Yüce Diriliş Partisi Üzerine

YÜKSEL KANAR

Ülkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.

Oysa içiçe olduğumuz sorunların çözümünü barındıran büyük bir tecrübe birikiminin mirasçılarıyız. Bu miras bizim için olduğu kadar, bizim dışımızdaki dünya için de önemli pratikleri içeriyor. Bugün çözmekte acziyet gösterdiğimiz büyük problemlerimiz, geçmişteki gücümüzün başlıca göstergeleriydi. Farklılıklarımız, güçsüzlüklerimizin değil, gücümüzün kaynağıydı. O gün bunları güç kaynağına dönüştüren deneyimi bugün dikkate almadığımız için, şimdi onlar güçsüzlük ve acziyetimizin çözülmez düğümleri olarak karşımıza çıkıyor. Kurtuluşumuza çare olarak dışarıdan önerilen reçeteler ise, ne yazık ki tam tersine bizi içinden daha çıkılmaz bataklıklara saplıyor.lkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.lkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyolkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.

Sezai Karakoç düşüncesinin özgünlüğü, burada karşımıza çıkıyor. Yazılarında ve konuşmalarında, sorunların temeline inilmesi, esasın görülmesi gerektiğini, ayrıntılarla uğraşmanın esası unutturduğunu, ya da tanınmaz hale getirdiğini söylüyor. Düşüncesinin siyasi alanda ifadesi olan Yüce Diriliş Partisi ile de, adeta tek başına, bize sunulan şablonlara uygun siyasete karşı çıkıyor; kendi siyasi görüş ve düşüncemizi oluşturmak için çalışıyor.

Sezai Karakoç sorunlara, dışarıdan birinin gözüyle bakmıyor; bir tavır olarak sadece bu bile, kendi kendisinden güç alan bir zihniyeti göstermesi bakımından, başlı başına bir üstünlük işareti. Sorunlarımıza, yabancı bir gözmüş gibi dışarıdan bakmak, onların çözümü önündeki en yakın ve büyük engeldir. Uzun zamandır oryantalizmin, öteki sayılan milletler üzerinde uyguladığı sömürü programı bu temelde yürütülen bir çarpıtmaydı. Çarpıtmanın buradaki başarısı, zihinsel sömürünün Batı dışı ülkelerde hâlâ acımasız bir biçimde nasıl egemen olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Batıcı bakış, sorunlardan kurtulmak, onları çözmek yerine, başka bir kılığa dönüştürmeyi seçen, hatta mümkün olduğu kadar içinden çıkılması imkânsız hale getiren bir anlayış olarak sürüyor. Bu anlayışın, her şeyi kendinden bekleyen ülkelere ihraç ettiği siyasi çözüm şablonları, Müslüman ülkeleri de derinden derine zehirliyor ve bir girdap içine çekiyor.

*

Diriliş düşüncesi, genel anlamıyla, İslâm medeniyetinin yeniden doğuş yolunu arama çabasını ifade eder. Bu düşüncenin temel kavramlarından olan “İslâm’ın dirilişi” deyimi, ölmüş olan bir medeniyetin diriltilmeye çalışılmasını değil, onun tozlarından arınmasını, silkinip uyanmasını ve bütün insanlık için yeniden yol gösterici bir ışık olmasını anlatır (Düşünceler I: 18).

Sezai Karakoç, 1990 yılında Diriliş Partisi’ni, o güne kadar dergi, gazete ve kitaplarıyla anlatmaya çalıştığı dünya görüşünü, topluma daha çok yaymak, doğrudan topluma ulaşmak ve mümkün olursa, aydınları yeni bir atılıma hazırlayarak ülke yönetimine katmak için kurduğunu söylüyordu (ÇY. I: 11). Partinin 1997’de faaliyetten alıkonması ve 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi adıyla yeniden kurulmasının ardından Nisan 2013 tarihinde yapılan İkinci Olağan Büyük Kongre’sinde konuşan Sezai Karakoç, bu düşüncesini bir başka çerçevede yeniden dile getirdi: “Elli yıldan beri şahsen ve yayın yoluyla ve daha sonra kurduğumuz parti faaliyeti içinde yaptığımız konuşmalarla ortaya koyduğumuz düşünceler ve çareler dışında ülkemizin ve milletimizin ve ondan ayrı olmayan İslam ülkesi ve milletinin geleceğinin sağlık ve güvenlik altına alınması için diğer çevrelerce ne yazık ki dişe dokunur bir düşünce ve öneri sunulmadığı ortadadır. Bu yüzden yılmadan ve usanmadan yolumuza devam edeceğiz. Düşüncelerimizi milletimize anlatmayı sürdüreceğiz. Umuyoruz ki bu içten gelen düşünceler ve faaliyetler, günü gelince hızla meyvesini verecek. Zaman hızlanarak geçmiş zaman kayıpları telafi edilecek ve milletimizin yeniden doğuşu, dirilişi, ayağa kalkışı ile, yeni bir çağ açışı gerçekleşecektir. Milletimiz için tek hayat seçeneği budur”.

Bu sözler Sezai Karakoç’un kurduğu partinin, ülkemizdeki diğer birçok düşünceler gibi dışarıdan sokulmuş anlayış ve yapılanmalardan tamamen farklı ve özgün bir çizgide olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Dolayısıyla onun kurduğu parti ve yerleştirmek istediği siyaset anlayışının, kendi genel düşünce çizgisinin özgünlüğü kadar özgün ve bir o kadar da bu ülkenin, bu milletin malı olduğu açıkça görülür. Karakoç’un düşüncesini ana çizgileriyle takip etmiş olanlar, yolun böyle bir parti faaliyetine çıkmasının olağan olduğunu rahatlıkla görebilirler*.

Yüce Diriliş Partisi’nin bir “aydın hareketi” karakteri taşıması ilk göze çarpan belirgin özelliği. Aydınların ülke yönetimine katılması ise, bu harekete bir “medeniyet” özü kazandırır. Sezai Karakoç düşüncesinde medeniyetin merkezî bir yer tuttuğunu biliyoruz. İslâm inanç sistemine içten ve samimi bağlılığı dolayısıyla, her zaman için topyekün İslam dünyasının sorunlarıyla iç içe olması, bunlar karşısında duyarlılığını koruması ve asla onlara bigâne kalmaması, onun bakışındaki genişlik ve derinliği gösterir. Şiir, sanat ve düşünce eserlerinde, yerel olanın sınırlarını aşarak sorunları medeniyet bütünlüğü içinde, evrensel boyutlarda, geniş bir bakış açısıyla ve temelden ele almaya çalışmış, sorunlara ancak bu bütünlük içinde çözüm bulunacağını güçlü bir şekilde vurgulamıştır. Bütün çözümlerde bu köklü ve tümelci yaklaşımı dolayısıyla onu, bir öncü ve kurucu düşünür olarak tanımlıyoruz.

Bu özelliğiyle Karakoç, düşünce ve pratiği, birbirinden ayrılmayan bir bütün olarak görmüş, bunları her zaman bir arada düşünmüştür. Nitekim kendisiyle yapılan bir röportajda, hayatın bir bütün olması gibi, insanın da bir bütün olduğunu, dolayısıyla sanatçı, entelektüel, düşünür kişiliğini, dolaysız toplum kişiliği görevinden ayırmanın da mümkün olmadığını belirtmiştir. Ona göre “Toplumların, kritik dönemlerinde, şairle cephedeki insana mesafesi aynıdır. Şairin tavrı cephedeki insanın tavrından farklı değildir. Diyelim, bir Mehmet Akif, hem cephede, hem de şiiriyle çarpışan bir insandı”. Bu bakımdan, kendi durumu da Mehmet Akif’in durumundan farklı değildir. Mehmet Akif, biten bir dönemin son savaşçısıydı, kendileri de başlayan bir dönemin ilk savaşçılarıdır. “Birisi bitmemek için yapılan bir savaş, öbürü de yeni bir dönemin, bir dirilişin başlayış savaşıdır. Bu iki savaş birbiriyle irtibatlıdır. Onlar savaşmasaydı biz belki bu başlangıcı yapamayacaktık” (TYA: 9–10).

