu ve bir Batı imgesi oluşturmaktır. Cengiz Aktar’ın belirttiği gibi, ne Fransızcada ve ne de İngilizcede “Batılılaştırılma”yı tek sözcükle anlatmanın kolay olmaması işte bu yüzdendir: Batılılaştırılmada bir edilgenlik söz konusudur; dolayısıyla kendini etkin özne olarak kuran Avrupalılar için böyle bir şey, yani “batılılaştırılma” söz konusu olamaz. “Söz konusu edilgenliğin baskın Batı dillerinde tek sözcükle söylenememesi, ‘Batı’ya maruz kalmış’ bir ülkenin dilinde mevcut olması ise doğal. Batılılaştırılma zorlama bir kavram. Batılı olmayanı Batılı yapmak bir zorlama. Batılıdan başka Batılı olan yok, oldurulanlar var. Bu edilgenlik, öte yandan bir çeşit yenilgi”. Aktar’ın bu ifâdeleri sorunun özünü belirlemektedir. “Batı’ya mâruz kalmak” anahtar bir cümle. Farsçada Modernizm’in “Garbzedegî” sözcüğüyle karşılanması da bizim için ilginç bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bunu Türkçeye tam olarak Aktar’ın bu cümlesiyle çevirebiliriz. İşte bu yüzden, “(h)ele Osmanlı gibi Batı’nın onulmaz çekimine rağmen onun tahayyülünü aşağılamış bir imparatorluk söz konusu olunca, yenilgi varoluşsal bir hezimet boyutlarına ulaşıyor. Resmi söylem ve yaygın ideolojiler ise bunun edilgenlik değil, sadece evrensel işleyişin bir tezahürü olduğunu söylemekte. Yani tarihin orada burada tekerrürü. Avrupa’nın birkaç yüzyıl önce gerçekleştirdiğini, geriden gelenler haliyle daha sonra gerçekleştirmiş olacaklardır. Biraz rötar, hepsi bu kadar. Bu Darwinci çizgisellik tüm insanlığın, Avrupa’nın modernleşmeden önce bulunduğu yerden geçmiş olduğunu kuramsal olarak varsaymak zorunda olduğu ölçüde tarihten çok bir efsane konumunda”[4].
Modernliğin başlangıcı
Kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çıkan ve Aydınlanma’nın çocuğu olan modernliğin tarihi, Avrupamerkezci tarih yazımlarında doğal olarak ve kesin biçimde 17. yüzyılda yayılmaya başlayan ve 18. yüzyılda egemenliğini pekiştiren “Aydınlama” ile başlatılır. Ortaya çıkışı ve yayılışıyla katıksız bir Avrupa ideolojisi olan Aydınlanma böylece aynı zamanda modernliğin zamanı haline getirilir. Dolayısıyla Aydınlanma ile birlikte başlatılan Modernlik, Avrupa’nın kendi şartları içinde doğan ve birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir ikili set oluştururlar.
Her şeyden önce “aydınlama” sözcüğü akıllarda, ister istemez onun karşıtı olan “karanlık” sözcüğünü çağrıştırır. Demek ki, aydınlanmadan önce bir karanlık söz konusudur ve modernizmin incelenmesinde karanlık ve aydınlanma iki temel kavram olarak belirginleşir. Tarihsel anlamda “karanlık” kelimesinin, Avrupa’nın Ortaçağ’ını betimlemek üzere Rönesans’tan sonra kullanılmaya başlandığını ve onunla özdeşleştirildiğini biliyoruz. Bu iki kelime, düşünce tarihiyle uğraşanlar için çok iyi bilinen bir benzetmeyi, yani “Ortaçağ karanlığı” metaforunu akla getirir. Bugün Avrupa’dan yayılarak bütün dünyada olduğu gibi bizde de sorgulanmadan verili bir gerçek olarak kabul edilen ve kullanılan tarih dönemlendirmelerinde İlkçağ’ın ardından gelen Ortaçağ da Batılı tarihyazımına ait bir adlandırmadır. Böylece Ortaçağ, bizzat Avrupalılar tarafından kendi tarihlerinden silmek istedikleri ancak bunu başaramadıkları siyah bir leke olarak tescil edilmiştir. Aydınlanma, bir ideoloji olarak, inkâr edilemez bu karanlığın Avrupa ile özdeşleştirilmesinin önünü kesmek, en azından onun katılığını mümkün olduğu ölçüde yumuşatmak için icat edilmiştir. Dolayısıyla ortaçağ ne kadar kesin ve inkâr edilemez bir kavramlaştırılmış Avrupa gerçeğiyse, Aydınlanma da öylesine onun olumsuzluğunu yok etmek için uydurulmuş katıksız Avrupa karakterli bir kavramdır.
