AYHAN SONGAR: İstiklal Marşımızın Psikanalizi

İstiklâl Marşımız, o karanlık günlerde bile ümitsizliğe kapılmamamızı, al sancağımızın asla sönmeyeceğini, milletimizin yıldızı olarak daima parlayacağını haykırmaktadır.

Her milletin bir “millî marş”ının olması teamül haline gelmiştir. Milletçe saygı duyulan, ayakta dinlenen marştan bir kısmı hükümdara övgü mahiyetindedir. Bir kısmı kahramanlık şarkıları söyler. Şöyle bir bakalım, meselâ İngilizler

“God bless the Quinnl” (Tanrı Kraliçeyi korusun) derken Fransızların Merseillaise’i “Allons les enfants de patrie Le jour de gloire est arrivé” (Haydi, vatan evlâtları, Zafer günü geldi)demektedir. Bir zamanların Almanya’sı, “Deutschland Deutschland über alles” (Almanya, Almanya, sen her şeyin üstündesin)diye elindekini avucundakini kaçırdı. Şimdi ol saltanatın yerinde yeller eser, bu marşın da sadece bestesi kaldı, güftesini bilen bile yok.

Bizim Millî Marşımız İstiklâl mücadelemizi, o tarihlere sığmayan destanı terennüm ettiği içindir ki “İstiklâl Marşı” diye adlandırılmıştır. Mehmet Akif’in kaleminden, ama bu büyük milletin “kollektif alt şuurundan” fışkırmıştır. Hepimizin, herkesin malıdır. Bu sebeple Mehmet Akif İstiklâl Marşını Safahat’ına almamış, “Kahraman Ordumuza” ithaf etmiş, verilen mükâfatı da kabul etmemiştir.

İnsanların, fertlerin alt şuurları olduğu gibi ailelerin, daha geniş manada milletlerin, belli bir kavmin, bir ırkın, vs. kolektif alt şuurları vardır. Çok derinlere işlemiş olan kolektif, müşterek alt şuur muhtevası o milletin her ferdi için aynı, en azından birbirinin benzeri olan davranış örneklerini, “engramları” ihtiva eder ve zamanı gelince topyekûn fışkırma halinde kendini gösterir, istiklâl Marşımız böyle bir zamanda Mehmet Akif’in kaleminden patlayan, fışkıran bir volkan, bir indifadır. Sevr muahedesi ile vatan parçalanmış, yer yer işgale uğramış, güzel İzmir Yunan işgali altında inlemekte, bununla da doymayan müstevli vatanın harim-i ismetine uzanmış, Ankara’ya doğru yürümekte ve Büyük Millet Meclisinde merkez-i hükümetin Ankara’dan da nakli müzakere edilmekte.

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
0, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.
0, benimdir; o, benim milletimindir ancak!

diyen İstiklâl Marşımız, o karanlık günlerde bile ümitsizliğe kapılmamamızı, al sancağımızın asla sönmeyeceğini, milletimizin yıldızı olarak daima parlayacağını haykırmaktadır. Sonra döner, bayrağa, Hilâl’e hitabeden

Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.

Bizzat Hilâl’in, bayrağın da, bu kara günde çehresini çatmaya, nevmidiyle hakkı yoktur; bu kahraman millete, kahraman Türk kavmine gülmesi, güvenmesi lâzımdır, öyle yapmazsa onun için dökülen kanlarımızı da helâl etmeyiz. Zira Hakka tapan bu milletin elbette istiklâl hakkıdır.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

Orta Asya’dan demir dağları eritip çıkan, Avrupa’nın göbeğine kadar ilerleyip devletler, imparatorluklar kuran, cihana sığmayan bu milletin zincire vurulması gibi gerçekten çılgınca bir fikre kapılan varsa ona seslenen istiklâl Marşı,

Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
”Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Mısraları ile asırlardır bu millete şırınga edilmek istenen batı hayranlığı ve aşağılık duygusundan sıyrılıp kurtulmamız gerektiğini ifade ediyor. Adına “medeniyet” denen garp teknolojisinin “tek dişi kalmış canavardan başka bir şey olmadığını, “iman dolu göğsümüz gibi serhaddimize” çarparak parçalanmaya elbette mahkûm bulunduğunu haykırıyor.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Büyük Millet meclisindeki karamsarlık yerini ümide terk etmektedir. Mustafa Kemâl Paşa, Meclis salâhiyetlerini de kendinde toplayarak Başkumandan tayin edilmiştir. Büyük taarruz başlamaktadır. Mehmetçik gövdesini bu hayâsız akına siper etmiş, onu sadece dur durmakla kalmamış, geldiği yere kadar kovmaya başlamıştır bile…

Geldiği yer ki, Çanakkale’dir, İzmir’dir, Ege sahilleridir. Her karışı şehit kanı ile sulanmış, her zerresinde şehit kemiği yatan mübarek topraklardır…

Bastığın yerleri ”toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar — ki şehadetleri dinin temeli —
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder — varsa — taşım;
Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım!
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki, başım.

