Mevlânâ Hümanist mi?

YÜKSEL KANAR

Bazı sözcükler, sözlük anlamlarının dışında bazı özel anlamlara işaret ederler. Yani rastgele bir kelime olmaktan çıkarak bir kültürün temel taşları olan “kavram” biçimine dönüşürler. Eğer bir kelimenin her kültürde aldığı “özel” anlamı bilmez, onu yerli yerinde kullanmazsak sıkça sözü edilen “kavram kargaşası” içine düşeriz. Bizce Mevlânâ’ya yapılan “hümanist” nitelemesi böyle bir kargaşadan kaynaklanmaktadır. Bunun böyle olduğuna inanmak için Mevlânâ’nın gerçek bir mü’min ve tartışmasız bir İslam aydını hümanizm’in ise Batı düşüncesinin bir kavramı olduğunu bilmek yeter.

Hümanizm kavramı, Batı kültürünün kendi köklerine dönüşünü, yani eski Yunan kültür mirasının yeniden canlandırılması, bilim sanat ve eğitimin skolastikten, kilise otoritesinden kurtarılması düşünüşünü ifade eder. Rönesanstan sonra Bizanslı sanat ve kültür adamlarının İtalya’ya gelişleriyle başlattıkları bu akımın temelinde insanın mutlak olarak yüceltilmesi, Allah ve din inancı da içinde olmak üzere bütün bağlardan kurtarılması, her şeye karşı özgür olması ideali vardır. Feodal baskının sürmesinde önemli rol oynamış olan kilise kaderciliğine bir başkaldırıdır. Hümanizmde insanın biricik hazzı, dünyevî istek ve arzularını her şeye rağmen ve olabildiğince doyurmaktır. İnsanlar arasındaki eşitliği bozan her şey, bu arada din istenmeyen şeylerdir. Çünkü bu düşünüşte insanlar arasındaki eşitsizliği körükleyen etkenler arasında din de vardır. Bu düşünce öylesine ilerilere vardırılmıştır ki, Auguste Comte, ilahi dinler yerine, bütün insanların inanmasını istediği bir “insanlık dini” icat etmiş, bunun ilmihalini bile yazmıştır. Bu hümanizma dininin temel ilkesi ululara ve büyük adamlara ibadettir.

Eski yunan düşüncesindeki Prometheus mitolojisi hümanizmin ve Comte’un hümanizma dininin tipik bir anlatımıdır. Bu mite göre Prometheus, ateşi tanrılardan çalarak insanlara veren kahramandır. Böylece akıl gücü ve yaratıcılık tanrılardan insanlara geçmiş, insan kendi gücünün bilincine varmış ve tanrılara karşı ayaklanmıştır. Artık tanrı insan elinde oyuncaktır.

Belki kendi şartları ve çıkmazları içinde hümanizm, Batının haklı bir saplantısıydı. Nitekim insanın, işlediği ilk suçun cezasını çekmek üzere bu dünya hayatına sürgün edildiğini yayan ve onu bundan dolayı ezen, adeta hiçleştiren Hıristiyanlık, Rönesans’la birlikte uyanan Batının, hesaplaşacağı en yakın muhatap olmuştur. Fakat görüldüğü gibi bütün bunların İslam’la ve müslümanlarla hiçbir ilişkisi yoktur.

Mevlânâ her şeyiyle İslam dinine inanmakta ve onu savunmaktadır: “Ben, gece gündüz, Allah’ın işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı. Aklım Allah’tan başka hiçbir şeyden agah değil. Gönlümde de Allah’tan başka bir şey yok, canımda da” diyerek Allah’ın varlığı karşısında kendi varlığını bile görmeyen bir insanın “hümanist”liğinden söz etmek bilgisizlikten başka bir şey olamaz.

MEVLÂNÂ, hiç kuşkusuz, insanı sevmekte ve savunmaktadır. Çünkü insan doğrudan doğruya Kur’an’ın biricik muhatabıdır. Ona göre “insan büyük bir şeydir; yaradılış bakımından en son fakat anlam bakımından en üstün” varlıktır. Anlatımını Kur’an’da bulan şekliyle Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. En güzel bir kıvamda, ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. Eşref-i mahlûkattır. Fakat insana bütün bu özelliklerini sağlayan İslam’dır. Yaradılış amacından sapan insan, yine Kur’an’ın nitelemesiyle esfel-i safilin’dedir. Bunlar dünyada kalbleri mühürlü, kulakları sağır ve gözleri kör yaşarlar. Hatta bazıları hayvanlardan bile aşağıdır.

KUR’AN’IN, gerçek bir yorumla bütün insanlara mutlak bir üstünlük tanımayan ve onları ikiye ayıran bu temel tasnifine Mevlânâ da aynen katılır. Zaten “ayırdetme” Mevlânâ düşüncesinin anahtar kavramlarından birisi olarak karşımıza çıkar ki, bu, Kur’an’ın isimlerinden birisi olan ve “iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasındaki farkı gösteren” Furkan karşılığıdır. Mevlânâ bu kavramı şöyle açıklar: “İnanmak ayırdetmektir. İnanan gerçekle batılın arasını, yepyeni bir sözle nakledilen sözün arasını ayırdeder, bunları seçer, ayırır. Kimde ayırdediş kabiliyeti yoksa yoksundur o”. Kör insan için renk kavramı yoktur; her şey sonsuz bir karanlıktan ibarettir. Oysa “insanın varlığı bir ormandır… Varlığımızda binlerce kurt, binlerce domuz; temiz, pis; güzel, çirkin binlerce huy var”. Ayırdetme, aynı zamanda bir adalet ilkesidir. İyiyle kötü, güzelle çirkin, zalimle adaletli hiçbir zaman aynı kefeye konulamaz. Eğer bu yapılırsa iyiye, güzele ve adalet sahibine haksızlık olur. “Pislerle temiz şeyler uzlaşamaz ki, zaten böylesi layık da değil” diyen Mevlânâ, Allah’tan ışıklanan ve dolayısıyla Allah’ın seçtiği insanla, “vahyin güzel kokusundan eğrilen, sapıtan” insanları hiçbir zaman bir tutmaz. İnsanlar dış görünüşleri bakımından eşit olabilir, renginden, dilinden ve mevkiinden dolayı kimse aşağılanamaz. Bu bakımdan insanın büyüğü-küçüğü, üstünü-aşağısı, değerlisi-değersizi yoktur. Bu niteliklerini belirleyen asıl cevher insanın içindedir. Gerçek büyüklük, üstünlük ve değer kulluk açısındandır. Kimi insan toprağın bir tozundan bile aşağıdır, kimini de Allah bu kulluk yüzünden yüceltmiştir:

“Allah, toprağa nice tohumlar ekti. İnsan da toprağın bir tozundan ibaretti, onu O yükseltti.”

MEVLÂNÂ’YI hümanist olarak niteleyenlerin büyük bir kısmı, onun insan-ı kamil (yetkin insan) hakkındaki düşüncelerini bütün insanlara teşmil etme yanlışlığına düşenlerdir. Halbuki “İnsan, Allah’tan ışıklanırsa, ancak, Allah onu seçer de, melekler secde ederler ona”. İnsan temelde böyle bir üstünlüğe layık olarak yaratılmıştır. Mevlânâ bizi fıtrata, yani temeldeki bu yaratılış amacına göre yaşamaya ve üstünlüğe ulaşmaya çağırıyor. Bütün eserleri bu çağrıyla doludur baştan sona. İnsanlığa hidayet yolunu açmak için gelen Kur’an’ın ve onu bize tebliğ eden Hz. Muhammed’in (s.a.s) sözlerinin eşsiz bir yorumudur. Fakat insanı layık olduğu makama çağırmak ayrı, herkese aynı derecede ve layık olmadığı mutlak bir üstünlük tanımak ayrıdır.

BÜTÜN bunları söylerken yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi “kavram”ların değişik düşüncelerdeki farklı yorumlanışlarını görmezlikten gelmiyoruz. Bizim “insanın kişilik ve değerine duyulan saygı” anlamındaki “hümanizm”e herhangi bir diyeceğimiz yok. İslam’ın temel kaynaklarına uygun bir hümanizma tanımı yapıldığı ve “hümanizm” denildiğinde zihinde hemen İslamî bir insanlık anlayışının canlandırılacağı bir kavrama kimse karşı çıkamaz. Ama bugün için Mevlânâ’nın hümanizmini savunanlar, ne yazık ki Batılı bir anlayış içindedirler.