Ortaçağın karanlık bir dönem olarak ortaya çıkışı ve fiilen yaşanması, bütünüyle Avrupa’nın kendi tarihsel şartları, düşünce ve inanç biçimleri içinde gerçekleşmiştir. Avrupa dışı dünyanın bu yapılanmada bir katkısı olmadığı gibi, bu karanlığın üzerinin örtülmesi için projelendirilen Aydınlanma düşüncesinin oluşturulmasında da bir dahli yoktur. Ancak Avrupa dışında kalan çok geniş dünyaya bu tür düşüncelerin içerisinde önemli roller biçildiği de açık bir gerçektir. Avrupalılar tarafından, kendi kıtalarının merkeze oturtulduğu bir düşünce kurmacasında, dışarıdakilere bütün olumsuzlukları temsil eden bir rol yüklenir. Tek taraflı yakıştırma ve bundan da ötede dayatmalara bağlı, hiçbir gerçekliği olmayan bu zorlama rol, Avrupamerkezciliğin bütün dünyada kurmak istediği modern egemenlikle doğrudan bağlantılıdır. Geleneksel toplumla zıtlık içerisinde oluşturulan Modernleşme teorilerinde Avrupa kendini “modern” olarak belirlerken, dışındakileri kendisinin olumsuzu/karşıtı/negatifi olarak işaretlemekte ve dolayısıyla onlar üzerinde tek yanlı bir egemenlik kurmaktadır. Burada modernizmle birlikte oryantalizmi de hatırlamamak mümkün değildir. Biraz yukarda da değindiğimiz gibi modernizm, doğrudan Avrupa’nın kendisini kurma ideolojisi iken, oryantalizm buna uygun bir “Doğu” kurma, yani kendisinin negatifi öteki oluşturma ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu türden ideolojiler sonuç olarak birbirini destekleyici niteliklere sahiptirler ve aslında da tek amaç, Avrupamerkezciliğin gerçekleştirilmesidir.
Bu açıklamayı, Modernlik için bir başlangıç tespitinin ve bunun karanlık/aydınlık diyalektiği içinde ele alınmasının nedenini göstermek için yaptık. Çünkü ideoloji olarak modernlik, “karanlık ortaçağ”ın, hemen ardından gelen aydınlanmaya dönüştürülmesi çabasını gösterir. Amaç, yapay ışıkla kamaştırılan gözlerin, hemen yanı başındaki karanlığı görmesini engellemektir. Bu evrilme, Avrupa tarihinin yaklaşık bin yıl süren uzun karanlık dönemini bir paranteze alarak yaşanmamış gibi gösterir ve aydınlanmayı mucize bir dönem olarak ortaya çıkarır. Ancak bin yıllık karanlıktan sonra gelen bu ani aydınlanma konusunda hemen hiçbir açıklama bulamayız. Ardında büyük anlatıların oluşturulduğu modern dönemin ne zaman başladığı konusu da, bütün efsanelerde olduğu gibi büyülü masallarla donatılmıştır. Giddens’ın “nedir modernlik?” sorusuna verdiği cevap bunu açıkça gösterir: “İlk yaklaşım olarak basitçe şunu söyleyelim: ‘Modernlik’, on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder. Bu yaklaşım, modernliği belirli bir zaman süreci ve coğrafi çıkış noktasıyla ilişkilendirir; ama onun temel karakteristiklerini de şu an için bir karakutu içinde dikkatlice istiflenmiş olarak bir kenara bırakır”[5].