Artık Millî Mücahede bitmiş, zafer şarkıları söylenmekte, vatanın her köşesinde şanlı Bayrağımız, nazlı hilâlimiz tekrar dalgalanmaktadır. Yunanlı İzmir den denize dökülmüş. İstanbul’daki müstevliler bayrağımızı selamlayarak geldikleri yere çekip gitmişlerdir. Akif, hayır, Akif değil, millet milletin şuuru, alt şuuru, bedeni, ruhu, hepsi birden tekrar hilâle döner ve İstiklâl Marşımızı şöyle noktalar:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.

Bu, öylesine milletin malı bir destandır ki, 1 Mart 1337 (1921) günü Büyük Millet Meclisinde Hamdullah Suphi Bey tarafından okunup ayakta dinlenir ve alkışlanırken Mehmet Akif bu tezâhüratı hiç de üstüne alınmamış, bir kenarda, başı önüne eğik vaziyette durmuş, kalmıştır. Bu sahneyi, o büyük günün tek canlı şahidi Muhterem Celâl Sayar anlatırken aynı heyecanı ben de duydum, sanki o günleri beraberce yaşadık.

Akif, son günlerinde, hasta yatağında yatarken kendisine İstiklâl Marşı için “Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?” diye bir sual sorulmuş. Akif’in cevabı, bu marşın neyin destanı, neyin mahsulü olduğunu anlatacak bir vecizedir: “Allah bir daha bu millete bir istiklâl marşı yazdırmasın!”

Yakup Kadri Ayasofya’da mevlit dinlerken..


MUSTAFA YÜREKLİ

İslam toplumlarının nabzını camilerden tutabiliriz. Camiler aynı zamanda birer ayna, yaşanan hayatı yansıtan. Ramazanlarda ve bayramlarda toplumun bütün kesimlerini kaynaştıran bir pota da diyebiliriz.’ diyen Mustafa Yürekli edebiyatımızda camileri anlatıyor. Ayrıca edebiyatımızın nabzını da camiden dinleyebileceğimizi belirtiyor.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ayasofya Camii’nde, Milli Mücadele şehitlerinin ruhu için okunan bir mevlide gider. ‘Mevlîd-i Şerif’ Yakup Kadri’yi çok etkiler; İslam, milli kültür, kimlik ve kişilik gibi konular çevresinde aydınımızın halini ve yaşanan Doğu-Batı çatışmasını yeniden yorumlar..

Mustafa Yürekli, Yakup Kadri’nin Ayasafya’da mevlid dinlerken düşündüklerini ve hissettiklerini Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserleriyle ve anılarıyla harmanlıyor..

CAMİDEKİ SANATÇILAR

Edebiyatımızdaki eğilimleri şair ve yazarların cami karşısındaki davranışlarından da çıkarabiliriz. İstiklal Marşı’mızın yazarı, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Fatih Kürsüsünde şiirinde ve birkaç şiirinde doğrudan camiinin içinden seslenmeyi yeğlemişti..Camii Mehmet Akif’in şiirinde çok önemli bir yer tutar.

Yahya Kemal, Süleymaniye’de kıldığı bir bayram sabahını ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ şiirinde bütün düşünce ve duygu zenginliğiyle dile getirir. Bu şiir, Yahya Kemal’i milletiyle buluşturur ve bütünleştirir.

Büyük romancılarımızdan Yakup Kadri Karaosmanoğlu da 8 Nisan 1921’de Ayasofya Camii’ne, o günlerde Eskişehir önlerinde şehit düşen mübarek din kardeşlerimizin ruhu için okunan bir mevlide gider. Ayasofya’da dinlediği bu ‘Mevlîd-i Şerif’teki tehassüsünü, tefekkürünü ve intibalarını daha sonra kaleme alır . ‘Mevlîd-i Şerif’ yazısı da Yakup Kadri’yi milletiyle buluşturur ve bütünleştirir.

YAKUP KADRİ AYASOFYA’DA

Peki ama ne olmuştur da camiye gitmek ve cemaate karışıp bir Mevlîd-i Şerif dinlemek Yakup Kadri’yi derinden sarsar ve etkiler? Kısaca ifade edecek olursak: Yazarımız, Ayasofya Camii’nde aziz milletimizin güzel değerleriyle karşılaşıp âdeta kendine gelir; cami, cemaat ve millet kavramlarını keşfeder ve Batı etkisindeki aydının milletimiz karşısındaki durumunu sorgular ve ‘Mevlîd-i Şerif’i dinlerken adeta erir.