Aynı zamanda sürekliliğin de bu şekilde önemine vurgu yapan kurucu düşünürün, bugün 80 yıllık yaşamına ve ortaya koyduğu eserlere baktığımızda, yaptıklarıyla yazdıklarının hiçbir sapma olmadan benzeştiğini görürüz. Karakoç’a göre “Düşünce, sanatla eylem arasında bir köprüdür” (TYA: 10). Düşünce işin teorik yanı, politika ise, milletlerin hayatındaki vazgeçilmez uygulamalardır. Düşünceye dayanmayan bir uygulamanın önemsizliği kadar, uygulamaya konulmayan bir düşünce de hiçbir değer taşımaz. Nitekim yüce kitabımızda da bu gerçeğin önemi: “Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek Allah yanında en sevilmeyecek bir şeydir” (Saf: 2–3) şeklinde ifadelendirilmiştir.

Karakoç, “Biz düşünce için düşünce üretmiyoruz; düşüncelerimiz toplumun sağlığı içindir ve tabii, bir gün, mutlaka uygulanmalıdır” (TYA: 10) diyerek pratiğe aktarılmayan düşüncelerin ölü ve işe yaramaz olduğuna dikkat çekmiştir. “Düşünceler uygulanmadığı zaman durgun suyun uğradığı âkıbete uğrarlar; bataklıklar oluşur ve sinekler ürer. Düşünce de akan bir su gibi, toplumun ruhunda ve davranışlarında yeni arayışlar bulursa canlılığını koruyacaktır. O bakımdan, ben, milletimin hayat ve memat gününde, şiirimle, düşünce çalışmalarımla ve politik atılımımla aynı kişiliği sürdürdüğüm inancındayım” (TYA: 10).

Niçin siyasi bir çaba içine girdiği ve bunu bir parti kurarak sürdürdüğünü bu sözleriyle anlatan Sezai Karakoç’un görüşlerine baktığımızda, onun yoğun, geniş, derin ve nitelikli düşünceleriyle parti anlayış ve faaliyetinin aynı paralelde olduğunu görürüz. Düşünceleri ne kadar özgünse, bir parti lideri olarak da aynı özgünlüğü devam ettirmektedir. Zaten eğer böyle olmasaydı ve mevcut anlayışlarla politika yapmanın bu millete bir fayda sağlayacağına inansaydı, var olanlar içinde kendisine bir yer bulmakta zorluk çekmez, içlerinden birine katılarak mücadelesini orada sürdürebilirdi. Ancak Sezai Karakoç’un mücadelesi, bugünkü parti anlayışlarından hiçbiri tarafından temsil edilmemekte, bunun da ötesinde Karakoç kendini böyle bir parçalı anlayışın içinde görmemektedir.

Yüce Diriliş Partisi’nin varlık nedeni her şeyden önce, kendimizi tanımak ve kendimizi tanımlamak mecburiyetine dayanıyor. Büyük bir milletin, İslam milletinin üyeleri olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Geniş deneyimlere sahip eşsiz bir medeniyetin milletiyiz. Bu medeniyet İslam medeniyetidir. Medeniyetimiz büyük krizlerin içinden geçerek, çok büyük badireler atlatarak ve hepsinden de yüzakıyla çıkarak, yola her yeni çıkışında daha da güçlenerek 20. yüzyıla ulaşmıştır. Bu yüzyılın başlarında ise tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya gelmiştir. Bugün, o son girdiğimiz krizden henüz kurtulmuş değiliz; hatta bu kriz daha da ağırlaşarak sürmektedir.

Bu krizin başlangıcı 1918’dir. Yüce Diriliş Partisi, bu tarihte uğradığımız felaketten yola çıkarak, ondan sonra yaptığımız yanlışlıkları ayıklayarak, İslam ülkelerindeki rejimleri yeniden ve kökten sorgulayarak (ÇY I: 82), Türkiye’nin problemlerinin güncel ve yüzeysel problemler olmadığını, 1918’de çökenin yerine kurulan devletin öngördüğü sistemin sorgulanması ve kökten gözden geçirilmesi gerektiğini bilerek (TYA: 16) yeni baştan varolma çabası içinde olmamızı savunmaktadır. Bunun için de sadece parça parça sorunlarla uğraşarak hiçbir yere varılamayacak, sorunun bir bütün olarak ele alınması gerekecektir. “Örneğin: Güneydoğu Anadolu meselesi, bir güneydoğu Anadolu meselesi değildir. Esas sorun, bütün milletimizin kimlik sorunudur” (TYA: 16).

Bugün, bizi çepeçevre kuşatmış olan tehlikelere karşı, önce coğrafyamızın ve tarihimizin bize yüklediği görevi üstlenme zamanı olduğu halde, ne yazık ki, bazen unutkanlıklarımız ve bazen de alışkanlıklarımız nedeniyle, bu görevi hep geciktiriyoruz. Kuşkusuz görevin farkına vardığımızda, aslında çözüm kendiliğinden gelecektir. Çünkü bu millet hep bunalımlarla sınanarak bugüne gelmiştir. Gerçi bugün bunalımların en zorlusuyla karşı karşıyayız, ama kendimize güvendiğimiz takdirde, kültürel ve tarihsel birikimimiz bunların altından kalkmamızı da sağlayacaktır. Ancak bunun için o deneyimleri inkâr eden retçi anlayışlardan vazgeçmemiz, kimliğimize sahip çıkmamız gerekecektir. Medeniyetimiz tarihinin en zorlu krizini yaşasa da, temellerinin sağlamlığı dolayısıyla bu yenilenmeyi sağlamaya muktedirdir. O ölmediği gibi, onun oluşturduğu millet de ölmemiştir. Bu medeniyet bir kriz geçirmiştir, milleti de bölünmüştür. Baş edilmesi zor yöntemlerle aleyhte propagandalar yapılmakta, yanlış telkinlerde bulunulmaktadır. Yüce dinimizin evrensel kuralları gereği dil, ırk ve renk ayrımı yapmaksızın kardeş tanınmış bu milletin, kardeşçe geçirdiği zamanlar unutturulmak istenmekte, çözüm olarak sunulan sahte reçetelerle kandırılmaya çalışılmakta ve bunlara alıştırılmaktadır.

Evet, karşı karşıya bulunduğumuz sorun büyük bir sorundur. Fakat her dönemde kendi şartları içinde başka başka görünümler ve adlarla ortaya çıktığı için, sürekli bir şeylerle uğraşmak zorunda kalıyoruz ve bir türlü kendimize gelemiyoruz. Oysa sorun olarak görünen şeyleri kendi başlarına ele almak, onların asıl bağlı olduğu temel sorunu görmemektir (TYA: 19).

Geçirdiğimiz medeniyet krizinden çıkışımız, ancak ipin koptuğu yere bağlanmasıyla mümkündür. Devletimiz dağıtıldıktan sonra, kopan ipin iki ucunu bir araya getirmememiz için ellerinden gelen çabayı gösteren çevreler vardır. Bu milletin geçmişi, başarılarla dolu tarihi tamamen bir kenara atılmış, unutturulmak istenmiştir. Oysa geçmişi olmayanın geleceği de yoktur. Ne yazık ki Cumhuriyet yönetimi, geçmişsiz ve geleceksiz, sadece “gün”ün kurtarılması üzerine kurulduğu için: “Biz 1923’ten sonra millet olduk” diyenler çıkmıştır. Oysa “biz 1923’de millet olmadık, biz 1923’den sonra millet olmaya başlamadık, belki, tam tersine, 1918’de millet olmaktan çıkarılmak istendik. Ve parçalandık. Milletimiz parçalandı” (ÇY. I:73). Hem de büyük bir millettik. Sırtımız yere gelmiyordu. 1918’de devletimiz parçalanınca, bu büyük millet yapay sınırlarla birbirinden ayrıldı.

İşte krizin başlangıç noktasına, ipin koptuğu yere dönerek yeniden dirilişimizi buradan, bu anlayıştan başlatmalıyız. “Köklü ve çok cepheli yeni bir düzenleniş, toplum, insan ve devlet anlayışı gelmedikçe ve bu anlayış da geçmişimizdeki, kendi medeniyet, millet, ülke, toplum ve insan anlayışımıza bitişmedikçe bir çözüm yoktur. Çözüm burada aranmalı ve radikal olunmalıdır. İp koptuğu yere bağlanmalıdır. Bunu yapacak aydın kadro duruma el koymalıdır” (TYA: 20).