“Şu gönlüm boş yere hiç titremedi, Allah ışığıdır bu; ne davaya girişmektir, ne laf etmek. İnanmışım, ‘inanan Allah ışığıyla görür’ denmiş ya; o hale gelmişim” diyen bir insanı, özünde Allah ve din inancı bulunmayan “hümanizm”in dar sınırları içerisine sokmak yalnızca dışı, sureti görenlerin işidir. Oysa Mevlânâ onlara şöyle sesleniyor: “Sen baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!”

MEVLÂNÂ hakkında söz söylemek ihtiyacını duyanlar, onu tanımadan, yaygın olan parça-bölük birkaç sözünden yola çıkarak, hem de başka düşüncelerin etkisinde kalarak değil, bizzat eserlerinden ve kendisi olduğu için araştırmalı, okumalı ve anlamaya bakmalıdır.

Akif’in Medeniyet ve Çağdaşlık Algısı

       YÜKSEL KANAR

Mehmet Akif’in, maddî güç dışında Avrupa’nın üstünlüğünü ifade eden her türlü kavrama karşı olumsuz bir tavır takındığında kuşku yoktur. Avrupa’nın kendi üstünlüğünü başkalarına kabul ettirmek için kullandığı kavramlar zaman içinde değişmiştir. Örneği Avrupa kaynaklı fiilî sömürgeler çağında, Avrupa’nın sömürgeleştirdiği topraklarda kendisini “medeniyet taşıyıcısı” olarak gösterdiğini biliyoruz. Bu yüzden “medeniyet” veya “uygarlık” denince Avrupa’nın anlaşılması, daha sonra yerini “modernizm”e bıraktı. Avrupa (Batı) üstünlüğünü ifade etmek üzere üretilen bu türden kavramlara karşı Mehmet Akif’in olumsuz tavrı kimseye şaşırtıcı gelmemeli; bunun basit duygusal nedenlere dayalı olduğu da sanılmamalıdır. Çünkü kısaca açıklayacağımız üzere bu Avrupamerkezci tavır, gerçeklere değil kurgusal, icad edilmiş bir üstünlük iddiasına dayanmakta, bunun da ötesinde gerçek anlamda Batı’nın uygarlık dışı davranışlarının (vahşetlerinin) üzerini kapatmak niyetini yansıtmaktadır. Avrupa’nın on altıncı yüzyıldan beri denizaşırı bölgelerde yayılması ve acımasız bir sömürgeci politika izlemesi, doğal olarak sömürüye maruz kalanların nefretini üzerine çekmiştir. Özel biçimde yeryüzünü miras edinme haklarının olduğunu düşünen Avrupa, dünyanın geri kalanının da bu amaç doğrultusunda kendisine boyun eğmek ve hizmet etmekle yükümlü olduğuna inanıyordu. Bununla da yetinmeyen “Avrupa emperyalizmi, genel olarak, sadece bir etnik grubun bir diğeri üzerinde zaferi değil bir siyasal sistemin, inancın ve (son derece önemli) bir dünya vizyonunun tüm diğerleri üzerindeki zaferi olarak tasavvur edildi. Avrupalılar, bu dönemde yerkürenin neredeyse her tarafında belirli bir ölçüde siyasal üstünlük kurmayı başardı. 1800’de Avrupa emperyal güçleri, gezegen yüzeyinin takriben yüzde 35’ini işgal etmiş, ya da denetimi altına almıştı; 1878’e gelindiğinde bu durum yüzde 67’ye ulaşmış, 1914’te ise yüzde 84’ü aşmıştı”[1]. Elbette işgal, “Batılı adamın etkisi” olarak her alanda büyük yıkımlar ve acılara neden oluyordu. Ancak, Paul Kennedy’nin de vurguladığı gibi, işin diğer ve “… daha korkunç olan yanı, bu dönemin çoğu sömürge savaşlarında akıtılan kanlar, yapılan soygunculuk ve yağmacılıktı”[2]. İşte Akif’in içinde yaşadığı dönem, Avrupa emperyalizminin hızını iyice artırdığı ve dünyanın yüzde 84’ünün sömürgeleştirildiği bir dönemdi. Avrupa artık, bağımsız son kara kırıntılarını da eline geçirmek için nihai hamlesini yapıyordu. Bu hamlenin karşılığı, maruz kalan mazlum ülkelerin daha fazla kanının akması, daha fazla soyguna ve yağmaya uğramasıydı. Sömürgeler Çağı adını verebileceğimiz bu dönem, aslında on ikinci yüzyılda başlayarak Osmanlı Devleti’nin güçlü dönemlerinde sesi kısılan Haçlı Seferleri’nin yeniden dirilmesi, bir bakıma İkinci Haçlılar Çağı niteliğindeydi. Akif’in:

Ezanlar sustu… Çanlar inletip durmakta âfâkı.

Yazık: Şark’ın semâsından Hilâl’in geçti işrâkı!

Zaman artık Salîb’in devr-i istilâsı, ilhâkı.

(Hakkın Sesleri, 1. Şiir, s. 166.)

diyerek Haç’ın istilâ ve ilhâk devri olarak belirlediği Avrupa’nın gezegen üzerindeki tahakküm tarihini gösteren bu zaman dilimi, sadece üstün bir teknolojinin baskılarını değil, aynı zamanda acımasız bir dünya görüşünün değerler dünyasında oluşturduğu hegemonyanın etkilerini de taşıyordu. Yani iki yönlü bir vahşet bütün dünyayı kasıp kavuruyordu. Akif bu baskının maddî tahakküm tarafını “haçın istilâsı ve toprak ilhakı”, değerler dünyası tarafını ise “ezanların susması ve ufukları çan seslerinin kaplaması” olarak ifade ediyordu. Birincisi Avrupalı devletler tarafından, mülkleri olarak gördükleri yeryüzünün fiilî işgali ve ikincisi de bu işgalin devamını sağlayacak zihinsel işgali gösteriyordu. “Diğerleri yeryüzünde nasıl yaşanacağını bilebilirlerdi; oysa sadece Avrupa, yeryüzünü kendi imgesinde yeniden kuracak ‘Faustvari güce’ sahipti. Bu da bir ‘düzenleyici’ fikre dönüşmüştür ve hiç de sağlam olmayan emperyal ve tarihsel temeller üzerine kurulmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ilk on yılından önce Avrupalı güçler, kendi ölçütlerine göre hesaplandığında bile, Asya halklarının üzerinde entelektüel ya da teknolojik açıdan neredeyse hiçbir üstünlüğe sahip değildi”[3].

Bu tarihi Mehmet Akif, bir aydın olarak çok iyi biliyor ve bütün acımasızlığıyla ulaştığı en yüksek aşamayı, bizzat içinde yaşadığı dünyada doğrudan görüyordu. Kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan, kendi refahını başkalarının kanı üzerine kurmakta hiçbir sakınca görmeyen bu gerçek tarih yanında o, Avrupalıların on sekizinci yüzyıldan itibaren başlattıkları ve bugün bile en zorlayıcı ve kalıcı formunu sürdüren Aydınlanma projesiyle oluşturdukları yapay üstünlük söylemlerine dayalı hayalî tarihlerini de biliyordu. Kısacası Akif’in böyle bir Avrupa’ya ve onun ürettiği ideolojilere karşı olumlu tavır takınması mümkün değildir. Üstelik Avrupa bütün gücünü, Akif’in bütün varlığıyla bağlı olduğu Osmanlı’yı ve onun şahsında İslâm’ı ortadan kaldırmaya yöneltmişti. Bu nedenle devrin Haçlı itilası ve ilhakı olma özelliğini, daha doğrusu sömürgeler tarihini bilmeden, Mehmet Akif’in medeniyet ve çağdaşlık (modernizm) algısına yeterince nüfuz edebilme imkânı yoktur.