Birinci Dünya Savaşı henüz bitmiştir. Vatan Batılı güçlerin işgali altındadır. Milli Mücadele’nin bayrağı açılmış, cephelerde direnişler başlamıştır..

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin maddi ve manevi sancılarının yaşandığı bu dönemde bir aydın olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ayasofya Camii’ne gidip ‘Mevlîd-i Şerif’e iştirak ederek İstanbul’daki aydın çevrelerinin inançsızlığa, şüpheye, endişeye, korkuya, ümitsizliğe, boş zevklere ve süflî hazlara düştüğünün farkına varır..

Ayasofya Camii’nde okunan ‘Mevlîd-i Şerif’e iştiraki onu iman, itminan, emniyet, ümit, halâs, huzur ve kurtuluşu, ulvî zevkleri ve hazları tattırır, milli çizgiyle buluşturur. Bir çok hakikati iliklerine kadar yaşar bu ‘Mevlîd-i Şerif’te. Sanki yeniden yeni bir hayata doğar.

Yakup Kadri’nin bu güzel duygularını ve tespitlerini kendisinden dinleyelim:

‘Dün Ayasofya, Beyazıt ve Şehzade camileri emsali görülmemiş bir cemaatle dolu idi. Kadın-erkek, çoluk-çocuk binlerce Müslüman, Eskişehir önünde şehit düşen mübarek din ve kan kardeşlerinin ruhuna ithaf edilen mevlîd-i şeriflere iştirak için fevç fevç bu maabide koşuyordu. Biz bu müheyyiç izdihamı yalnız Ayasofya’da gördük, fakat diğerlerini görenler de cami içlerinden avlulara taşacak kadar mehabetli cemaatlerden bahsediyorlar.

BİR ÇOCUKLUK HATIRASI

Yakup Kadri, Ayasofya Camii’ne girince onu çocukluğundan bir hatıra karşılar: Çocukluğundaki mevlitler.

Cepheler camiden takip edilmektedir onun çocukluğunda. Zaferlere şükür ve şehitlere dua olsun diye camilerde mevlitler okutulmaktadır.

Yakup kadri bu çocukluk hatırasıyla, paylaştığı milli ruhu bir kez daha yaşamaktadır artık. Dolayısyla Ayasofya’daki ‘Mevlîd-i Şerif’e iştirak, Yakup Kadri’yi bazı temel gerçeklerle yüzleştirecektir:

‘Camilerimizdeki bu tezahürat bize eski zamanları hatırlattı. Dömeke, Golos ilah. zaferler ile tetevvüç eden (1898) Yunan seferinde de böyle sık sık camilerimizde içtimalar olurdu, şühedanın ruhuna mevlitler ithaf edilir, ordu için beliğ dualar okunur ve ebedî nusret temenni edilirdi.

O zamanlar (Türklük, millet, halk) mefhumları ve bunları ifade eden lehçe bizce henüz malûm değildi; bütün heyecanlarımız yalnız dinî mahiyette mütecelli idi. Bütün zaferlerimiz birer mukaddes menkıbe hâline girerdi. Büyük kumandanlarımızın muvaffakiyetini, şecaat ve şehametini ancak ilâhî bir tarzda tegannî ederdik; içimizde hissettiğimiz manevî kuvvete, ruhanî inşiraha esrarengiz şeyler karışırdı.

Bundan daha evvelki zafer bayramlarımızı görmedim, bilmiyorum, fakat beyaz sakallı Abdülezel Paşa’nın, yağız çehreli Ethem Paşa’nın simaları ile âdeta timsalî bir mahiyet alan o gazamız, çocukluğumun en tatlı, en silinmez hatıralarından birisidir. Mensup olduğum milletin kuvvetine itimadı, mensup olduğum dinin hakikatine imanı ilk defa olarak zannederim o zaman öğrendim.’

AYDININ YABANCILAŞMASI

Yakup Kadri Ayasofya’da Mevlid-i Şerfi dinlerken kuşağının vicdanı kesilir ve tarihe geçecek bir itirafta bulunur: ‘Ondan sonra gençliğimiz bir sürü nikbet ve mesaip arasında geçti, hiçbir iyi gün görmedik. Kalbe endişe, korku, şüphe ve nevmidi veren zehirli bir hava içinde kavrulup gittik. İçimizden bir çokları imanını tamamiyle kaybetti; bazıları bir zillet ve rezilet batağı içinde boğulup gitti. Kimimiz vahî zevkler ve süflî hazlar vadisinde teselli aradık. Hülâsa bütün bedbaht nesil böyle perişan oldu.’