Görüldüğü gibi Sezai Karakoç’a göre, aslı unutturan parça parça konularla, teferruatla uğraşmak, sadece zaman kaybı ve sonuçsuzluğa mahkum bir çabadır. Köklü ve çok cepheli çözümlere ihtiyacımız var. Çünkü devletimizin yeniden kurulması gerekiyor. Cumhuriyetle birlikte kurulan devlet, o günün şartları içinde birtakım eksikliklerle kurulmuştu. Daha sonra da ne yazık ki bu eksiklikler tamamlanamadı ve kurulan devlet bugün biriken sorunlar altında ezilmektedir. Yani o temeller artık üzerindeki yükü taşıyamaz hale gelmiştir. İşe bir bakıma en baştan, her şeyi yeniden tanımlama, daha da doğrusu gerçek bir yenilenme azmiyle başlamak gerekiyor. Böyle bir başlangıcın ilk şartı da, kendi öz benliğimizin ortaya çıkarılması demek olan, unuttuğumuz ve yerlerini yabancılardan aldıklarımızla doldurduğumuz kavramlarımızın, yeniden yerlerine yerleştirilmesi, yeniden tanımlanmasıdır.

Karakoç, bunların içinde şu dört tanesine özel bir önem verir: Devlet, millet, kültür ve medeniyet. Örneği, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta millet kavramını, medeniyet kavramıyla ilişkisi içinde, kendi öz kültürümüz ve tarihi deneyimlerimizden yola çıkarak açıklamakta ve şöyle demektedir: “İlk olarak millet kavramından hareketle yola çıkmak lâzımdır. Millet nedir? Sadece bir ırkın topluluğu olmadığı artık çok aşikârdır. Bir ırkın topluluğu olması zaten mümkün değildir. Çünkü ırklar birbirine karışmıştır. Zaten tarihte ırk esasına dayalı milletlerin varlığı, çok yeni bir olaydır. Bu sebeple millet kavramı medeniyet kavramına bitiştirilmelidir. Bir medeniyetin toplumuna millet denir. Biz bunu geçmişte yaşadık, fakat Birinci Dünya Savaşı’nda o medeniyetin ve o milletin devleti çökünce, bize de Avrupa’nın daha çok ırk esasına dayanan millet anlayışına göre sun’i bir takım devletçikler empoze edildi. Bu devletçikler artık yaşamıyorlar. Çünkü sun’i olarak kurulmuş, sun’i olarak yaşamışlar ve şu anda da büyük bir kriz içindedirler. Irak bu durumdadır. Suriye’nin de âkıbeti meçhuldür. Ürdün ve diğer Arap ülkeleri de bu şekildedir” (TYA: 17–18).

Bu düşünceler, devletin kuruluşunun ve kurulduktan sonra da sürekliliğinin belirli bir “bilinç”le mümkün olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla kuruluş önce düşünce ve inançlarda kökleşmelidir. Millet, devleti kuran unsurdur ve bir devlet kurmak sıradan bir milletin işi değildir. Ancak kökleşmiş düşüncelere sahip olan topluluklar millet olabilir ve toplum ancak millet haline geldikten sonra ve gelişmiş bir medeniyet esasına dayandığı takdirde bir devlet kurabilir. “Ancak, bir medeniyet esasına dayanan ve millet haline gelmiş toplumlar devlet kurabilir. (…) devleti kurabilmek için millet olmak lazımdır. Millet olmak için de bir medeniyet esasına dayanmak lazımdır. Biz geçmişte tarihin en büyük devletini kurduysak, bunun sebebi, tarihin en büyük milletini meydana getirdiğimiz içindir. Tarihin en büyük milletini oluşturmamızın sebebi, en büyük medeniyete sahip olmamız gerçeğidir” (ÇY. III: 68).

Şu halde Karakoç’a göre her toplum öyle kolay bir şekilde millet olamaz. Bunun için özel bir çaba göstermek, belirli görevlerle yükümlü olunduğunu bilmek gerekir. Siyasi, ruhi, ekonomik ve sosyal özelliklere sahip olan milletin, her şeyden önce “millet ruhu” dediğimiz bir özü bulunmakta ve bu da medeniyet temeline dayanmaktadır. “Bir medeniyet temeline dayanmayan toplumlar, millet olamaz. (…) Medeniyet bir kaide ise, millet onun üzerine oturtulan bir âbidedir”. Bir milletin yıkılmadan ayakta kalabilmesi, bu kaidenin sağlamlığına bağlıdır.

İşte Yüce Diriliş Partisi’nin özgünlüğünden söz ederken, onun milleti böyle bir güvenli temele dayandırmasını göz önünde tutuyoruz. Bugün ayakta durmakta zorlanmamız, bu güveni sağlayan kaidenin ayaklarımızın altından çekilmesi yüzündendir. “Medeniyet kültür esasına dayanır. Bir toplum bir kültür üretir. O kültürden bir medeniyet doğar. O milletten bir devlet doğar” (ÇY. III: 16–19) diyen Karakoç, bu dört önemli kavramın nasıl birbirini oluşturduğunu, biri olmadan diğerinin olamayacağını gösterir. Yüce Diriliş Partisi’nin amacı da, bu iç içe geçişi ve ardardalığı insanımıza anlatan aydınların yetişmesini ve yönetimde yer almasını sağlamaktır.

Diriliş düşüncesinin bir siyasi parti olarak yapılanmasının, bir yönetim talebinden kaynaklandığı açıktır. Partinin temel vaadi ve gerçekleştirmeyi istediği birincil hedef ise, halkın mutluluğunu, onun medeniyetini ayakta tutarak sağlamaktır. Medeniyet sahibi bir millet olma iddiası, ancak güçlü bir devlete sahip olmakla mümkündür. Bunun gerçekleşmesi ise doğrudan “siyaset” kurumunun işidir. Belirli bir zamandan itibaren millet olma ve medeniyet kurucu özelliğimizi unutarak çıkış yolunu başka yönetim anlayışlarında aramaya başladık. Kendi medeniyetimize olan inancımızın yitirilmesi ve ilkelerimizin terk edilmesi, bizi Batı’dan gelen etkiler altında bıraktı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki şartlar, yanlış ilkelere saplanmamızı ve bu yanlışların etkisiyle ancak kısa ömürlü devlet olabilecek yapılar ve oluşumlar peşinde koşmamızı bir dereceye kadar zorunlu gösterebilir. Ancak bunun devam ettirilmesi, o zamanlar başlayan bozulmayı genişletip derinleştirdi. Şimdi de toplumumuz ve devletimiz sallanıyor (Bkz. ÇY. III: 75).

Yüce Diriliş Partisi, günümüzün, çatlakların sıvayla kapatılarak işin içinden çıkılacağını sanan devlet adamlarına karşılık, yıkılışın temelden başladığını, yenilenmenin de oradan yapılacağını gösteriyor. Dolayısıyla, “temelleri sağlamlaştırmak lazımdır. (…) Sıva en sonra; süs en sonra. En önce, temelleri güçlendirmeli, duvarları sağlamlaştırmalı” (ÇY. III: 88).

Değerlerimizi bıraktığımız ve uzaklaştığımız oranda modernleştiğimiz, ilerlediğimiz öğretildi insanımıza. Bu yüzden kazandığımızı sandığımız her şey, aslında kaybettiklerimizden ibarettir. Dışarıdan içeriye doğru her türlü etkinin girmesi serbest olduğu halde, içerde kendi öz değerlerimizle ilgili bütün yenilenme yollarının önü tıkanmıştır. Yüce Diriliş Partisi, bu kanalları yeniden açmak için, medeniyet temeline dayalı bir siyasî yenilenme faaliyetidir. Türkiye ancak bu anlayışın önü açıldığında normalleşecektir.

 

Yazının hazırlanmasında yararlanılan ve hepsi de Diriliş Yayınları arasında çıkan Sezai Karakoç’a ait kitaplar:

(TYA) Tarihin Yol Ağzında, 3. baskı, 2007.

(ÇY. I) Çıkış Yolu I –Ülkemizin Geleceği, 2. baskı, 2003.

(ÇY. II) Çıkış Yolu II – Medeniyetimizin Dirilişi, 2. baskı, 2003.

(ÇY. III) Çıkış Yolu III –Kutlu Millet Gerçeği, 2003.

Düşünceler I- Kavramlar, 4. baskı, 2012.

* Bu düşünceye yabancı olanlar ise, Sezai Karakoç’un bir parti kurmasına anlam veremezler ve hatta bunu eleştirirler.

Oruç ve Zaman

YÜKSEL KANAR

Bir oruç ayını daha yaşıyoruz. Bütün mevsimleri dolaşan Ramazan, bu yıl yazın sıcak ve en uzun günlerinde konuğumuz oldu; daha doğrusu bizi konuk etti kendisine.