Karakutunun incelenmesi bize dünyanın Avrupalılaşmasının şifrelerini verecektir. Bu şifreler karmaşık ve sorunlarla dolu olduğu için genellikle ortalama insanların ilgi alanı dışında bırakılır, ancak modernliğin zamanı olan onyedinci yüzyıla ve mekânı olan Avrupa’ya ısrarlı vurgular yapılır. Böylece zaman süreci olarak “aydınlanma”nın, coğrafi çıkış noktası olarak da Avrupa’nın (özel anlamda kuzeybatı Avrupa’nın) yüceltilmiş yapay görüntüsü, karakutunun şifrelerine bakmayı geri plana iter ve çoğu zaman da hiç dikkate alınmamasını sağlar. Karşımıza bütün sorunlardan uzak efsaneleştirilmiş bir Avrupa (Batı) çıkar.
Dönemleştirmeyi “modern çağın tarihsel çizgisini amaçlarımıza uygun olarak makul bir şekilde belirleme meselesi”, yani “pragmatik bir mesele” olarak gören Tomlinson[6], modern dönemin ne zaman başladığı konusunun tartışmalı olduğunu, bunun da pragmatik açıdan “konuya nasıl bakıldığına bağlı” bir nedenden kaynaklandığını belirtir[7]. Kolakowski de “çağdaşlığın mazide hangi noktadan neş’et ettiğine karar verişimiz pek tabii bizim bu sözcüğe tahmil ettiğimiz anlamla yakînen alakalıdır”[8] sözleriyle aynı gerçeği dile getirir. Dolayısıyla modernliğin anlamı konusundaki belirsizlikte olduğu gibi, başlangıcı konusundaki belirsizlikte de keyfî bir yararcılık söz konusudur. Çünkü biraz aşağıda da ele alacağımız gibi, modernliğin başlangıcı, reddedilen eski ile benimsetilecek yeninin sınırını belirler. Tomlinson ve Kolakowski, modernliğin kendine özgü kurumlarından her birinin ayrı çıkış noktaları olduğunu ve buna bağlı olarak da onun için XVI. yüzyılın başlarıyla XX. yüzyılın ortası arasında farklı başlangıç tarihleri belirlendiğini söylerler. Tomlinson’un bu konudaki ifâdeleri şöyle:
Örneğin Wagner, kentleşme, sanayileşme ve siyasal sürecin demokratikleşmesi gibi “modernliğe” özgü tüm toplumsal süreçlerin “çok uzun zaman öncesine dayanmakta” olduğunu, “her zaman aynı anda oluşmadıklarını ve bazılarının ortaya çıkışının sözde modern dünyadan ve çağdan oldukça uzak bölge ve dönemlere kadar gittiğini” ileri sürer. Modernliği kendine özgü kurumları aracılığıyla dönemleştirmeye çalışmanın en büyük zorluğu bütün bu kurumların her birinin ayrı bir “zamanının” olmasıdır. Çok açık bir örnek olarak kapitalizmi alırsak, bu durumda Immanuel Wallerstein bizi “modern dünya sistemi”nin “1500’lü yıllar”da ortaya çıktığına ikna edebilir. Wallerstein’ın modernliğin başlangıcı olarak saptadığı tarih, modernliği esas olarak “feodalizmin krizi”ne ekonomik alanda verilen tepkiler ve kapitalist modernlik çağının ortaya çıkışı bağlamında ele alıyorsak anlamlı olabilir. Peki bu durumda, bu bakış açısı bir başka kurumu paradigmatik olarak kabul eden bir görüşle nasıl bağdaştırılabilir? Siyasi demokrasinin (siyasi modernlik) ortaya çıkışını alırsak, bu bizi XVII. yüzyıldaki olaylara (İngiliz İç Savaşı’na), ya da XVIII. yüzyıla (Fransız ve Amerikan Devrimleri) götürür. Öte yandan endüstriyalizm ise, modernliğin köklerini XVIII. yüzyıldan çok daha ileriye, sanayi devriminin gerçekleştiği XIX. yüzyıla taşır[9].