İlginçtir ki, daha bir yüzyıl öncesine kadar her konuda Asya halklarından geri olan Avrupa, sağladığı teknik güç dolayısıyla ezelî bir üstünlük savunuculuğuna kalkışmış, Osmanlı Devleti’ne ise tarihte hiç var olmamış, iz bırakmamış, köksüz bir devlet muamelesi yapmaya başlamıştı. Daha düne kadar karşısında titrediği bir büyük devletle ilgili bu tutum değişikliği, aslında Avrupa’nın, mezarlıkta ıslık çalan adamın ruh hali içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat bunalım dönemlerindeki toplumsal algı, normal zamanlardakinden çok farklıdır. Nerdeyse bütün savaşları kaybederek hep geri çekilmeye başlayan bir devlet içinde birçok kişi de kendilerini Avrupalıların tanımladığı gibi görmeye başladılar. Nitekim bu anlayışın izleri giderek genişledi. Artık Avrupalı devletler açıktan açığa “Osmanlıları (bilhassa Türkleri) medeniyetin gerileticisi ilân ederek Avrupa’dan atmak istemektedir”[4].

Batı’yı temsil edenler Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleriydi, batı adına hareket ettiklerini daima tekrarlamışlardır. Lloyd George ve Georges Clémenceau, bütün 19. yüzyılı kaplamış olan Türkler aleyhindeki propaganda bu başvekillerin imzalarını taşıyan metinlerle resmîleşmiştir. Lloyd George, Türkleri Kızılderililere benzetmiştir. Müttefiklere Osmanlı ülkesini işgal etmek hakkını bu kıyaslamaya istinat ettiriyordu. Georges Clémenceau’nun iddiaları ise ‘On’lar Konseyi’nin adına Osmanlı delegasyonuna gönderdiği bir memorandomda son haddini buluyordu. Kısaca, Türkler müstakil bir devlet kuracak kabiliyete sahip değildiler. Orta Anadolu’nun birkaç vilâyetinden ibaret, yarı müstemleke halinde idare edilmeye layıktılar. Resmî metinlerin bu ifadeleri yanında geniş bir Türk aleyhtarı edebiyat almış yürümüştü: Türkler Avrupa’dan (Batı’dan) eski yerleri olan Asya’ya kovulmalıydılar. Avrupa’da bulunmaları Batı’nın ahlâkını bozuyordu. Zaten bu fikirlerin gerçekleştiricisi olarak işgal orduları Anadolu’ya çıkarılmışlardı. Batı adına hareket edenler, bağımsız bir Türkiye’nin kurulması bir tarafa, onlara devlet kurmak hakkını dahi çok görüyorlardı[5].

Bu propagandanın Osmanlı Devleti’ni meydana getiren unsurlar arasında nasıl yayıldığı ve onları nasıl etkilediğine en iyi örnek, Ziya Gökalp’in anlattığı şu olaydır:

Bundan on yedi, on sekiz sene evvel bir mektebe girmek üzere ilk defa olarak İstanbul’a gelmiştim. Bilâhare siyaset âleminde maruf bir sima sırasına geçen bir Arnavut doktor bana şu sözleri söylemişti:

“Biz Arnavutlar, istibdadı yıkmak için Türklere yardıma hazırız. Fakat bilmelisiniz ki bizim nazarımızda bir Abdülhamit istibdadı yok, bir Türk istibdadı vardır, bugünkü idareden mesul olan doğrudan doğruya Türklerdir. Eğer bu zalim Hükûmete nihayet vermezseniz, biz tüfenklerimizi sizi temsil eden şahsa değil, bizzat sizin göğsünüze çevireceğiz.”

O zamandan beri dikkat ettim: Arnavut gençleri Türklerin terakkiye müstait olmadığına, Türklerle hayat ortaklığı ederlerse kendilerinin de muzmahil olacağına dair mantıklar yürüterek milliyet hissini nefh ediyorlardı. Bu telkinleri yalnız Arnavut gençlerine mahsus değildi. Arap ve Kürt gençlerine de bu düşünceyi telkine çalışıyorlar, hatta Türklerin cibilletsiz ve barbar olduğuna Türkleri bile inandırmağa gayret ediyorlardı. O vakit zaten Türk ünvanını kabul eden bir fert yok gibiydi[6].

Propaganda, amacına yönelik kitleyi er geç doğuruyor. Nitekin bu kandırılmışlık sonunda Arnavutluk, Akif’in acı bir biçimde dile getirdiği gibi, 1910 yılında Osmanlı’ya karşı isyan ediyor:

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,

Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!

Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş…

Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müthiş!

(Hakkın Sesleri, s. 171)

Avrupa ve medeniyet

Avrupa’nın, yeni ortaya çıkan tekniğe ve ekonomiye dayalı üstünlüğünü aynı zamanda bir medeniyet ve kültür üstünlüğü olarak sunması, başkalarını da yaşamayı hak etmeyen barbarlar olarak göstermesinin nasıl bir zihinsel çarpıtma olduğu, ancak sömürge tarihinin bilinmesiyle anlaşılabilir. Bizde genel anlamda böyle bir gerçekçi tarih bilinci verilmediği ve tarihe bakış açımızı Avrupamerkezci görüşler şekillendirdiği için, ne yazık ki Avrupa’nın bu karanlık yüzünü görmekte zorlanırız. Oysa Mehmet Akif, içinde yaşadığı bu tarihi, en acımasız ve insanlık dışı biçimiyle gördü. Bu bakımdan Akif, Avrupa üstünlüğünün anahtar kavramı olan “medeniyet” kelimesini, tarafsız sözlük anlamından ayırarak Batılı değerlerin rağbette oluşu, kutsanması anlamında hep olumsuz çağrışımlarıyla kullanır. Kelimenin Safahat’taki belli başlı kullanımlarına geçmeden önce, onun İstiklâl Marşı’mızdaki herkesçe çok iyi bilinen olumsuz anlamda kullanıldığını hatırlayalım:

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,

“Medeniyyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Avrupamerkezci tarih yazımının, Avrupa’nın işgal ettiği her yere aslında “medeniyet” götürmek için girdiği, yerli halkların birer vahşiden ibaret olduğu aldatmacasının etkisinden kendimizi hâlâ kurtaramadığımız için, çoğumuz bu mısraları anlamakta zorluk çekeriz. Bu dönemde Avrupalıların iddiası, “medeniyet”in sadece kendilerine ait bir özellik olduğudur. Dolayısıyla “medeniyet”, kendi tanımlarıyla doğrudan “Avrupa” anlamına geliyordu. Nitekim burada “Avrupa”nın, avını parçalayarak beslenen yaşlı bir canavara benzetilmesinden başka, Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım’da yer alan Çanakkale şehitleri için yazılmış şiirde de, yine onun vahşet, kahpelik ve yüzsüzlük’le özdeşleştirildiği, “medeniyet”in de bir “maske” olarak kullanıldığı görülür. Bütün Avrupalıların, işgalleri altındaki sömürgelerin ordularını da yanlarına alarak nasıl bir acımasızlık sergiledikleri ve vahşetle nasıl özdeşleştikleri şu şekilde anlatılır:

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde –gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı

Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela…

Hani, ta’una züldür bu rezil istila!

Ah o yirminci asır yok mu o mahlûk-i asîl,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyla sefil,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…

Medeniyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

(Asım, s. 354-355)

Burada medeniyet kelimesi yanında, onunla aynı anlamda kullanılan Avrupalı ve Yirminci Asır kelimelerine de ayrıca dikkat etmeliyiz.  Mehmet Akif, ufukları kapatacak derecedeki bu korkunç askerî yığınağın gerçek bir vahşeti gösterdiğini, “bu bir Avrupalı” dedirtecek kadar da belirgin/ayırt edici bir özellik taşıdığını belirtiyor. İstiklâl Marşı’nda canavar olarak adlandırılan bu sürüler, burada bir başka yırtıcı hayvana, kafesinden kurtulmuş sırtlan’a benzetilmiştir. Yaptıkları alçakça kıyım, veba mikrobunu bile utandıracak cinstendir. İşin içyüzünü bilmeyenler tarafından –yine Avrupamerkezci aldatmaya dayalı olarak- bir medeniyet asrı sanılan yirminci yüzyıl, bütün sefil değerleriyle birlikte soysuz bir yaratıktan ibarettir. Bu sefil yaratığın gerçek yüzü, bütün yeryüzünü kan gölüne döndüren bir dünya savaşı çıkarmak suretiyle maskesi yırtılıp da ortaya çıkmasaydı, belki de hâlâ gözümüzde hayranlık uyandırıcı bir varlık olarak kalacaktı. Oysa adına medeniyet denilen, ama gerçekte yüzsüz bir dönekten başka şey olmayan bu varlık, elinde her şeyi yıkmaya hazır, her biri bir ülkeyi yok edecek derecede korkunç silahlarla insanlığa dehşet saçıyor.