Yakup Kadri, 1908-1911 yılları arasında etkinlik gösteren Fecr-i Âti edebî topluluğuna mensuptu. Yazılarını dönemin gazete ve dergilerinde yayımladı. Fecr-i Âti topluluğunun sözcüsü oldu. Çeşitli tartışmalara, polemiklere katıldı. İyi bir tenkitçi olarak tanındı. Tevfik Fikret, Halit Ziya, Mehmet Rauf gibi Servet-i Fünun’un ünlü yazarlarını tanıdı. Batı edebiyatını araştırdı. Zola, Maupassant, P. Bourget ve Balzac gibi Fransız yazarlarını içer gibi okudu.

1914 yılına kadar hikâye, tiyatro, mensur şiir, deneme, makale türlerinde bir çok eseri yayınlanan Yakup Kadri; hayata bakış tarzı bakımından Schopenhauer’in etkisi altındaydı. Hayata bedbin bir gözle bakmak, içgüdülerle hareket etmek gibi Schopenhauer’in tipik birçok özelliğini o yıllarda yayımladığı eserlerine yansıttı. Yakup Kadri o dönemde birçok Türk aydını gibi Norveçli yazar İbsen’i okudu ve Darwinizm’den ve Pozitivizm’den etkilendi. Niyazi Akı’ya göre, anarşist ve nihilist Alman filozofu Nietzsche’yi de okumuş olma ihtimali çok kuvvetlidir.

Yakup Kadri’nin bu yıllarda okuduğu yerli ve yabancı eserler, o dönemin sosyal, siyasî durumu ve o devrin aydınlarının hayat tarzı, birçok Türk aydınında olduğu gibi, Yakup Kadri’de de bir ruhî bunalıma sebep oldu ve bu eserlerine yansıdı. Kendisi, o yıllardaki fikrî ve ruhî durumunu şu ilginç cümlelerle anlatır:

‘Yirmi yaşına girdiğimiz zaman, artık hiçbir şeye, hiçbir kimseye inanmıyorduk… Şahsî hayatımızda olduğu kadar millet ve memleket meselesinde de tamamıyla reybîleşmiştik (herşeyden şüphe eder hâle gelme) ve birçok Frenkçe kitapların yardımıyla bu ruh ve iman iflâsını bir nevi ilmî fikir sistemi hâline sokmaya çabalıyorduk… Ondokuzuncu asır sonu, Avrupa’da bir büyük inkâr -Dissociation- devridir. Bütün kıymet hükümlerinin bâtıl ve bütün ölçülerin bozuk olduğunu ispat yolunda birbiriyle müsabaka eden muharrir ve mütefekkirlerin adedi, o devirde, sayılmayacak kadar çoktu. Bunlar birtakım kötü gençlik arkadaşları gibi bizi baştan çıkarır, bizi maceradan maceraya sürüklerken, kafamızda yükseklerde dolaşan kimselerin sarhoşluğunu hissederdik. O Frenk üstatlarından ödünç aldığımız inkâr ve istihzâ kanatlarıyla, sanki muhitimizin üstüne çıkmış, mensup bulunduğumuz cemiyetin perişanlıklarına, âdiliklerine, yalanlarına ve şarlatanlıklarına yukarıdan, bir hakaretli yabancı gözüyle bakmış gibi olurduk.’ (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1946, ss. 16-17.)

İşte böylesine hiçbir şeye, hiçbir kimseye inanmayan, baştan çıkmış ve maceradan maceraya koşan Yakup Kadri, 1912 yılında Avrupa’dan dönen Genç Yahya Kemal’le bu sefer de ‘Nev Yunanîlik’ akımına kendilerini kaptırmışlardı.

O dönemde Yahya Kemal ve Yakup Kadri şöyle düşünüyorlardı:

‘Modern edebiyatımız, gerçi Avrupa’ya dönmüştü. Fakat bu model, Fransızların son şiiri ve son nesri idi. Bu kâfi olamazdı. Bütün Avrupa’yı anlamak için ancak Yunanlılardan başlamak lâzımdı. Biz coğrafyaca, kısmen de medeniyetçe Yunanlıların varisiyiz. Bu verasete din mâni olmuştu. Bu hâl, 1850-1860 senelerine kadar sürmüştür. Biz o tarihlerden bu yana hep Fransızlara tâbi olmuşuz. Bütün Fransızları ve onlarla beraber Avrupalıların membaı olan Yunanlılara dönmeliyiz ki, tam mânâsıyla bir edebiyatımız olabilsin. Binaenaleyh şiir ve telâkkimizi değiştirmek, onların telâkkisini anlamak lâzımdır’ ( Şerif Aktaş, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, s. 27)

Yakup Kadri, Fecr-i Âti’nin tanınmış tenkitçisi olarak o yıllardaki ‘Yeni Lisan’ hareketine de şiddetle karşı çıktı. Bu arada Birinci Dünya Savaşı yıllarında uzun bir rahatsızlık döneminden sonra İsviçre’ye gitti. Uzun müddet orada kaldı. Savaş yıllarını yurt dışında ızdırap çekerek geçirdi.