Kolakowski de, modernliğin geçmişte hangi noktadan ortaya çıktığının, bu sözcüğe yüklediğimiz anlamla doğrudan bağlantılı olduğunu belirtir:
Konumuz uluslararası devlet (çok uluslular); derdimiz akılcı planlama (yatırım), refah devleti ve binnetice sosyal ilişkilerin bürokrasiye bağlanışı ise, pek fazla geriye gidemeden –yüzyıllarda değil- onyıllarda kalmamız gerekecektir. Ama eğer ‘Çağdaşlığın temeli bilim hayatında yatmaktadır’ hükmüne varmış isek, çağdaşlığın tarihini XVII. yüzyılın ilk yarısından işletmek gerekir; çünkü bilimsel araştırmanın ana vasfı, ana ilkeleri ilk kez 1600’lü yıllarda ortaya çıkarıldı, kodlanıp formüllendirildi ve bu meyanda bilim adamları –özellikle Galile ve Galileciler sayesinde- fizik ilminin olaylardan değil, akıldan hareket eden (deneyci/ampirik değil önermeci/sınayan) bir bilim olup a priori (akıl ürünü, tasavvur ürünü) soyut modellere dayanmadığını, bu modellerin tamamının fizik koşullarda denenmesinin gerekmediğini ve hatta bunun mümkün olmadığını düşünmeye başladılar. Bu böyle olmakla birlikte maziye bakışı daha da derinleştirmekten bizi hiç kimse alıkoyamaz: Çağdaş bilimin ana pınarı, bağımsız laik aklın zincirinden kurtarılışıdır, çözülmesidir. Aynı süreç içinde sosyal bilimler kurgusu ilahiyat kurgu ve mantığından ayrıştırılmıştır; işte budur çağdaş bilimin ana menbaı[10].
Modernliğin ortaya çıkışıyla ilgili tarih ve mekândaki bu değişikliklerin hep Avrupa içinde dönüp dolaşması anlamlıdır. İşin bu aşamasında Avrupa dışındaki dünyanın adı bile yoktur. Yeni adına ne varsa bu mekânda ve ona ait zamanda ortaya çıktığına inanılır. Zaman bazen Rönesans ve çoğu zaman Aydınlanma olarak adlandırılır; fakat genel olarak “modern zamanlar”dır. Olayın kahramanı Avrupa’ya karşılık, onun dışındakiler işe geri kalmış-ilkel-yabanıl-geleneksel kişiler olarak katılırlar.
[1] Bkz. C. E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, s. 5
[2] A. g. e., s. 5; “…planlı bir Batılılaşma söz konusudur. Bu girişim, kalkınma sözcüğü moda olamadan çok daha önce başlamıştır. İlerleme ve Aydınlanma ideolojisinin ilk günlerine kadar uzanır. Bir adı da modernleşmedir”. (Serge Latouche, Dünyanın Batılılaşması, s. 89)
[3] AnaBritannica, “Modernleşme” mad.
[4] Cengiz Aktar, Türkiye’nin Batılılaştırılması, s. 13
[5] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, s. 11
[6] Bkz. John Tomlinson, Küreselleşme ve Kültür, s. 56
[7] Bkz. a. g. e., s. 54
[8] Leszek Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması, s. 16
[9] John Tomlinson, a. g. e., s. 54–55
[10] Leszek Kolakowski, a. g. e., 16–17