Akif, başka bir yerde de, yine “Avrupa” ile özdeşleştirilen “medeniyet”in, aslında tam karşıtı olan lânet edilecek bir “vahşet” ortaya koyduğunu dile getirir. Avrupalılar tarafından uygulanan insanlık dışı fiiller birer birer sayıldıktan sonra, eşine rastlanmayacak böyle bir vahşetin, Avrupalının kişiliğinde “medeniyet”le nasıl aynîleştiğini gösterir. Aslında burada medeniyet’in açık şekilde bir maske olarak kullanıldığını, Avrupa’nın, işlediği insanlık dışı cinayetlerini bu maske ile gizlemeye çalıştığını görürüz:

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,

Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!

Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübin…

Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:

Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!

Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler!

Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler!

“Medeniyet” denilen vahşete lâ’netler eder,

Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!

Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!

Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden!

Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat;

Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat!

Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!

Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!

Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler:

Saç, kulak, el, çene, parmak… Bütün enkâz-ı beşer!

Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,

Canavarlar gibi şişlerle kızarmış nice can!

İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,

Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!

Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük

Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!

(Hakkın Sesleri, 2. Şiir, s. 169-170)

İnsanın kanını donduracak bütün bu hunharlık ve acımasızlıklar, tamamen Avrupa’nın kontrolü altında bir medeniyet yüzyılı olarak sunulan yirminci yüzyılda yaşanmıştır. Hepsi de adına “medeniyet” denilen “vahşet”e lânetler okutacak cinstendir. Ayrıca bütün bu felaketler, ona uğrayanların başına, Müslüman olmaları yüzünden gelmektedir. Avrupalılara göre Müslüman olmak öylesine büyük suçtur ki, uygulanan bu ağır cezalar bile bu suç için çok hafif kalmaktadır. Akif bu acımasızlık karşısında duyduğu öfkeyi, insanlığı bu utanmaz Haçlıların, kendine “medeniyet” adını veren maskara Avrupalıya ve onun maskeli vicdanına karşı öfke duymaya çağırır. Buradaki Ehl-i Salîb (Haçlı) ve Medeniyet denilen maskara mahlûk da Avrupa’dan başkası değildir:

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!

Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!

Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!

Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

(Hakkın Sesleri, 2. Şiir, s. 170)

Yüzüne tükürülmeyi sadece medeniyet maskesi altında vahşet gösteren Garb (Batı) değil, bunları herkesin gözü önünde gerçekleştiren Batı’nın gerçek yüzünü göremeyecek denli kör olan, leş duyarsızlığı içinde onun uyguladığı insanlık dışı muamelelere kayıtsız kalan, daha doğrusu Avrupa’nın yaptığı tezvirata inanan içimizdeki kimseler de hak etmektedir:

Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp,

Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp;

Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var…

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!

Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!

Tükürün: belki biraz duygu gelir ârımıza!

Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!

(Hakkın Sesleri, 2. Şiir, s. 170)

Aynı şiirde, karşımıza bir başka kavram olarak Garb da çıkmaktadır. Kelime bir yön veya coğrafî mekân olarak Avrupa’yı ifade etmesinin ötesinde, bir zihniyeti tanımlamakta ve Avrupa’nın uzantılarını da –Amerika gibi- içine almaktadır. Yirminci yüzyılın başından itibaren, gıpta ile karşılanan teknik üstünlüğünden dolayı Batılılar gibi olma ideali, ortaya Garblılaşmak (Batılılaşmak) şeklinde bir ideoloji çıkardı. Batılılaşma yanlıları, Avrupa’nın bir bütün olarak, her şeyiyle taklit edilmesini savundular. Üstelik onlara göre bu da ancak Allah inancının terki şartına bağlıydı. İşte Akif’in şiddetle mücadele ettiği kesimlerden biri de bunlar oldu:

Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,

“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garbin;

O da Allâh’ı bırakmakla olur” herzesini,

Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!..

(Hakkın Sesleri, 2. Şiir, s. 170)

Gerçekten de Avrupa’nın, artık son darbeyi vurarak ortadan kaldırmayı planladığı -başta Müslümanlar olmak üzere- kendi dışındaki dünyayı küçük parçalara ayırarak yutmaya çalışma niyetleri, ilân edilen bu son savaş dolayısıyla açıkça ortaya çıkmıştır. Bunun için milletleri birbirine kaynaştıran en sağlam bağ olan din duygusunu ortadan kaldırmayı önemli bir hedef olarak seçmiştir. “Medeniyet”in, yani Avrupa’nın bu niyeti apaçık ortadadır. Eğer bu oyuna gelinirse ortada ne Araplık, ne Türklük; hatta ne hükümet, ne de din kalacaktır. Bunun örneği de, Avrupa’ya kanarak milliyetçilik sevdasına kapılan ve sonunda perişan olan Arnavutluk’tur:

Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!

Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?

Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!

Dinle Peygamber-i Zîşân’ın ilâhî sözünü.

Türk Arabsız yaşamaz, kim ki “yaşar” der delidir!

Arabın, Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir.

Veriniz başbaşa; zîrâ sonu hüsrân-ı mübin:

Ne hükûmet kalıyor ortada billâhi, ne din!

“Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,

Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da’vâ?

Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…

Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum…

Başka bir şey diyemem… İşte perîşan yurdum!..

(Hakkın Sesleri, 3. Şiir, s. 174)

Burada ironik bir biçimde “medeniyet”in, bir anlam sapmasına uğratılarak nasıl gerçek kelime anlamından çıkarıldığını ve Avrupalı’nın elinde bir parçalama ve sömürme aracı haline getirildiğini görüyoruz. Akif bu ironik anlatımı şiirlerinde sıkça kullanır. Nitekim aynı “medenî Avrupa’nın”(!), ezan seslerini boğarak yerine çan seslerini ikame etmek için izlediği bölücülük siyaseti bir başka yerde de karşımıza çıkar. Medeniyet, Avrupa’nın elinde, yutmayı kolaylaştıracak bir parçalama aracı haline gelmiştir:

Müslüman, fırka belâsıyla zebun bir kavmi,

Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?

Ey cemâat, yeter Allah için olsun, uyanın…

Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarda çanın!

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 152.)

Bu duyguyu Akif, bundan iki yıl sonra yayınladığı bir şiirinde tekrar dile getiriyor ve halkı miskinlikten kurtularak harekete geçmeye çağırıyor. Aksi takdirde Batı (Garb), yarın her şeyiyle ele geçirdiği Doğu dünyasına bugünkünü kat kat aşan nice felâketler yaşatacaktır:

Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!

Sen de kımıldanmaya bir niyet et.

Korkuyorum, Garb’ın elinden yarın,

Kalmıyacak çekmediğin mel’anet.

(Hatıralar/Uyan! , s. 248)

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Mehmet Akif’i böyle bir Batı algısına götüren çok haklı ve tecrübeye dayalı nedenler vardır. Bu bakımdan onun bu yargıya, bağnaz bir din ve milliyet duygusundan yola çıkarak ulaştığını düşünmek yanlış olur. Nitekim tevhid inancına bağlılıktan başka suçu olmayan, evi barkı yıkılmış Müslümanları (ki o zaman dünyadaki nüfusları üç yüz elli milyondu) biner biner toplu ölümlere mahkûm eden Batı, en küçük bir vicdanî sorumluluk duymamıştır:

Hudâyı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan,

Şu hânümânı yıkık üç yüz elli milyon can,

Nedense, mevte olurken biner biner mahkûm,

Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücûm!

Nedense duymadı Garb’ın o hisli vicdânı

Hurûşu sîne-i a’sârı inleten bu kanı!

(Berlin Hatıraları, s. 274-275)

Bütün bunlara rağmen Akif, Batı’nın yüzünü birazcık iyi niyetle Doğu’ya çevirmesi halinde, ondaki kendisiyle ilgili hiç de temiz olmayan hatıraların biraz olsun silineceğini, aslında böyle bir davranışın pek de zor olmadığını söylüyor. Bunun için insanî özelliklerin öne çıkarılması yeterlidir. Avrupa, karşısında kuvvetliyi görünce yılışmak, güçsüzü görünce de onu ezmek yanlışından vazgeçmedikçe, bu gerçek insanî hasletlere ulaşamayacaktır. Berlin Hatıraları adlı şiirinde, kocası ve küçük çocuğuyla birlikte bir kahvede gördüğü, devam eden dünya savaşında, kim bilir hangi cephede savaşta ölen çocuğu için gözyaşı döken kadının şahsında Avrupa’yı, insanî duygulara çağırmaktadır:

O nâsiyen –ki pürüz bilmiyen bir âyîne

Berâ’atiyle, bütün kavminin berâ’atine,

Şehâdet etmededir- Şark’a doğru dönmeli ki;

Sizin de Garb’ınızın hâtırât-ı nâ-pâki,

Biraz silinsin onun hiç değilse yâdından.