Oruçla ilgili en anlamlı ve en sıcak yazıları kimin yazdığı sorulsa, kuşkusuz verilecek en isabetli cevap Sezai Karakoç olacaktır. Üstad bize hayatın içinden, canlı ve hareketli oruç tasvirleri sunar. 1967 yılından beri yazdığı oruç yazılarını 2004 yılında Samanyolunda Ziyafet adlı bir kitapta topladı. 40 yılı aşkın bir süre önce yazılanlar da dahil olmak üzere, her yazı sanki bugün yazılmış gibi etkili ve aydınlık.

Doğrusu kitabı oluşturan yazıların hepsi de ayrı ayrı ufuk açıcı, entelektüel soruları tatmin edici, her düzeydeki insanın ilgi alanını hitap eden bir kuşatıcılığa sahip. Bu yazıda belli bir oranda üzerinde duracağımız oruç-zaman ilişkisi de bu özellikte.

Orucun en belirgin özelliklerinden biridir müslümanı zamanın ayırdına vardırması. Zaman oruçla en etkili bir biçimde yaşanır, hissedilir ve onunla hep başladığı yere döner. Her yıl kıştan sonra ilkbahar ve yazın gelmesi gibi. Bıkmadan, usanmadan yapılan bir tekrar bu. Biz de her kış, yazın yeniden gelmesini isteriz. Tekrarlanan kışlar olmasa, dünyanın gençleşme enerjisi de olmazdı şüphesiz. Bir bakıma hayatımız bu döngü içinde geçer; bu döngü hayatımızın anlamı, itici gücü haline gelir. Bu tekrar, bize sürekli yeni atılımlar fırsatı verir aslında.

Hayat, yeni başlangıçları ne kadar çok seviyor. Yeni başlangıçlar gençliğin, dinçliğin göstergesi. Maddi dinçlik yanında manevi dinçlik de öyle. Çünkü hayat bütün yönleriyle bir bütün. Bu başlangıçlar bıkkınlık doğurmuyor bizde, aksine heyecanla, yaşama arzusuyla dolduruyor içimizi. Her başlangıç bizi daha da geliştiriyor; onunla serpilip büyüyor her canlı.

Oruç da her yıl, “bir kuşluk gibi, ağaçların arasından, kuş seslerinin marul içi tazeliğindeki bebeksi sevinçlerinin içinden GÜNEŞ NEŞESİ’nin yürüyerek insanları kuşatışı gibi” (Sezai Karakoç, Samanyolunda Ziyafet, s. 9) çıkıp geliveriyor dünyamıza. Bu, ne sadece bir fizik, ne de sadece metafizik bir aydınlanmadır: maddeyi ve manayı aydınlatan bir doğuştur bu. “İnsanın katıldığı, her yıl bir ay katıldığı bir ruh şölenidir. Üstün insanların davetlisi olduğu bir tabiatüstü ziyafet, bir gök sofrasıdır” (s. 10).

İlk gün, ayın incecik hilâl biçiminden giderek büyümesi, dolunaya dönüşmesi, karanlıkları yırtıp ondan aydınlıklar çıkarması gibi, Ramazan da mü’mini aydınlatıyor, olgunlaştırıyor, donatıyor… Zaman dışımızda böyle akıp giderken içimizdeki ay da büyüyor. Aydınlanıyor ve temizleniyoruz.

Sezai Karakoç, “Orucun dört mevsimi ve 24 saati vardır” derken, onun zamanın ta kendisi olduğunu ve zamanın da onunla anlam kazandığını belirtiyor: “Gerçek zaman oruçladır”.

Ramazan, bahara gelir; açlıkla eşyanın ruhuna ve ötesine, varlığının ötesine, varlığının sebebine çevrilmiş olan insan, leylâk kokuları, portakal çiçeklerinin buğusu ve gül, lâle, ağaç ve yabani bitki çiçeklerinin rengiyle mest, bir nevi mutlakın şiiri, bir gerçeklik lirizmi içinde yaşar. İlkbaharda renk, su sesi, kuş uçuşu ve gül kokusuyla tabiat, içine girdiği değişimde oruçlunun içini saf duygularla, zengin figürlerle donatır. Oruçlunun, topraktan kopmasına engel olur… Bahar, oruçlu için, menekşeden vişneye kadar mor rengi, bayıltıcı kokusu ve mayhoş tadıyla, toprakla gök arasında, yeni bir sentez gibidir.

Ramazan, yaza gelirse, sıcaklık ve susuzluk, sonbaharda tabiatın geçici ölümü, kışın kar ve soğuğun tabiat ve eşyayı tek tesirli bir idrake indirişi, insanda oruca şöyle ve böyle bir fark ilave eder; böylece, yaşını başını almış bir müslümanda, geçmiş her yılın ramazanı, birbirine karıştırılmayacak şekilde farklıdır. Her ramazanın ayrı bir rengi, ayrı bir kokusu, ayrı bir biçimi vardır. Her biri kökte ve temelde ayni olsa da, her yılın ramazanı, mevsimlerin boyasına batıp çıka, hafızada ayrı bir fenomen değeriyle yaşar. (Samanyolunda Ziyafet, s. 15–16)

Bu geniş plandan daha yakına, bir oruç gününün 24 saatine gelirsek “zamanın, içimizde, kalb çarpması gibi yürüdüğünü” görürüz. Oruç günü öbür günler gibi başlayan sabah, gittikçe değişir ve farklılaşır. İnsanlar, sırtlarında benek benek öteki dünya çizgileriyle günlük işlerinin içine dalarlar: “İnsanlar, insanlar.. Her işinizde, sizinle insanların elleri arasına, daima bir çiçek girer; o, ramazandır”.

İnsan işinden evine döndüğünde, ruhun saf yaşayışına hazır bir dekor içinde bulur kendini:

İkindiden güneşin battığı âna kadar, sûreler, âyetler halinde, ilâhî kelimeler, evi alır, yıkar, yeni bir dekorla donatır ve insanın içini, bir feza yolculuğuna hazırlıyormuş gibi, ilâhî bir yakıtla doldurur. Kur’an sesi, yavaş yavaş evin odalarında güneşin pencereden giren eğik ışıklarından âhiretin ve cennet saraylarının bir maketini gözler önüne serer. Ölenler, ölen büyükanneler, büyükbabalar, atalar, hepsi hazırdır orda…

Sonra güneş batar ve bir top patlar. Evin bütün görünüşü ve havası değişmiştir. Aile, ebedî bir tablo gibi sofranın başındadır. Sofrada dünya nimetleri, her günkü nimetler değildir sanki. Sanki, onlara ebedîlik mayası karışmıştır. Sofra, sanki bir “maide sofrası”dır. Gökten inmiş bir sofra…

Yatsı namazı ve teravih. Gündüz, oruçlu, ramazanı tek olarak yaşamıştır. Ama şimdi, İslam topluluğuyla birlikte bir bütün olarak yaşıyor. Müslümandan müslümana atlayan, birini öbürüne bağlayan, birbirlerini birbirlerinde bulduran, birinde hepsini yaşatan bir “Ramazan ruhu”dur artık hükmeden insanlara.

Gece gelir arkasından. Müslüman, Ramazanı uykusunda da yaşar. Rüya, Ramazanın uykuya serptiği ruh huzurunun levhalarıyla donanır yer yer.

Derken bir davul sesi, bir top güllesi, hatta topun sesinden önce şimşeksi ışığı koparır sizi uykunuzdan; bu da olmadı mı, şefkatli bir anne sesi, bir şiirin tekrar eden motifi gibi, hayallerinizin arasından dolaşa dolaşa, şuurunuzun en kritik noktasını bulmak için yol açar kendi kendine.

Ve, yeni kesilmiş bir karpuzun rengi kadar canlı siz sahur yemekleri!

Ve sonra ağaran gök. Ürperen, Mutlakın birliğini, peygamberin peygamberliğini ve insanın ulvî vazifesini ilân eden Sabah Ezanı. Ve şafak. Yekpare bir gümüş levhası gök. Ve bir dağın ucundan alnını gösteren güneş ve şehre umut taşıyan genç ışıklar ve ışıkların zaferi… (Samanyolunda Ziyafet, s. 16–17)

Demek ki hayatın kendisi içinde bir yürüyüş, bir yolculuktur Oruç. Zaman algımızı genişleten, zamanı en kısa parçalarını bile anlamlandırarak yaşatan, onu en iyiye ulaştıran bir yolculuk. “Hayvandan meleğe doğru yolculuk; içteki karanlıkların eriyişi, yerini metafizik ışıkların alması” (s. 9).