UYANIŞ VE MİLLİ MÜCADELE’YE DESTEK

Yakup Kadri 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra yurduna döndü. Millî Mücadele’ye katılmak istedi. Bunun için Anadolu’ya geçmeyi arzu etti. Anadolu’ya gitmek üzere olan Ruşen Eşref’e, Mustafa Kemal Paşa’dan Anadolu’ya geçmesinin kabulü için ricada bulunmasını istedi. Mustafa Kemal Paşa’nın bu ricaya cevabı ise; ‘Senin Millî Mücadele’ye ancak İstanbul’dan yazacağın yazılarla bir faydan dokunabilir’ şeklinde oldu. ( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, İstanbul, 1958, ss. 34-35.)

İşte bu tavsiye ve bu yıllar Yakup Kadri için çok yararlı oldu. Genç Yakup Kadri İstanbul’da ‘İkdam’ gazetesinde Kurtuluş Savaşı lehinde yazılar yazdı. O yıllarda devrin acı ve ağır şartları gereği Batı’nın gerçek yüzünü gördü. İçinde yaşadığı toplumla ve o toplumun yıllardan beri yabancı olduğu değerleriyle tanıştı. Ve bütünleşti. İşte bu milli değerlerle ve toplumuyla bütünleşme süreci Ayasofya Camii’nde dinlediği sözkonusu Mevlid-i Şerif’le başladı.

Dolayısıyla bu tanışma ve bütünleşme Yakup Kadri’nin birçok gerçeği görmesine, içinde yaşadığı toplumu ve onun güzel, pırıl pırıl insanlarının ve değerlerinin farkına varmasına yol açtı:

‘Dün birden bire kendimi o heybetli cemaatin içinde bulur bulmaz sandım ki yeniden hayata doğuyorum. On yaşımdan otuz iki yaşıma kadar geçirdiğim meş’um bir devrin bütün tesiratı ve bütün intibaatı birden bire üstümden sıyrılıverdi; sanki bu devir bir kâbustu ve ben birden bire bu kâbustan uyanıyordum. Gençliğimi dolduran bütün o şüpheler, tereddütler imanın zayıf düştüğü o buhranlı anlar, birtakım sahte ve müfsit bilgilerden hasıl olma şeytanî irfanın sıtmaları hepsi, hepsi bu mabedin havası içinde, bu cemaatin hararetinde eriyordu.

Yakup Kadri, aydının ülkemizdeki macerasını samimi ve cesur bir şekilde, oldukça veciz ifadelerle dile getirir Ayasofya’da iştirak ettiği Mevlid-i Şerif’i anlattığı yazısında:

‘Ağır bir hastalıktan sonra nekahet devrine girmiş bir hasta gibi idim. Hayatı, aydınlığı büsbütün başka bir lezzet, başka bir iştiyakla görüyor, hissediyordum. Meğer senelerden beri aradığım halâs ve selâmet yolu, senelerden beri özlediğim hakikat ne kadar yakınımda imiş! Nafile yere nefes nefese bir çok mürşitlerin peşinde koştum; bir çok müncilerin yolunu bekledim, bir çok halâskârlara doğru ellerimi uzattım, yıllarca istimdat ettim!’

BATILILAŞMANIN DOĞRU TANIMI

Yakup Kadri, içinde bulunduğu tarihsel şartlarda güç alınabilecek dinden başka gücün olmadığını fark eder ve bunu açıkca ifade eder:

‘Rabbime bin kere hamdüsena olsun ki, dünden beri hakikat ve selâmetin bir cami ile bir cemaat haricinde bulunmadığını biliyorum.’

Aydının hayattan kopuk ve toplumdan uzak yapay bir dünyada yaşadığını da fark eder. Aydın-halk çatışması yazarın daha sonra temel konularından biri haline gelecektir:

‘Beş on senedir, garba uymak için açtığımız bütün o konferans salonlarında, halkı zorla topladığımız o miting meydanlarında görülen şeyler, işitilen sözler bir hocanın kıraat ettiği menkıbeden ve bu cemaatin sükûtu önünde bana ne kadar yavan, vahî göründüler. Meğer biz içinden çıktığımız hakiki âlemi bırakıp onun yanında kitaplardan öğrenilmiş sunî bir âlem icat etmek istemişiz ve bu âlemde hakkı, selâmeti aramışız; hak ve selâmetin samimiyetinden, sıdk u hulûsundan mürekkep bir hava haricinde yaşayabileceğine zahip olmuşuz ve serhadlerimizde askerlerimiz bizi ‘Allah Allah!’ nidaları ile müdafaa ettiği sırada biz Allah’tan başka şeylere inanmışız!’