Hanım, muhîtinizin alçak i’tiyâdından,

-Ki zor görünce yılışmak, zebûnu ezmekti-

Benât-ı cinsini bilsen neler neler çekti!

Onun netice-i îkâzıdır ki: “Avrupalı”

Denince rûhu sağır, kalbi his için kapalı,

Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık.

Hayır, bu an’anenin hakkı yok, deyip artık,

Benât-ı cinsine göstermek isterim seni ben…

Yabancı durma ki pek âşinâsınız kalben.

(Berlin Hatıraları, s. 274-275)

Avrupa ve Modernlik

Mehmet Akif, Avrupa, Garb, Ehl-i Salîb ve Medeniyet kelimelerinin hepsini de aynı anlama gelecek şekilde kullanırken[7], gerçekte Avrupamerkezci anlayışların hiç de tasvip etmeyeceği bir görüşü dile getirmektedir. Zamanında modernizm kavramı henüz kullanımda olmamasına rağmen, aynı anlama gelecek şekilde Batılılaşma veya çağdaşlaşmayı karşılayan başka ifadeler kullanılmaktadır. Örneği taklitçilik, onun için bir çağdaşlaşma yöntemidir. Modernlik, olumsuz bir davranışı nitelediği için, günümüzde onu olumlayan çoğu çevrelerin yaptığı gibi, ona itibar belirten kelimelerle atıflarda bulunmaz. Sonuçta modernlik de, tıpkı medeniyet gibi, Avrupa’nın üstünlüğünü ve eşsizliğini ifade etmek üzere Avrupalılıkla eş anlamlı hale getirilmiş bir kavramdır. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın kendisini “modern” olarak kurarken, sahip olduğu bütün değerleri bu kavrama yükleyerek onu, dolayısıyla da kendisini yücelttiğini biliyoruz. Artık Avrupa’ya ait olan her şey modern; modern olan her şey de olumlu hale gelmiştir. Bunun karşısına ise, modernliğin negatifi olarak yapay bir “geleneksel”lik konulmuştur. Doğal olarak bu anlayışta “modernizm”,  rağbet göreni, itibarlı olanı; “geleneksel” ise, olumsuzluğu içinde vaz geçilmesi gerekeni gösterir. Geleneksel olması nedeniyle itibarsızlaştırılarak terk edilmesi gereken kavramların başında da “din” bulunur.

Mehmet Akif tarafından ele alınan modernlik/geleneksellik tartışması, dönemin meşhur mektep/medrese tartışmasıyla somutlaşan iki karşıt anlayışın hesaplaşmasıdır. Bu kavgada Batı yanlıları, Avrupa’ya ait her türlü değeri olduğu gibi almak gerektiğini savunurlar. Nitekim düşünce tarihimizde bu serüvene “Batılılaşma” (Garblılaşma) adı verildiğini ve bu anlamda Batılılaşma tarihinin, modernleşme tarihinden başka bir şey olmadığını biliyoruz. Her iki kavram da, Avrupa dışında kalan toplumların Batılı değerleri kabul etmesi anlamına taşır. Dolayısıyla örneği “Türk Modernleşmesi” deyimi, “Türk Batılılaşması” ile aynı anlamdadır.

Önce Mektep/Medrese çatışması içinde tartışılan modernlik/geleneksellik karşıtlığını ele alırsak, Akif’in doğal olarak ikincisinin yanında yer aldığını görürüz. Bu konu, dağılan İmparatorluğun aydınları arasındaki “temel tercihin ne olacağı” sorununu oluşturuyordu. Servet-i Fünun dergisi etrafında toplananlar, Avrupa değerlerini ve dolayısıyla modernliği savunurken, başta din olmak üzere toplumun geleneksel değerlerini savunanlar da Sebilürreşad dergisi çevresinde bir araya gelmişlerdi.

Akif bu konudaki görüşlerini başlıca Fatih Kürsüsünde, Berlin Hatıraları ve Asım şiirlerinde dile getirmiştir. Safahat’ın dördüncü kitabı olan Fatih Kürsüsünde adlı şiirinde, Vefa semtindeki Ekmekçioğlu medresesinin önünden geçen iki arkadaşın, kendi haline terk edilmiş medrese ile, onun karşısındaki yeni yapılan bir mektep dolayısıyla, sohbet konusunun bu çekişmeye getirilişi yer alır. Yapılar arasındaki farklılık, açık biçimde düşünceler arasındaki ikiliği simgelemektedir:

-Şu sağ taraftakiler?

-Mektep.

-Evet, bu cebhedeki?

-Bir eski medrese olmak gerek… Değil mi?

-Peki.

-Peki nedir? Biraz îzâh edilse, çok eksik!

-Zavallı milleti vahdet-cüdâ eden “ikilik”

Sırıtmıyor mu? O pis dişleriyle karşında?

Nasıl tükürmesin insan şu hâle baksın da?

Yıkılmamış, ne kadar yıkmak istesek, îman;

Ayırmak istemişiz sonra dîni dünyâdan.

Ayırmışız, ederek şer’i muttasıl ihmâl;

Asıl ikincisi olmuş, şu var ki, berzede-hâl!

Evet bu sıska vücûdun yarın durur nefesi;

Fakat şu gördüğün “Ekmekçioğlu Medresesi”

Yaşar, demir gibi göğsüyle, belki on bin yaş…

Ya her kaburgası: Kurşunla bağlı yalçın taş!

Olsaydı koskoca millette bir beyinli kafa;

“Vücûdu bir yana atmak, dimâğı bir tarafa,

Akıl kârı değil” der de böyle yapmazdı.

Ne oldu sor bakalım? Milletin öz evlâdı,

Yabancıdan daha düşman kesildi birbirine!

(Fatih Kürsüsünde, s. 200-201)

Mehmet Akif’in bu manzara karşısındaki tavrı, bir taraf olmaktan çok eleştireldir. Ortaya ikili bir yapının çıktığı görülüyor. Onun, bu sırıtkan yakışıksız manzara karşısında birlik istediği, ortaya din ve dünya diye birbirinden ayrı iki alan çıkmasını anlamsız bulduğu açıkça görülüyor. Buna karşı gerçekleşmiş olan şey, din ve dünyanın ayrılması, hem de dinin sürekli ihmal edilerek ikinci plana atılması, dünyanın “asıl” haline getirilmesidir. Dünyayı simgeleyen mektep, hemen yarın nefesi kesilecek derecede sıska bir vücuda benzerken, imanı temsil eden medrese, ne kadar yıkılmak istense de ayakta duran, belki on bin yıl yaşayacak derecede sağlam bir bedeni andırmaktadır. Asıl olması gereken şey, bu ikisinin, tıpkı vücutla beyin gibi bir arada olması ve birlikte korunmalarıdır. Ama bu olmayınca, milletin öz çocukları, yani kardeşler birbirine yabancıdan daha da düşman hale gelmişlerdir.

Düşmanlık doğuran bu ayrılık, Akif’in yaşadığı dönemde toplum içinde fiilen yaşanan bir şeydi. Sorun daha çok, yıkılan imparatorluğun yeniden hangi temeller üzerinde ayağa kaldırılacağıydı. Akif’e göre bu temel, ileride göreceğimiz gibi, toplumun “mâhiyeti”, yani özüydü. Bu görüşün dışında kalanlar ise çeşitli görüşlerle birbirinden ayrılıyordu. Fakat elbette en büyük sorun, Avrupa’nın değerlerinin olduğu gibi alınması gerektiğini söyleyenlerle yaşanıyordu. O, Avrupa medeniyetinin bir vahşetten ibaret olduğuna inanıyor ve onun değerlerinin alınmasının hiçbir derde çare olamayacağını düşünüyordu. Ancak bir şeyler yapmak gerektiği de ortadaydı. Onun, yapılması gerekenler hakkındaki temel ilkesini, aynı şiirin baş taraflarında, dil konusunda yapılacak yeniliklere karşı takınılacak tavrı açıklarken koyduğunu görüyoruz. Burada, yabancı bir kavramın alınıp alınmaması tartışılırken belirlenen ilke, dışarıdan alınacak bütün her şey için de geçerli olabilecek temel bir ilkedir: Önce, o şey gerçekten ihtiyaçsa alınacak, ikinci olarak da, almaya karar verenler seçme konusunda ehil olacaklardır:

-Değişti hâlet-i rûhiyye, çünkü asra göre…

-Aman şu “hâlet-i rûhiyye” bir de “mefkûre”

Ayıp değil ya, gıcıklar benim sinirlerimi!