Zaman bir kez daha başladığı yere döndü oruçla. Bu, kör bir tekrar değil, yenilenmek için sunulan bir fırsat sıklığıdır bize. Aldatıcı bir alışkanlıklar mekaniği değil, bilinçlenme azim ve iradesidir. İslâm’ın bizzat kendisi bir yenilenmedir zaten. Bozulan, keyfe göre değiştirilen, örselenen eski dinlerin yeniden bütünlenmesi, tamamlanması. Yolun onunla düzeltilmesi, genişletilmesi ve sağlamlaştırılmasıdır. Patikaların, uçurumların, tehlikelerin “sırat-ı müstakim”e, dosdoğru yola çevrilmesidir.

Oruç, İslâm’ı nasıl da özetliyor. Zaman nasıl da orucu, oruç nasıl da zamanı içine alıyor. Oruç zamanla, zaman oruçla nasıl da bütünleniyor.

Zaman, başladığı yere oruçla dönüyor hep. Mü’minin dünyası oruçla tamamlanıyor ve olgunlaşıyor. Oruç insanı yeniliyor, alışkanlıkların, kör tekrarın içinde yitip gitmesini engelliyor. İnsanı diriltip geliştiriyor.

Öncü Bir Düşünür Olarak Sezai Karakoç

YÜKSEL KANAR

1

Sezai Karakoç için eğer bir tanımlama gerekirse, onun çağdaş öncü düşünürlerimizden biri olduğunu söyleyebiliriz. Burada “öncü düşünür” deyimini, düşüncelerini neredeyse ezberletilmiş hazır kalıplar halinde, özellikle de Batı’nın “verili” şablonlarından yola çıkarak değil, kendi inanç ve değerler dünyası doğrultusunda gerçek olandan, ya da olması gerekenden (ideal) hareket ederek oluşturan kültür ve medeniyet adamı anlamında kullanıyoruz. Öncü düşünürler, sağlam bir kaynaktan beslenirler ve başkaları için de bir hareket noktası haline gelirler. Bir yol gösterici, bir temsilci ve bir kurucudurlar. Olguların tespiti ve açıklamasıyla uğraşan bilim insanlarından farklı olarak, onları anlamlandıran ve yorumlayan kimselerdir. Bilim adamlarının, akademisyenlerin, politikacıların, sanatçı ve teknik kimliğe sahip olanların önünü açarlar, onlara rehberlik yaparlar; ürettikleri şeyleri ait oldukları yere yerleştirerek insanîleştirir ve yüceleştirirler, anlam ve değer katarlar. Diğer insanlardan farklı yollarla, en başta da pek az insanda bulunan duyuş ve seziş gücüyle edindikleri düşünce malzemelerini işleyerek bunları, içinde geliştikleri toplumun dayanağı ve güvencesi olan birer kültür ve medeniyet unsuruna dönüştürürler.

Bugün devlet olgusuna, gerek akademisyen, politikacı ve hukuk adamları ve gerekse diğer aydın çevrelerde Batı’nın bize dayattığı ulus-devlet şablonu içinde bakılıyor; bunun devlet düşüncesinde gelinen son aşama olduğu düşünülüyor ve hatta devlet bu yapısıyla kutsallaştırılıyor. Bu çerçeve, aslında, bizim yüzyıllar önce ulaştığımız ve gerçekleştirdiğimiz sınırların çok gerisinde bir anlayışı göstermektedir. Batılı siyaset teorisyenlerinin gücü, bizim tarihte gerçekleştirdiğimiz genişlikte bir devlet anlayışının hayata geçirilmesini bir tarafa bırakalım, onu kavrayacak bir kapasiteye bile ulaşamamıştır. Sezai Karakoç, “ulus” ve “devlet” kavramlarının ve bunların birleştirilmesiyle ifade edilen ulus-devlet kuramının ileri bir görüşü değil, tam tersine geri bir anlayışı temsil ettiğini belirtirken bu öncü düşünür özelliğiyle ortaya çıkmaktadır. Nitekim “Avrupa’da, kontlar, dükler şato yaptırırlardı; etrafını da bir hendekle çevirirlerdi; o devlet olurdu. Sonra top icât edildi. Toplarla şatolar yıkılınca, devletin sınırları büyüdü. Artık, öyle ufak şehir devletleri öldü. Bir şatodan ibaret devlet veya ufak bir malikâneden, bir çiftlikten ibaret devlet kalmadı” (Karakoç, 2003c: 82). Daha sonra, önceleri birçok derebeyliklerden oluşan Fransa ve İngiltere gibi millî devletler kurulmaya başlandı. Şatoların arkasından şehir devletler ve onu izleyen ulus-devlet, kuşkusuz Avrupa kıtası için giderek genişleyen bir anlayış aşamasını gösteriyor olabilir. Ancak ilerleme gibi görünen bu durum, ulus-devlet öncesinde, örneği Müslüman dünyada çok erken zamanlardan itibaren kurulan büyük devletlerle kıyaslandığında, ancak birer karikatür olarak kalır. Batı’nın devlet hakkındaki en geniş ufku, bugün bile son sınır olarak ulus-devlet düzeyinde kalmışken, bundan yüzyıllarca önce kurulan ve ömrü yüzyıllar süren, örneği Emevî, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinden her biri, milyonlarca kilometre kareyi kapsayan egemenlik alanlarıyla Avrupalıların bugün bile çekememezlik duygularını kabartmaya devam etmektedir. Aslında hep içindeki bu ukdeyle yaşayan Avrupa, AB ile, sözünü ettiğimiz o büyük devletleri örnek alarak bir Avrupa İmparatorluğu kurma denemesi yapmaktadır. Sonuçta bugün AB’yi oluşturan bütün devletlerin toplam genişliği, söz konusu o devletlerin genişliğine ulaşamamaktadır. Biraz sonra da göstereceğimiz gibi bunun anlamı, Batılı devlet ve millet anlayışının bir ilerlemeyi değil gerilemeyi temsil ettiğidir. Sezai Karakoç bunun için, bu anlayıştan kurtularak bizim kendi millet ve devlet anlayışımıza geri dönmemiz gerektiği üzerinde önemle durmaktadır.

Her şeyden önce, geniş bir medeniyet bakış-açısına sahip öncü bir düşünür olarak Sezai Karakoç, mirasçısı olduğumuz bu örneklerden yola çıkarak, bir devletin fizik (toprak) genişliğinin en az on milyon kilometre kare ve nüfusunun da ikiyüz elli milyon olması gerektiği üzerinde durmuştur. Tarih boyunca büyük düşünce adamlarının, kendi tecrübe ve ufukları çerçevesinde bu türden belirlemelerde bulunduklarını biliyoruz. Ancak Karakoç’un yaptığı bu geniş belirleme, onun nasıl bir medeniyet bilincine sahip olduğunu, bizim de içinde olduğumuz İslâm medeniyet havzasını nasıl derinden kavradığını ve içselleştirdiğini göstermektedir. Ona göre, gerçek anlamda ancak bu ölçüler içindeki toplum bir millet ve bir devlet özelliği kazanabilir. Elbette bu genişlikteki bir devletin, kendine yakışır bilim ve kültür adamları, sanatçıları ve edebiyatçıları da olacaktır. Uzun ömürlü, kendini güvende hissedecek, başkalarına güven telkin edecek, herkesin güvencesi olabilecek bir devletin bu özelliklere sahip olması gerekir: “Çünkü: boyutları büyüktür, millet büyüktür, nüfus büyüktür. Birçok ırk bir araya gelmiş, bir millet oluşturmuştur. Hatta birçok din bir aradadır. Birçok mezhep bir aradadır” (Karakoç, 2003c: 83).

Özellikle içinde bulunduğumuz, dünyanın kalbi mesabesinde olan Anadolu toprağında kurulan bir devletin büyük olma mecburiyetinde bulunduğunu belirten Karakoç, Avrasya satranç tahtasının merkezinde bulunmanın böyle bir zorunluluk taşıdığının bilincindedir. Halen ABD’nin işgalci olarak Irak’ta oturmaya devam ettiğini düşünürsek bu belirlemenin ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavrarız. Onun elli yıldır savunduğu düşünce, İslâm dünyası arasında sağlam bir birlik oluşturmaktır. İslâm ortak pazarı ve İslâm paktı gibi düşünceleri ilk ortaya atan ve sıkça savunan odur. Üstelik geleneğinde böyle bir anlayış olmayan Avrupa bunun gibi birlikleri kurup hayata geçirebiliyorsa, bu anlayışla yoğrulmuş ve fiilen de bunu uygulamış olan Müslüman ülkeler için böyle bir birliği gerçekleştirmek, elbette kendi gücünün farkında olmak kaydıyla, hiç de zor değildir.