Yazar samimi ve cesur bir şekilde milletimizin kaderinin konferans salonlarında ya da meydanlarda değil; büyük bir şevk ile toplandığı ‘cami’de belirlendiğini de dile getirir:

‘Dün ilk defa olarak kemal-i vuzuhla anladım ki, bizim on seneden beri bu halka yaptırmak istediğimiz şeyler, birer maymunluktan ibaretmiş. Niçin nokta-i azimetimiz bu camiler olmamış? Niçin bu cemaati bir sokak kalabalığı hâline sokmaya çalışmışız? O cemaat ki bütün kuvve-i camiasını dininden alıyor, o cemaat ki koca bir ümmetin bir kısmıdır ve evi, barkı, yurdu, vatanı ‘cami’dir. Başı sıkıya gelince koşup sığındığı, kalbi inşiraha mazhar olunca gidip toplandığı bir ‘cami’dir. O, ne millî kulüplerde, ne harsî konferans salonlarında, ne de siyasî miting meydanlarında burada hissettiği emniyeti, huzuru, munisliği bulabilir.’

Yakup Kadri de fark eder ki aydın dinden uzaklaştığı için halkına yabancılaşmaktadır. Caminin dışında halkla buluşmak ve bütünleşmek imkansızdır oysa. Aydın, camiye gelmek zorundadır artık. Çünkü zor zamanlardır; ülke işgal altındadır ve bir şeyler yapılacaksa bunu halk yapacaktır. Camiler, sosyal hayatın kalbidir çünkü.

HALKA YANLIŞ YAKLAŞIMLAR

Yakup Kadri ta 1921’de Ayasofya’da katıldığı bir Mevlid-i Şerif’te aydın-halk kopukluğunun gerçek nedenini teşhis eder. Ülkemizde aydın, batılı kavramlarla ve teorilerlemilli kültürü ve halkı anlamaya çalışıyor ve bunu başaramıyor. Dolayısıyla da içinden çıktığı ve tanımadığı toplumu da yanlış kavrıyor ve anlatıyor:

‘Münevverlerimiz halk mefhumunu garp âlemine göre anladıkları için bizim halkı da garptaki teşkilât usullerine göre sevk ve idare etmeği düşünüyorlar ve bu yolda yapılan tecrübelerin neticesizliğini müşahede edince onu ‘atıl; müteassıp; kabiliyetsiz bir kütle’ telâkki eylemek mecburiyetinde kalıyorlar. Yakup Kadri, halkın nabzını tutmak için camilere gitmek gerektiğini tespit ediyor:

‘ Halbuki halk bu münevverlerden müteşekkil sınıfın ika ettiği sunî alafranga muhitin haricinde kendine göre hayatını yaşıyor. Bu hayat ise derunî bir vecit ile daima müteyakkızdır. Heyecanlarını, kederlerini, meserretlerini, öfke ve inşirahını göstermek için bizim muavenetimize arz-ı ihtiyaç etmiyor; bizim bulduğumuz vasıtaların ona lüzumu yoktur. Çünkü onun kendine göre sevaiki olduğu gibi kendine göre vasıtaları da vardır. Nitekim dün, münevverlerimizden hiçbirinin haberi olmaksızın camilerimizde vuku bulan içtimalar böyle kendiliğinden olmuş, böyle teşviksiz, teşkilâtsız, sırf halkın -ümmetin diyecektim- ruhî sevaikiyle insiyakî bir suretle vuku bulmuştur.’

Yazar, Mevlid-i Şerif vesilesiyle karşısına çıkan ve hızla kavradığı gerçekleri üç maddede ifade eder: ‘Dün ilk defa olarak cahil ve atıl bir kütle telâkkî ettiğimiz halk, memleketin münevverlerine bazı ulvî hakikatlerin sırrını öğretti. Bunlardan biri ‘kalbin akıldan üstün olduğudur’. İkincisi sıdk ve hulûs, iman ve itikat haricinde necat yolu bulunmadığıdır. Üçüncüsü millet ile ümmet mefhumlarını birbirinden ayırmamak lâzım geldiğidir.’

Halkıyla buluşma ve bütünleşme sayesindedir ki Milli Mücadele’ye destek vermek mümkün hale gelebildi. Öteki Batıcı aydınlar gibi Milli Mücadele’den kaçmadı. İşte bu güzel duygular içinde bulunan, ve halkıyla bütünleşen, onlarla yekdil ve yekvücut olan Yakup Kadri, aynı yıl, yani 1921 yılında Ankara’ya çağrıldı. Orada Millî Mücadele’nin önderleriyle tanıştı. Ankara’da Halide Edip ve Adnan Adıvar’ın misafiri oldu. Cepheleri dolaştı, çeşitli yardım heyetlerine katıldı, millî duyguları geliştirici yazılar yayımladı.