-Niçin sinirleniyorsun? Taassubun yeri mi?

Biraz değişmeli artık bu eski zihniyet.

“Lisana hiç yenilik sokmayın” demek: Cinnet.

-Hayır taassub eden yok… Şu var ki: İcâbı

Tahakkuk etmeli bir kere; bir de, erbâbı

Eliyle olmalı matlûb olan teceddütler…

(Fatih Kürsüsünde, s. 197)

şu halde alınması gereken şey gerçekten ihtiyaç duyulan şeyse, yani icâbı tahakkuk etmişse alınır; yoksa asra göre değil. Ancak yine de icabın tahakkuk etmesi, yeni bir şeyin, ne pahasına olursa olsun, rastgele kişilerin kararıyla alınması gerekeceği anlamına gelmez. Bunun şartı da ehliyet’tir[8]. Dolayısıyla Akif, dışarıdan alınacak şeyler için iki katmanlı bir kontrol mekanizması öngörüyor.

Asım’da da Batılı eğitimle kendi eğitimimiz, mektep/medrese simgesiyle ele alınır. Aşağıdaki parça, Akif’i modernist ve reformist eğilimler taşımakla suçlayanlara da cevap teşkil eder:

-Yok mudur medresenin köylüde olsun emeği?

-Mektebin, belki… Fakat medresenin, hiç ummam.

-Kızarım ha!

-O senin hakk-ı sarîhindir İmam.

-Hakka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulemâ.

Kalanın hepsi de boş.

-Boştur, efendim, amma…

-Neymiş ammâsı, beyim?

-Yok, şu sizin medreseler,

Asrın îcâbına uymakta inâd etmeseler…

(Asım, s. 323)

Yukarda anlattığımız, icabı tahakkuk eden, yani kendisine gerçekten ihtiyaç duyulan şeyle, burada geçen asrın icâbına uymak arasında fark vardır. Asrın icâbına uymak, doğrudan doğruya “modernizm” (çağdaşlık) anlamında kullanılmakta, dolayısıyla Avrupa değerlerinin kabulünü ifade etmektedir. Böylece modernizm yanlıları, yani mekteplerde Batılı sisteme göre yetişenler, medresede yetişenleri çağın gereklerine ayak diremekle suçlamaktadırlar. Medreselerin ıslah edilmesi bu anlamda, onların eksikli görülmeleri ve bu eksikliklerin rağbette olan ve eksiksiz görülen Batılı değerlere göre düzeltilmesi anlamına gelir. Akif ise sorunun, bir tarafı suçlamak yoluyla ele alınan bir kavga ortamına çekilmesine, iki farklı ve uzlaşmaz kutuptan birinin tercih edilmesi biçimindeki düşmanlık yaratıcı şekle sokulmasına karşı çıkmakta ve “medreselerin ıslahı” düşüncesini, en azından bir dil ve mantık hatası olarak görmektedir:

Sâde, “ıslâh-ı medâris” mi ne, bir şey dediniz…

Onu anlar gibi olduksa da îzâh ediniz:

Acabâ hangi zarûret sizi sevketti buna?

Ya fesâd olmalı meydanda ki ıslâh oluna.

Bunu bir kere kabûl eylemeyiz, reddederiz.

Sonra, bîçâre medâris o kadar sahibsiz,

O kadar baştan atılmış da o hâliyle yine,

Düşüyor, kalkıyor amma gidiyor hizmetine.

(Asım, s. 323)

Suçlanmasına, sahipsiz bırakılmasına, terk edilmesine ve itibardan düşürülmesine rağmen, yine de gerektiğinde halkın hizmetine o koşuyor. Medreselerin aslî özelliklerini yitirdiğini Mehmet Akif çok iyi bilmekte ve bunu sık sık tekrarlamaktadır; ancak şartlarla bağlantılı bu durum, kimseyi onun zihniyet olarak temsil ettiği özü suçlamaya götürmemelidir. Onların ihmal edilmelerine karşı, büyük miktarda paralar ve emekler harcanarak yapılan yüksek mektepler ise, milletin derdine çare üretecek özelliklerden çok uzaktır. Akif, bu durumu haklı delillere dayanarak eleştirir:

Şu ne? Mülkiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?

O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne.

Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok, yalnız,

Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!

İşimiz düştü mü tersâneye, yâhud denize,

Mutlaka, âdetimizdir, koşarız İngiliz’e.

Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;

Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.

Meselâ büdce hesâbâtını yoktur çıkaran…

Hadi mâliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.

Hani tezgâhlarınız nerde? Sanâyi’ nerde?

Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de!

Biz ne müftî, ne imam istemişiz Avrupa’dan;

Ne de ukbâda şefâ’at dileriz Rimpapa’dan.

Siz gidin bunları ıslâha bakın peyderpey;

Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vâlî Bey!”

(Asım, s. 325-326)

Bu konuda önümüze bir problem daha çıkmaktadır. Modernlik yanlıları, ya da “asrın icabına” göre yetişen mektepliler, kendilerine aydın (mütefekkir) süsü vererek halkı ve onun değerlerini küçümsemektedirler. Asım’da anlatılan ve Konya’nın bir nahiyesinde geçen bir olay, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar: Nahiyenin ileri gelenleri toplanarak hocayı kovmuşlar; halk çocuklarını okuldan almış ve okul da kapatılmış.  Köse İmam, yolu buralara düşmüşken bu olayın sebebini öğrenmek için kalkıp olayın gerçekleştiği yere gider. Yatsı namazından sonra halk ondan kendilerine vaaz etmesini isterler. O da fırsatı değerlendirerek öğretmen kovmanın, mektebi kapatmanın çirkinliğini ve ilim öğrenmenin önemini ele alan bir vaaza başlar:

Hiç muallim kovulur muymuş, ayol, söyleyiniz?

O sizin devletiniz, ni’metiniz, her şeyiniz.

Müslüman, elde asâ, belde divit, başta sarık;

Sonra, sırtında, yedek, saplı beş on deste çarık;

Altı aylık yolu, dağ taş demeyip, çiğneyerek,

Çin-i Mâçin’deki bir ilmi gidip öğrenecek.

Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar, bu ne iş?

En büyük tâli’i Mevlâ size ihsân etmiş,

Hem de ta olduğunuz mevkie göndermişken;

Teptiniz kendi gelen ni’meti sersemlikten!

Çok zaman geçmiyecektir ki bu nankörlüğünüz,

Ne felâketlere meydan verecektir görünüz!

Köylerin yüzde bugün sekseni, hattâ hocasız;

Siz de onlar gibi câhil kalarak anlayınız!

Bir hatâ oldu, deyip şimdi peşîmansınız a…

Ne çıkar? Gitti giden, kıydınız evlâdınıza…

(Asım, s. 327-328)

Ancak vaaz bittikten sonra gece kalacağı odaya giderken, ev sahibi Mestanlı Dayı ona işin gerçek yüzünü anlatır:

Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!

Kim teper ni’meti? İnsan meğer olsun eşek.

Koca bir nâhiye titreştik, odunsuz yattık;

O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.

Kimse evlâdını câhil komak ister mi ayol?

Bize lâzım iki şey var: biri mektep, biri yol.

Niye Türk’ün canı yangın, niye millet geridir;

Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.

Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukça,

Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.

Para bizden, hoca sizden deyiverdik… O zaman,

Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!

Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı…

Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.

Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;

Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.

Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;

Ebenin teknesi ömründe pisin gördüğü su!

Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,

Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.

Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;

Kaldırımdan daha berbâd olur artık odalar;

Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.