Geçmişte kurmayı başardığı büyük devletlerin ve onların yaşatılması için gerekli tecrübelerin sahipleri olarak Müslüman dünyada yapılması gerekenler şunlardır: Aydınlar bir araya gelecekler ve aydınlık bir millet fikrine, daha sonra devlet fikrine, medeniyet fikrine ulaşacaklar. Tereddütlü olunmayacak, kesin kararlar verilecek, dosdoğru hareket edilecek: “Kendi medeniyetini yeniden dirilteceksin, bu neyi gerektiriyorsa yapacaksın. Büyük devlet kuracaksın ve bu büyük devletle kendini emniyete alacaksın, sonra da esaret altında inleyen, Çin’den Avrupa’ya kadar, Afrika’nın son ucuna kadar kıvranan milletlerin yardımına koşacaksın. İşte diriliş fikri bu demektir” (Karakoç, 2003c: 85).

Şu halde millet, devlet ve medeniyet, birbirine bağlı üç önemli kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlara medeniyetin dayanağı olan kültürü de eklemeliyiz. Gerçekten de millet haline gelmemiş bir topluluğun bir devlet kurması, bir devletin de bir medeniyet oluşturmadan ayakta kalması mümkün değildir. Aynı zamanda bugün, kendi içimizde ve dünya arenasında yaşadığımız her türlü sorunun temelinde bu kavramların yeterince anlaşılamaması ve bunlardan gereğince yararlanılamaması bulunmaktadır. Daha doğrusu bu dört kavram, tarih boyunca gelip geçmiş bütün milletlerin temel gerçeği olarak karşımıza çıkar. Karakoç, bu kavramlar arasındaki sıkı ilişkiyi şu şekilde folmüllendirir: “Medeniyet, kültür esasına dayanır. Bir toplum, bir kültür üretir. O kültürden bir medeniyet doğar. O medeniyetten bir millet doğar. O milletten bir devlet doğar (Karakoç, 2003c: 19).

2

Sezai Karakoç millet’i kısaca “bir ruh etrafında toplanmış toplum fertlerinin bir araya gelmesiyle meydana gelmiş somut, canlı bir kitle, bir varlık” olarak tanımlar (Karakoç, 2003c: 17). Aynı zamanda ona, medeniyetin organize olmuş şekli olarak da bakabiliriz (Karakoç, 2003c: 19). Toplum fertlerinin, etrafında toplanarak milleti oluşturdukları bu ruh, bizim öz kültürümüzün sunduğu millet tanımını belirler. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda yapılan millet tanımları, onu bir dile, bir ırka veya çıkar birliğine dayandırmışlardır. Elbette bir şirket, ya da dernek olmayan millet, bu tür bağlarla ifade edilemez. Toplumları millet haline getiren şey, kendilerine ait ideallerdir. İdeal birliği içindeki insanların toplamıdır millet: “Bir ideale dayanmayan toplumlar millet olamaz. Millet, baştan sona bir ruhun canlanmış şeklidir. Bu ruh olmadığı takdirde, bir kalabalık olabilir insanlar, ama millet olamazlar (Karakoç, 2003c: 17).

Bir anlamda milletin dayandığı ideallerin gerçekleşmiş ürünleri olarak da görülebilecek medeniyet, bir kültür ve medeniyet düşünürü olan Sezai Karakoç’un düşüncesinin anahtar kavramlarından biridir. Hatta o, ortaya koyduğu Diriliş tezini, doğrudan bu kavramla ilişkilendirerek İslâm’ı, tarih ve medeniyet perspektifinden açıklıkla ortaya koyma çalışması, medeniyetimizin yeniden doğuş yolunu arama denemesi olarak tanımlamıştır (Karakoç, 2005: 18).  Millet adı verilen “öz”ün, ya da “cevher”in dayandığı temel, medeniyettir. “Bir medeniyet temeline dayanmayan toplumlar, millet olamaz. Her şeyden önce, şu gerçeği öğrenmemiz lâzımdır ki, millet, bir medeniyet mefhumuna dayanır, medeniyet üzerine kurulur. Medeniyet bir kaide ise, millet onun üzerine oturtulan bir âbidedir. Eğer bu milletin altından siz medeniyet kaidesini çekerseniz, o millet yıkılır” (Karakoç, 2003c: 17–18).

Milletin medeniyet temeline dayanması nasıl bir gerçekse, medeniyet yapısının kurucusunun da millet olduğu aynı kesinlikte bir gerçektir. Bu karşılıklı ilişki dolayısıyla, büyük medeniyetlerin ancak büyük milletler tarafından kurulduğunu söyleyebiliriz. Elbette, biraz önce belirtildiği gibi, milletlerin büyük olarak kalması ve varlıklarını sürdürebilmeleri de, sahip oldukları medeniyete bağlıdır. Sezai Karakoç, millet kavramıyla böylesine iç içe olan medeniyet için açık tanımlar da verir: “Medeniyet, insanoğlunun, asıl amacını gerçekleştirmesi çalışmalarından, ona varma arayışlarından, onu bulmuşsa kaybetmeme çabasından, onu süsleyip püslemesinden, o yöndeki duygularını ve düşüncelerini ifade etme isteğinden doğan, kaynaklanan ve beslenen niyet ve faaliyetlerinin, reel ve potansiyel güçlerinin tümü demektir” (Karakoç, 2005: 9).

Milletin dayanağının medeniyet olması gibi, medeniyetin dayanak noktasını da kültür meydana getirir. Medeniyet olmaksızın milletin, kültür olmaksızın da medeniyetin teşekkül etmesi mümkün değildir (Karakoç, 2003c: 19). Kültürün, bizim inanış, duyuş, düşünüş ve hareket ediş faaliyetlerimizden doğduğunu belirten Karakoç, bütün bunların somut halde ortaya çıkışına kültür dendiğini ifade ettikten sonra, kültürün de bir milleti meydana getirişinde, ebediyete doğru intikal eden eserler halinde gözler önüne çıkışında medeniyet hadisesini tesbit ettiğimizi ekler (Karakoç, 2003c: 20). Dolayısıyla bir diğer açıdan medeniyete, kültürün intikal aracı olarak da bakabiliriz. Kültür, medeniyet bütünü içinde yer alır ve geleceğe o bütünlük içinde taşınır. Kültürün medeniyeti değil, medeniyetin kültürü içerdiğini, bir başka deyişle medeniyetin daha geniş kapsamlı olduğunu söyleyen Karakoç’a göre kültür, medeniyetin fizyolojisi gibidir. Medeniyetse, sadece anatomi olmayıp canlı organizma gibi, anatomik ve fizyolojik cephesiyle bir bütündür (Karakoç, 2005: 9–10).  İşte bu noktada o, Ziya Gökalp’in medeniyet ve kültür tanımlarından ayrıldığını belirterek şu açıklamayı yapıyor:

O, kültürü, millî, medeniyeti milletlerarası kabul ediyor. Medeniyet ona göre bir grup ulusun ortaya koyduğu ortak eserlerdir. Oysa, bizim görüşümüze göre, her medeniyete bir de onun kültürü tekabül eder. İslâm Medeniyeti diyorsak, bir de İslâm kültürü dememiz gerekir. İslâm kültürü, İslâm medeniyetinin bir unsurudur; belki öbür birçok unsurun da kaynağı olan bir unsur. Irkların, gerek kültüre, gerek medeniyete katkısı, mizaç katkısıdır. Yoksa, tüm kültürü ırklara atfedip, medeniyeti ırklararası ortak eserlere indirgemeye imkân yoktur. Bu medeniyet kavramını daraltma, aşırı nesnelleştirme, dolayısıyla materyalize etmek olur. Medeniyeti, insanlığın, fizikötesi amacına varması için kurduğu yaşam tarzı ve gerçekleştirdiği tüm çevre olarak da tanımlayabiliriz. Psiko-somatik bir gerçekliği vardır medeniyet olgusunun. Yoksa olgunun psikolojik cephesine, kültür, fizikî cephesine de medeniyet demeye imkân yoktur. Belki daha doğru bir tanım, medeniyetin işler haline kültür denmesi olur. Oluşumu bitmiş ve tamamlanmış eserler de, henüz oluşma halinde olanlar da medeniyete dahildir. Medeniyetle kültür o kadar içiçedir ki, çoğu kez eşanlamda kullanılmaktadır. (Karakoç, 2005: 10).