ZORAKİ DİPLOMAT

Milletimiz canını dişine takarak şahlanmış ve Milli Mücadele kazanılmıştı.. Türkiye yeni bir döneme girdi. Ne var ki savaşta kaybolup zaferden sonra ortaya çıkan halka yabancı Batıcı kadrolar köşe başlarını tutmuşlar ve ülkede baskıcı bir yönetim uygulamaktadırlar.

Artık Ahmet Hamdi Tanpınar bir Ramazan gecesi adeta başkaları tarafından görülme endişesi içinde Sultanahmet Camii’nin pencerelerinden içeri bakıp bakıp ağlamaktadır. Aynı şekilde Yahya Kemal de giremediği Süleymaniye Camiinin penceresindeki parmaklıkları koparırcasına tutarak ‘Ya Rabb! İçeriye kabul edilmedim ama kapına kadar getirdin ya, hamdü senalar olsun..’ diye gözyaşları dökmektedir..

Oysa Yakup kadri Karaosmanoğlu 1923 yılında ikinci TBMM’de Mardin milletvekili olmuştur.

1923-25 yılları arasında ‘Cumhuriyet’ ve ‘Hakimiyet-i Milliye’ gazetelerinde çeşitli yazılar yayımladı.

1926 yılında tedavi için bir ara İsviçre’ye gitti.

1932’de Kadro dergisini çıkardı. Bu arada ardarda romanlarını yayımladı: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937) gibi. Çeşitli monografiler hazırladı. Mensur şiirlerini ve makalelerini kitaplaştırdı. Hâtıralarını yazdı.

1934 yılında ‘Zoraki Diplomat’ olarak Tiran (Arnavutluk) elçiliğine, 1935’te Prag (Çekoslovakya) elçiliğine, 1939’da Lahey (Hollanda) elçiliğine atandı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine 1942’de Türkiye’ye döndü. Tekrar 1942’de Bern (İsviçre) elçiliğine getirildi. 1949’a kadar bu görevde kaldı.

1949-1951 yılları arasında Tahran (İran) elçisi oldu. 1951-1954 yılları arasında ise tekrar Bern elçiliği yaptı. 1955’te emekli olup Türkiye’ye döndü.

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonraki Kurucu Meclis’te görev yaptı. Ayrıca ‘Ulus’ gazetesi başyazarlığını yürüttü. 1961’de Manisa milletvekili seçildi. 1965 yılında politikadan ayrıldı.

Son görevi ise Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı oldu. 13 Aralık 1974’te Ankara’da öldüğünde 85 yaşındaydı.

Fakat bu uzun ve hareketli hayatında ‘Yakup Kadri, ‘Mevlid-i Şerifin terbiye ettiği yazar’ olarak kalamadı. Kendi ifadesiyle söyleyecek olursak yine içinden çıktığı hakiki âlemi bırakıp kendine sunî bir âlem icat etti. Vahî zevkler, süflî hazlar vadisinde teselli aradı. Birtakım sahte ve müfsit bilgiler içinde kıvrandı. Yine halka birtakım yanlış şeyleri benimsetmeye çalıştı. Halk bunları benimsemeyince de onları ‘tutuculuğun ve gericiliğin kaynağı olarak gördü.’

Meselâ ‘Yaban’ romanında köyü kasvetli, hattâ iğrenç bir atmosfer olarak çizdi. Böyle bir atmosferde Türk köylüsü de çok haksız bir şekilde aşağılandı. ‘Nitekim Yaban’daki kişiler, davranışlar, duygular hep çirkin ve gönül bulandırıcıdır. Köylüler arasında gülen insanlara, soylu bir davranışa, temiz, mutlu bir aşka, saf bir dostluğa rastlayamayız. Köyde çirkin ve pis olmayan, kokmayan bir insan bulamazsınız’ (. Berna Moran, ‘Yaban’da Teknik ve İdeoloji’, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul, 1983, s. 177.)

Yine ‘Nur Baba isimli romanında, millî ve tarihî bir Türk müessesesi olan Bektaşî Tekkesi’nin, Türk medeniyeti tarihine yedi asır süresince yaptığı büyük hizmetleri asla dikkate almayarak, bu tekkenin yalnız son çağlardaki bazı bozuk taraflarını Bektaşiliğin kendisi zannedercesine bu teşekkülü şiddetle hırpaladı.’

Geniş halk yığınlarını yıllar önce zannettiği gibi câhil ve âtıl bir kütle olarak gördü. Yine kendi ifadesiyle ‘sıdk, hulûs, iman ve itikat haricinde’ kurtuluş yolları aradı. Ne yazık ki o, yine eski Yakup Kadri oldu ve içinde yaşadığı toplumdan ve onun değerlerinden kopmuş bir insan olarak hayattan göçüp gitti.( Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1978, s. 1203)

(Haber7)

HAYRETTİN KARAMAN: Afiyet Sıddıki Zulüm Altında!

Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Hayrettin Karaman ABD istihbaratı tarafından 2003 yılından beri zindanda tutulan Pakistanlı nöroloji uzmanı Afiyet Sıddıki ile ilgili önemli bir yazı kaleme aldı. İslam coğrafyasının göbeğinde akılalmaz işkencelere maruz kalan Afiyet Sıddıki ile ilgili makaleyi sizlere sunuyoruz…

Adı Âfiyet Sıddiki, otuz yaşlarında, Pakistanlı bir nöroloji uzmanı, Harvard’dan fahri diploma almış tek doktor, çeşitli üniversitelerden 144 fahri diploması var, sinir sistemi alanında birçok üniversitede çalışarak diploma almış, onun seviyesinde ABD’de dahi bir tıp adamı yok…

Tıbbı ve nörolojiyi ABD’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Massachusetts Teknoloji Üniversitesi (MIT)’nde tamamladı, annesi, kardeşleri ve kocası da tıpçı. Kritik çalışmasını Amerikalılara duyuran kocasından ayrıldığı için üç çocuğu da yanında kaldı.

İnsanları biyolojik silahların tahribatından koruyacak bir orijinal program üzerinde çalışıyordu, bu programın başarılı sonuçlanması ABD’nin milyarlarca dolar sarf ettiği bu silahları etkisiz hale getirecekti.

ABD istihbâratı kendisine “programı sonlandırması ve geldiği noktaya kadar olanı büyük bir meblağ karşılığında satın almayı” teklif etti, o, “henüz bitirmedim” diyerek teklifi reddetti.

ABD istihbaratı, asılsız ve delilsiz olarak onu el-Kaide ilişkisi ile itham ederek üç çocuğu ile birlikte ve Pakistan’dan izin alarak kaçırdı, 2003 Mart’ından bugüne kadar zindanda. Onu, ABD-Afganistan’ın şöhreti en kötü olan Bagram Cezaevi’ne ve erkeklerin yanına hapsettiler.

Koğuşu gardiyanlara ve diğer tutuklulara açık, gardiyanlar durmadan işkence yapıyorlar, mahkumların tecavüzleri sebebiyle onun çığlıkları gece boyunca kulakları tırmalıyordu.

Bir İngiliz gazetesinin (Yvonne Ridley) açıklamasına göre ona yapılan işkencelere değil bir kadın en güçlü erkeklerin bile dayanması mümkün değildi. New York’ta ilk mahkemeye çıktığında durumu içler acısı idi, yakalandığı sırada göğsünden yaralanmış doğru dürüst tedavi edilmemişti, böbreklerinden biri ve bağırsaklarından bir kısmı alınmıştı, ayakta duramıyordu, otururken de birilerine dayanıyordu, çok zayıf düşmüştü, vücudunda kanamalar görülüyordu.

Yapılan işkencelerin birini şöyle naklediyorlar: Kur’an-ı Kerim parçalanmış, sayfaları yere serilmiş ve kanları akarken üzerinden yürümesi istenmişti, maksat diğer mahkumlara, onun kanı ile kirlenmiş Kutsal Kitab’ı göstermekti.

Yakaladıklarında zerk ettikleri bir ilaç ve sonraki işkenceler yüzünden psikolojisi altüst olan, kaybolan çocuklarının acısıyla hayal görmeye başlayan, ruh ve bedeni acil müdahale ve tedaviye muhtaç olduğu halde buna izin verilmeyen mazlum Afiyet’in son durumu hakkında bilgiye ulaşamadım.

Yapılanların dünya kamuoyuna ve bilgisine ulaştırılması her bilenin birinci vazifesi olmalıdır.

Annesi onunla bir Ramazan’da telefonla konuşma imkanını bulmuştu, annesine şunu anlatmıştı:

“Peygamberimiz’i (s.a.) sıkça rüyamda görüyorum. Bir keresinde beni Hz. Aişe’ye götürdü, “kızımızı yanına al” buyurdu.”

Afiyet Sıddîka’nın başından geçenlerin hikayesini bana Arapça bir metin olarak gönderenler şu dua ile yazıya son veriyorlar:

“Ey Hz. Yusuf gibi zindana kapatılan ve Hz. Aişe gibi zulme (iftiraya) uğrayan kızımız, Allah acılarını dindirsin, hürriyetini lütfeylesin; Efendimiz’in (s.a.) seni sevmesi ne büyük mutluluk, cennetin en küçük nasibi bile sana bütün acılarını unutturacak, zalimler de yaptıklarının cezasını çekeceklerdir!”

Kaynak: Yeni Şafak