(Asım, s. 329)

Görüldüğü gibi, Batılı eğitim alarak mektepten yetişenler, halka karşı yabancılaşmakta, âdeta başka bir varlığa dönüşmekte ve toplumun bütün değerleriyle ters düşmektedir. Biraz sonra da göreceğimiz gibi bu durum, aydın/halk çatışmasını doğurmakta, iki tarafı birbirine düşman etmektedir.

Berlin Hatıraları şiirinde de aynı kavgaya değinilir. Ancak burada, bizdeki Avrupa eğitimi alanlarla bizzat Avrupalılar arasında bir karşılaştırma yapılır. Buna göre Avrupa’da, bizim mektep/medrese kavgasına benzer şekilde bir kültür çatışması yoktur. Evde, okulda ve hayatta öğretilen bilgi aynı bilgidir. Dolayısıyla nesiller arasında da, aydınlarla halk ve aydınla aydın arasında da çatışma yoktur. Mekteple mabed (okul/cami), medeniyetle âhiret (bilim/din) birbirine düşman değildir:

Sizin işittiğiniz bir terâne, bir perde;

Beşikte, sonra eşiklerde, sonra mektepte.

Hülâsa her çatının altı aynı sesle dolu.

Bütün şu’ûnu bir âhenge rapteden bu yolu

Tutunca, gitgide mekteple, kışla, fabrika, fen

Seçilmez oldu, hakîkat, harîm-i âileden.

Bu ittihâdı tabî’î yaşatmak isterdi…

Asıl kemâlini millet o işte gösterdi:

Düşündü hangi semâdan hayâtın indiğini;

Düşündü rûh-i umûmîyi emziren dîni.

Sonunda gördü ki: Ümmete müşterek vicdan

Tahassüsâtını almakta aynı manba’dan;

Kurursa bir gün o menba’ ne his kalır, ne hayât;

Bekâ-yı dîn ile kâim hayât-ı cem’iyyât;

Mukaddesâtını tesbîte uğraşıp durdu…

Mücerredât-ı kesîfeyle bir cihan kurdu.

Alınca şekl-i teayyün vatan heyûlâsı,

Budur revâbıt-ı milliyyenin en a’lâsı,

Deyip sarılmada aslâ tereddüd etmediniz.

Nasılsa mektebiniz tıpkı öyle ma’bediniz.

Ne çan sadâsı boğar san’atin terânesini,

Ne susturur medeniyet bu âhiret sesini.

(Berlin Hâtıraları, s. 278)

Aydın/Halk çatışması

Mektep/Medrese çekişmesinin bir sonucu olan Aydın/Halk çatışması da, aslında medeniyet ve modernlik olarak adlandırılan Avrupa üstünlüğü aldatmacasının doğurduğu bir çatışmadır. Çağın gereklerine uymak pahasına kendi değerlerini bırakarak Avrupalı değerleri almak, başka türden propagandaları bir yana bıraksak bile, savaştan yenik çıkma psikolojisiyle içine düşülen bir kompleksin sonucuydu. Elbette, Batı’dan gelen her şeyin reddedilmesi, tıpkı oradan gelen her şeyin kabul edilmesi gibi yanlıştır. Değişik toplumların birbirinin kültür ve medeniyet değerlerini tanıması, hatta bunlardan bazılarının zaman içinde kabul edilerek kendi bünyesine katılması olağandır ve tarihte bunun örnekleri boldur.

Mehmet Akif, her düşünür gibi, ilmin nerede ve kimler tarafından ifade edilirse edilsin, alınması ve hayata uygulanmasını yadırgamaz. Aksine bunun gerekli olduğunu savunur. Ancak burada, Sezai Karakoç’un da çok açık biçimde ifade ettiği gibi, dikkat edilmesi gereken ince bir çizgi vardır: “Dışa bakmakla dışa teslim olmak aynı şey değildir. Dışa bakmak, hele çağımızda, yaşamak için zaruridir. İkiyüzyıldır dışa bakmıyoruz, adeta körlemesine onu içeri davet ediyoruz. Dışı içe taşıyıp duruyoruz. Oysa gerekli olan, dıştan içe doğru değil, içten dışa doğru olan harekettir”[9]. Akif, geniş çapta bütün İslâm dünyasının yaşamış olduğu büyük bunalım döneminde, kendilerine bunu yaşatan felâketin kurtuluş olduğunu sanan, tamamen dışa, Avrupa’ya teslim olma düşüncesinde olanlarla mücadele etti. Özellikle de Avrupa’da gelişen pozitivist akımların etkisiyle bütün gerileme nedenlerini dine bağlayarak onun hayatımızdan atılması gerektiğini düşünenlere karşı çıktı. Bunlar dışa teslim olanlar, kurtuluşu dışarıyı içe taşımakta arayanlardı. Nitekim bunların kendi özelliklerini bırakarak Batılı bir kimlik kazanmaya çalışmaları ve en başta da din karşıtı tutumları, halkta güçlü bir tepki doğurdu. Bu tepki sadece ait olduğu yerde de kalmadı. Din düşmanlığı içinde yaptıkları bilim taraftarlığı, taraftarı oldukları her şeye duyulan tepki yüzünden, halkın bilime olan güvenlerini de sarstı.

Safahat’ın ikinci kitabı olan Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirde bu çatışma, nedenleri ve doğurduğu sonuçları bakımından uzun uzadıya ele alınır. Akif, kürsüdeki vaize şunları söyletir:

Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası

Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.

Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı,

Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi.

Bir cemâat ki dimâğında dönen hissiyyât,

Cismin a’sâbına gelmez, durur âheng-i hayât;

Felcin a’râzını göstermeye başlar a’zâ.

Böyle bir bünye için vermeli her hükme rıza.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 155)

          Aydınlar (mütefekkirler) ile halk, milleti meydana getiren iki önemli unsurdur. Aydınlar milletin beyni, halk da onun cismi gibidir. Vücudun yarası, bu iki parçanın uyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Bir topluluğun zihninde oluşan duygular eğer bedenin sinirlerine gelmezse, yani beyinden giden uyarılar organlar tarafından algılanmaz/algılanamaz ve yerine getirilmez/getirilemezse, hayatın âhengi ortadan kalkar. O zaman organlar felç belirtileri gösterir: Ayaklar yürümez, eller hareket etmez, kulaklar duymaz, gözler görmez… Böyle bir bünyeden hiçbir şey beklenemez. İşte bizim toplumumuzda da böyle bir durum söz konusudur. Aydınlar farklı şeyler düşünüyor, fakat bu düşünceleri halka yabancı olduğu için onlarda yankısını bulamıyor:

Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın:

“Medeniyette teâlîsi umûmen Şark’ın,

Yalınız bir yolu ta’kîb ederek kâbildir;

Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.

Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,

Aynı izden sağa, yâhud sola hiç sapmamalı.

Garb’ın efkârını mâl etmeli Şark’ın beyni;

Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yani:

İctimâî, edebî, hâsılı her mes’elede,

Garb’ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde.

Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ, o belâ,

Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ!”

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 155)

Böylece aydın geçinen Batıcılar, bütün Doğu’nun, beyinlerini Batı’ya göre ayarlamalarını istemekte ve her meselede Avrupalılar gibi düşünmeleri, onların yürüdüğü zeminde yürümeleri gerektiğini savunmaktadırlar. Ayrıca din bağının da ortadan kaldırılmasını istemektedirler; çünkü onlara göre din, ilerleme nedenlerinin önündeki en büyük engeldir. Safahat’ın üçüncü kitabı olan Hakkın Sesleri’ndeki bir şiirde de, aydın geçinenler, aynı şekilde Batı’nın bütün düşüncelerini almak gerektiği, bunun da Allah inancını bırakmakla mümkün olduğu şeklindeki görüşleri belirtilerek ağır biçimde eleştirilirler:

Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,

“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’ın;

O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini

Halka îman gibi telkin ile, dînin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün

(Hakkın Sesleri, s. 170)

Aydın geçinenlerin din bağlarını kaldırmak ve Allah inancını terk etmek gibi ifrat içinde olmalarına karşılık, halk da –aydınlara olan güvenlerini yitirmeleri dolayısıyla- tam ters yönde bir tefrit içinde bulunuyor:

Gelelim şimdi, ne merkezde avâmın hissi…

Şüphe yoktur ki tamâmiyle bu fikrin aksi:

Görenek neyse, onun hükmüne münkâd olarak,

Garb’ın efkârını, âsârını düşman tanımak;

Yenilik nâmına vahy inse kabûl eylememek.