Görüldüğü gibi bu açıklama, ülkemizde birçok kafa karışıklığına yol açan kültür ve medeniyetin tanımları ve ilişkisine büyük bir açıklık getiriyor. Buna göre kültür ve medeniyet, aynı bütünün iki farklı görüntüsüdür. İslâm medeniyetinden söz ettiğimiz gibi, İslâm kültüründen de söz ediyoruz. Eğer medeniyet milletlerarası bir olgu olsaydı, o zaman farklı medeniyet havzalarından ve dolayısıyla farklı medeniyetlerden söz etmemiz mümkün olmayacaktı. Aynı zamanda bir bütünün, psikolojik ve fizikî özelliklerini birbirinden ayırmak sûretiyle, iki farklı olguya dönüştürülmesi de doğru değildir. Dolayısıyla iç içe olan bu iki kavram, sadece kapsam bakımından birbirinden ayrılırlar ve kültür daha dinamik yanı, medeniyetin işler yanını ifade ederken, medeniyet, oluşumu bitmiş ve tamamlanmış olanı da içerir.

Kültürün en belirleyici unsuru dindir. Karakoç dinin, sadece ibadetten ibaret olmadığını, ibadet ve inanç etrafında örülmüş edebiyat, sanat ve bilim eser ve faaliyetlerini de aynı çemberde toplamak gerektiğini söyler (Karakoç, 2003c: 20). Nitekim büyük bir millet olarak bizim ortaya koyduğumuz medeniyet de, dünyanın en büyük kültürü olan İslâm kültürünün bir eseridir. Bu kültürden boy vermiş İslâm Medeniyeti aslında, geçmiş medeniyetleri de içine alan, bugünkü medeniyet âlemine de temel bir kâide teşkil eden “asıl” medeniyettir. Karakoç bunu Hakikat Medeniyeti olarak adlandırıyor: “İlk insandan başlayarak kıyamete kadar gidecek aslında tek bir medeniyet vardır. O medeniyete hakikat medeniyeti dersek, bu medeniyetin zirve hali, geçmişte atalarımız tarafından her bakımdan mükemmel olarak ortaya konmuş olan İslâm Medeniyetidir. Ve bu medeniyetin büyük milleti bizim milletimizdir. İşte, bu millet, o yüzden, bir yandan ta Cebel-i Tarık’a kadar gidebilmiş o günkü teknoloji içinde ve bir yandan da Hindistan’a kadar varabilmiştir ve beş yüz sene bu bölgede, Ortadoğu’da ve çevresinde insanların mümkün olduğu kadar sulh ve sükûn içinde yaşamasını, barış içinde yaşamasını sağlamıştır” (Karakoç, 2003c: 21).

Devlet, bir toplumun millet durumuna gelmesinden sonra gündeme gelen bir olgudur. Dolayısıyla millet olamamış bir toplumun bir devlet kurması, bu mümkün olsa bile onu yaşatması imkânsızdır (Karakoç, 2003c: 17). Her ne kadar devletle medeniyet özdeşleştirilemezse de, bu ikisini birbirinden ayırmak da mümkün değildir. Çünkü devlet, medeniyetin “büyük dayanağı, desteği, eşsiz meyvesi ve devamının en büyük garantisi, medeniyet de, devletin varoluş sebebi, hikmet kaynağı, yaşama kuvveti, üzerine oturduğu kaidedir” (Karakoç, 1995: 87). Öyleyse devletsiz bir medeniyet en büyük desteğinden, devamının en güçlü garantisinden, medeniyetsiz bir devlet de varoluş nedeninden, yaşama gücünden yoksun kalır.

Ele alınan bu kavramlardan her biri, diğeri için vazgeçilmez kavramlardır. İdeal bir devlet, kültür, medeniyet ve milletin oluşması için, bunların hepsinin birbirleriyle uyumlu bir biçimde bir arada bulunması gerekir. Örnek olarak devletle milleti ele alalım: Belirli bir kültür ve medeniyete sahip bir millet, devletini bu değerler doğrultusunda kendisi kurduğu için, uyumda bir sorun yaşanmaz. Ancak bu iki unsurdan biri görmezden gelinerek dışarıdan müdahalelerle değiştirilmeye çalışılırsa, toplum hayatında büyük rahatsızlıkların doğması kaçınılmaz olur. Milletle devleti, vücutla elbiseye benzeten Karakoç, milletin devlete zorla uydurulmaya çalışılmasının, vücudun elbiseye uydurulmaya çalışılması kadar akıl almaz, saçma ve sağlıksız bir tutum olduğunu belirtir. Millete uyum sağlayamayan devlet, eninde sonunda bir değişim geçirmek zorunda kalacaktır. Bu değişim, yok olmaya kadar da gidebilecek bir değişimdir:

Asıl olan, milletin dışarıdan getirilmiş bir devlet modeline uydurulmak için zorlanması değil, toplumun ihtiyaçlarına, özelliklerine ve karakterine göre vücut bulmuş, şekillenmiş bir devlet modelini ortaya koymaktır.

Şüphesiz, devlet, milletin bir anlık görünümüne, enstantane vaziyetine göre değil, geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceğe ait umutları, beklentileriyle tüm bir dönemi, tarihi, kökü ve dallanıp budaklanışı, bütüne ait bir görüş ve varoluşla ilgili bir seziş aynasından gözlemlenmek ve incelenmek suretiyle vücut bulur. Devlet, aşağıdan yukarıya doğru teşkilâtlanarak giden bir toplum iradesinin en son çiçek açışı ve taçlanışıdır. Toplumda devlet ideali ve bu ideale lâyık olma şuur, bilgi ve fedakârlık işaret ve atılımları yoksa, tepeden inme devlet girişimleri, suni ve geçici olmaya mahkûmdur. Devletin, suni ve geçici olmaması için, milletin özüyle ve cevheriyle içten bir bağıntı halinde olması gerekir. (Karakoç, 1996b: 30–31).

3

Belli başlı unsurlarıyla açıklamış olduğumuz bu dört kavram, toplumların nasıl millet haline geldiğini, bu milletin ayakta durmak ve varlığını devam ettirmek için hangi temellere dayanması gerektiğini göstermektedir. Sezai Karakoç’un bu kavramlar üzerinde önemle ve ısrarla durması, ülkemizde yaşanmış ve yaşanmakta olan gerçeklerin bu kavramlarla doğrudan bağlantılı olmaları dolayısıyladır. Bugün, geçmişi daha da eskiye dayanan, ama fiilen Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra milletimizin paramparça edilmesi sonucunda birliğimiz ortadan kaldırılmıştır. Ele alınan temel kavramlar hakkında yeterli bilince sahip olunmadığı için, aslında aynı millete mensup olanlar arasındaki, birbirlerini ayrı milletten sayma yanlışı devam ediyor. İşte bu yanlışın düzeltilmesi, yeniden bu kavramların gereği gibi ele alınması ve hayata geçirilmesine bağlıdır. Bunun için en başta, kendi millet, kültür, medeniyet ve devlet anlayışımıza dönmemiz gerekir: Müslüman dünya, tarihinde bütün bu kavramları en olumlu biçimde kavramış ve hayata geçirmiştir. Bu konularda büyük bir deneyim sahibidir. Kültür ve medeniyetini de oluşturarak büyük devletler kurmuş ve yaşatmış bir milletiz. Fakat içine girdiğimiz ve halen de içinde bulunduğumuz akıl almaz bir Batılılaşma serüveni, kendimize ait değer ve kavramlarımızın bırakılarak yerine Batılı değer ve kavramların alınmasını getirdi. Bu durum, ülkemizle ilgili bütün meselelere bakış açımızı olumsuz yönde değiştirdiği için, hemen hiçbir konuda sorunlarımıza çözüm üretemiyoruz. Çünkü onların anlaşılması ve çözümü için temel olan kavramlardan mahrum edildik. Karakoç’un, Avrupa’dan aldığımız millet mefhumundan kendi millet anlayışımıza dönmemiz gerektiğini, eğer kendi millet anlayışımıza dönersek, o zaman, kendi elimizle kısıtladığımız, önünü kestiğimiz, kaynağını tıkadığımız bütün yolların açıldığını ve caddeye dönüştüğünü göreceğimizi hatırlatması bu yüzdendir. O, öncelikle kendi millet ve medeniyet anlayışımıza dönmedikçe, kendi milletimizin geçmişte ortaya koyduğu o büyük gerçeği idrak etmedikçe, geleceğe emin adımlarla yürümemizin mümkün olamayacağını belirtiyor. “Avrupa’dan gelen ve ırkçılık esasına dayanan millet mefhumu artık çürümüştür, bir işe yaramaz. Milletle vatanın, birbirinden ayrılmaz bir bütün şeklinde sımsıkı birbirine kenetlenmiş tarihle coğrafyada meydana geldiğini anlamak için, önce, kendi millet anlayışımıza sarılmalıyız” (Karakoç, 2003c: 22).

Karakoç’un, dönmemiz gerektiğini söylediği “kendi millet ve medeniyet anlayışımız”, bizi, çeşitli yıkımların ardından gelen bugünkü savrulmuşluklardan kurtaracak temel ve özdür. Yeniden değişmenin temel şartı bu öze dönmektir. Bu değişim, daha önce başka yönlere doğru yapılan değişme çabalarının aksine “kendi içine doğru” bir değişimdir ve adı da “diriliş”tir: “Bu diriliş için gerekli değişmeyi, iç değişmeyi mutlaka gerçekleştirmeliyiz” (Karakoç, 1996a: 33).

Batı’nın tek dil, tek ırk ve hatta tek dine dayalı ulus-devlet anlayışı, bizim ortak ideal merkezli, çok dilli, çok ırklı ve hatta çok inançlı millet anlayışımızla bağdaşmadığı gibi, gerçeklere de uygun değildir. Batı’nın, daracık şatodan ibaret ufacık bir devletten şehir devletine ve ardından millî devletlere kadar aldığı yol, ileriye doğru bir gidişe işaret ederken, bizim gerçekleştirdiğimiz çok büyük hacimli devletlerden millî (ulusal) devlete geçişimiz, tam aksine çerçevenin daraltılmasıdır. Dolayısıyla bizim için ulus-devlet anlayışı geriye gidiştir; “Ortadoğu islâm bölgesine bu öldürücü fikir Avrupalılar tarafından kasıtla aşılandı. Ve bugünkü sun’i, gayr-i tabii durum doğdu. Bugün Ortadoğu’daki sınırların hepsi uydurma, devletçiklerin hepsi sun’i, hayatsız, tarihî dayanaksız, Avrupalılarca ‘icat’ edilmiş yirminci yüzyıl garabetleridir” (Karakoç, 1996b: 88–89).

Kuşkusuz yanlışın sınırları bundan da ibaret değil. Bu geri anlayış, bizim toplumsal ve tarihî bir gerçeklik olarak ortaya koyduğumuz ümmet kavramının da devre dışı bırakılmasını doğurdu. Günümüzde Müslüman toplumların temel gerçeklerine yabancı kalemlerinin, Cumhuriyet’ten sonra “ümmet” anlayışından “millet” anlayışına döndüğümüz şeklinde, bu iki kavramı birbirine karıştıran ve birbirinin karşısına koyan büyük bir yanlışı var. Oysa bunlar, medeniyetimizin büyük zenginliğini gösteren birbirine bağlı, ancak farklı iki kavramdır. Karakoç, Müslümanların sadece bir ümmet değil, aynı zamanda bir millet olduklarını, “ümmet”in, “millet” kumaşının iç tarafına verilen ad olduğunu söyler. Bu, bizim toplumsal yapımızın anlaşılması açısından çok önemli ve hatta temel bir belirlemedir. Müslüman dünya bir ümmet (Muhammed ümmeti) oluşturmakla, kendi medeniyet havzasında iç birliğini sağlarken, dışarıya karşı birliğini de millet (İslâm milleti) olma özellikleriyle sağlamlaştırmaktadırlar. “Diğer bir deyişle, ‘millet’, islâm toplumunun objektif ifadesi ise, ‘ümmet’, sübjektif ifadesidir” (Karakoç, 1996b: 88). Ümmet fikrine ideolojik bir anlam yükleyerek hayatın dışına itenlerin, bunu milletimizin iç bütünlüğünü bozmak için yaptıkları kuşku götürmez. Karakoç bu yüzden, 1923’ten sonra millet olmaya başladık diyerek kökenini ilkellikle suçlayanlara karşı şu cevabı veriyor: “Biz, en az bin yıldan beri anlı şanlı ve canlı bir milletiz. Ve bu millet, büyük bir medeniyet meydana getirmiştir. Zaten büyük bir medeniyet meydana getiremeyen milletler, tarihin karanlıklarına gömülür giderler” (Karakoç, 2003c: 18). Bunu söylemek, milletimizin köklerini inkâr etmek, onun birliğini ortadan kaldırarak dünyada yalnızlaştırmaktan başka anlam taşımaz. Bu yüzden “…öyle ‘biz yirminci yüzyılda millet olmaya başladık’ sözlerine aldanmayız. Biz, çok eskiden, ta Maveraünnehir’den ve daha evvelinden, Peygamber Efendimiz devrinden itibaren büyük bir millettik. Ve işte o millettir ki, (…) Osmanlı Devleti’ni kurmuş ve Osmanlı Medeniyeti’ni gerçekleştirmiştir. Sonra Avrupa bu devleti yıktı” (Karakoç, 2003c: 21–22).

Sezai Karakoç, milletin aydınları için bu yıkımı ve gerçekte yıkımdan önce başlayarak bizi ikiyüz yıldır derinden sarsan “medeniyetimizin büyük krizi”ni görmenin, ondan çıkışın başlangıcı olduğunu belirtir. İçinde bulunduğumuz medeniyet krizi kabul edilmedikçe, sorunlarımıza bu büyük pencereden bakılmadıkça, teşhis mümkün olmayacak ve çözüm de asla gelmeyecektir. Nitekim son ikiyüz yıllık yaşama mücadelemize baktığımızda, çıkışlar hep yüzeysel kalmış ve akamete uğramıştır. Krizin derinliği, genişliği ve büyüklüğünü anlamak, onun çözümü konusunda üzerimize düşen çabanın da büyülüğünü gösterecektir. İslâm tarihinin bu en büyük krizinden, en ciddi, en kapsamlı bunalımından, bu gerçeği görmeden, başımızı devekuşu gibi kuma gömerek ve sorunları başka yerlerde aramak sûretiyle kendimizi kandırarak çıkamayız (Karakoç, 1995: 73–74).

Kendi medeniyeti olmayan, ya da kendine özgü medeniyet anlayışını terk eden bir milletin millet olamayacağı gerçeği, her şeyin, temel tez olan “Medeniyet Tezi”nde düğümlendiğini göstermektedir. Öyleyse doğru olan, milleti bir dil, bir renk ve bir ırkla sınırlayan medeniyet tezinden; şekil, ırk ve coğrafya birliği olmasa bile, dillerin, ırkların, renklerin, âdetlerin kaynaştığı medeniyet tezine dönmektir (Karakoç, 2003c: 18). Kaderi birbirine sıkı sıkıya bağlı olan, gerçekte de aynı milleti oluşturan Ortadoğu İslâm halklarının mutluluğu için tek çözüm “… geçmişte zaten geniş ve uzun bir dönem uygulaması olan, medeniyet esasına dayalı, çok dilli, çok ırklı, çok cepheli, çok boyutlu, çok renkli ‘millet’ fikir ve gerçeğine dönülmesi”dir. Bütün Ortadoğu’da, insanlar arasındaki temel birleştirici değerlerin ortadan kaldırılarak halkların birbirine düşürülmesinde, Batılılara aldanışın getirdiği “ırk taassubu”, bizim de içinde bulunduğumuz “bu bölgede halkların birbirini kırdığı bir trajediyi devam ettirip duracaktır. ‘Büyük Millet’ fikri, bu akıl almaz yozlaşmadan kurtaracak tek fikirdir Ortadoğu Müslüman halkını” (Karakoç, 1996b: 89).

Sezai Karakoç, öncü bir düşünür olarak, bağlı olduğumuz medeniyet havzasının, içinde bulunduğu büyük krizden çıkış yolunun “Büyük Millet” fikrine yeniden dönmek olduğunu ve sorunun kendimize ait temel tez olan “Medeniyet Tezi”nde düğümlendiğini, ısrarla ve büyük bir sorumluluk bilinci içinde söylüyor. Bu sese kulak veren, bu fikrin idealisti ve gerçekleştiricileri olan aydınlar ise, “tarihimizin karanlık çehresini yeniden aydınlatacak kahramanlardır”.

 

Yazı içinde alıntı yapılan ve kısaltmalarla gösterilen Sezai Karakoç’a ait eserler:

(1995) Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I.

(1996a) Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I.

(1996b) Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II.

(2003a) Çıkış Yolu I- Ülkemizin Geleceği.

(2003b) Çıkış Yolu II- Medeniyetimizin Dirilişi.

(2003c) Çıkış Yolu III- Kutlu Millet Gerçeği.

(2005)   Düşünceler I- Kavramlar.