Şöyle dursun o teceddüt ki dışarıdan gelecek,

Kendi milliyetinin kendi muhîtinde doğan,

Yerli, hem haklı teceddütlere hattâ udvan!

Müşterek hissi budur işte avâmın sizde.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 155-156)

İki grup arasındaki bu zıtlaşma, doğal olarak bir kavga ve nefret hissi doğurmaktadır. Aydınlar en küçük bir sorumluluk duymadan kendi bildiklerini okuyor; halk da aynı şekilde onlara hiç aldırmadan kendi yollarına gidiyorlar. Dolayısıyla birbirini görmezlikten gelen bu iki hizbin arası giderek açılıyor. Toplum denilen yapının beyni konumundaki aydınlardan –özellikle dine yönelik- inen şiddetli darbeler, kalbi konumundaki halkta dinmez nefretler doğuruyor. Bunun sonucu olarak da aydın tabakanın söylediği her şey halka kötü gelmeye başlıyor:

Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde

Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.

Hiç o gitsin de dönüp bakmıyarak arkasına,

Nâsın efkârı –ki efkâr-ı umûmiye odur-

Gitmesin kendi yolundan… Bu nasıl kâbil olur?

Açılıp gitgide artık iki hizbin arası,

Pek tabî’î olarak geldi nizâın sırası.

Yıldırımlar gibi indikçe “beyin”den şiddet,

Bir yanardağ gibi fışkırdı “yürek”ten nefret.

Öyle müdhiş ki husûmet: Mütefekkir tabaka,

Her ne söylerse fenâ gelmede artık halka;

Hem onun zıddını yapmak ebedî mu’tâdı.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 156)

Şüphesiz bu, bir toplum için çok kötü bir gidiştir; ancak işin daha da kötü tarafı, aydın geçinenlerin taşkınlıkları dolayısıyla halkta tehlikeli bir zannın ortaya çıkmasıdır. Buna göre halkın kafasında, sanki bu zararlı fikirler “fen” okumaktan doğuyormuş şeklinde bir anlayış oluştu. Pozitivizmin rağbette olduğu bir dönemde, sahip oldukları bilgileri dinin aleyhinde kullanan fen adamları yüzünden oluşan bu yanlış anlayış, gelişmek için huzurlu bir ortam isteyen bilimin önündeki en büyük engel olmuştur. Mehmet Akif burada, önemli bir psikolojiye işaret ediyor: Toplumsal bünye, kendi inancına uygun olmayan düşünceleri kabul etmemektedir:

Neye ilmin adı yok koskoca millette bugün?

Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;

Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,

Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,

Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek,

Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?

Mütefennin tanılan üç kişinin kıymeti de,

Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde.

Kim mesâîsini bir gâyeye vardırdı, hani?

Gösterin pâye-i tahkîke teâlî edeni?

Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık;

Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.

Bu hakîkatleri lâkin kim okur, kim dinler?

Sivrilen zübbelerin hepsi beş on söz beller,

Düşünür “Dîni nasıl yıkmalı bunlarla?” diye.

Böyle bir maksad için çok bile i’dâdiye!

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 156-157)

Kısaca özetlemek gerekirse, aydınlarla halk arasındaki bağlar, Avrupa’nın yükselen maddî gücüne ulaşabilmeyi din bağından kurtulmada gören aydınların yanlış anlamaları yüzünden kopmuştur. Oysa Avrupalılar, bizde iki kesimin arasını açıp birbirine düşürürken, kendi aydınları ile halk arasındaki ahengi kurmuşlardır:

Havâssınız yazıyorken avâmınız okudu,

Yazanların da okutmaktı, çünkü, maksûdû.

(Berlin Hatıraları, s. 276)

Mehmet Akif, halkına ters düşmeden ve onun nefretini kazanmadan, onu aydınlatmak üzere yazan “beyin” mesabesindeki aydınlar ve bu kaynaktan bilgi sahibi olan “kalb” mesabesindeki halk arasındaki bu uyumun “millî birlik” çatısının temeli olduğuna inanır. Avrupa, başarısını bu birliğe borçludur. Varılacak nokta aynı olduktan sonra, başlangıç noktaları arasında farklar bulunması önemsizdir. Bizdeki durum bunun tam tersidir. Onlarda farklı noktalardan çıkan ve aralarında açıklık bulunan oklar merkeze doğru yaklaştıkça aralarındaki mesafe azalır ve sonunda merkezde birleşirler. Oysa bizim halimiz, bir merkezden çıkıp da çevreye doğru gittikçe arası açılan çizgilere benziyor ki, dağılmamızın nedeni budur:

“Beyin”le “kalb”i hem-âheng edip de işleteli,

Atıldı vahdet-i milliye sakfının temeli.

O vahdet işte bütün ihtişâmınızdaki sır,

Cihâna ra’şe veren ses onun sadâlarıdır.

Teşettüt eyliyerek gâyeniz, bizimki gibi,

Tahallül etmeye koyvermiyor bu terkîbi.

Düşüncelerdeki mebde’ bir olmasın varsın…

Değil mi gâyesi bir hepsinin, ne korkarsın?

Bakılsa dâirenin nısf-ı kutru nâ-ma’dûd;

Fakat umûmuna bir nokta müntehây-ı hudûd.

….

Bizim düşünceler amma sizinkinin aksi.

Demin berâber iken şimdi ayrılır hepsi!

Bu i’tibâr ile baktıkça: Aynı merkezden,

Çıkıp da nâ-mütenâhî muhîte doğru giden

Kümeyle hatlara benzer ki muttasıl açılır…

Bizim de işte budur inhilâlimizdeki sır.

O râbıtayla giderken sizin teâlîniz;

Bu tefrikayla perîşan bizim ahâlimiz.

(Berlin Hatıraları, s. 276-278)

      Her millet kendi değerleriyle ilerler

Aydınların bu yanlış anlayışları ve buna karşı halkın olumsuz tepkileri ile ortaya çıkan olumsuz duruma karşı Akif’in önemli teklifleri vardır. Bu tekliflerin özellikle Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde yoğunlaştığını görüyoruz ki, bu anlamlıdır. Onun bir bunalım döneminde ortaya koyduğu çıkış yollarını açıklamak üzere sahne olarak camileri seçmesi, başlı başına bir mesajdır. Çünkü camiler, aşağıda ele alacağımız gibi, “mâhiyyet” denen, toplumun “öz”ünü temsil etmektedir. Camiler, İslâm toplumunu birleştiren merkezlerdir. Toplum bu merkezin yaydığı ruh tarafından şekillenir. Akif, dönemi için de çok büyük önem taşıyan bu madde ve mana ilişkisine çok önem verir. Maddî gelişme ile, bunun fonu mesabesinde olan manevî ortam arasındaki ahenk, toplumun bunalımdan çıkması için tek yoldur. Burada Akif, oldukça sistematik bir yol izleyerek, bir toplumun nasıl davranması gerektiğini ayrıntılarıyla ortaya koyar.

Akif her şeyden önce taklidin yıkıcı özelliğine değinir. Taklit, hiçbir zaman gayeye ulaştıran, kişiyi “tahkik” aşamasına yüselten sağlıklı bir yol olamaz:

Mütefennin tanılan üç kişinin kıymeti de,

Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde.

Kim mesâîsini bir gâyeye vardırdı, hani?

Gösterin pâye-i tahkîke teâlî edeni?

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 156)

İkinci olarak taklit, özgün yapıyı bozarak toplumu kişiliksiz bir hale getirir. Oysa, ilerleme ya da kalkınma alanında her milletin atacağı adım kendine özgü olmalıdır. Çünkü milletler, kültür ve medeniyet bakımından farklı özellik ve zihniyetlere sahiptir ve hiçbirinin beslenme kaynağı diğerine benzemez. Bu yüzden bir milletin başka bir milletin izinden yürümesi, hiçbir zaman onun önüne geçememesi demektir. Öyleyse ilerleme yolunda her milletin yürüyeceği yol kendisine has olmalıdır:

Mütefekkirleriniz anlamıyorlar sanırım,

Ki çemenzâr-ı terakkîde atılmış her adım,

Değişir büsbütün, akvâma, cemâ’ate göre;

Başka bir kavmin izinden yürümek, çok kere,

Âdetâ mühlik olur; sonra ne var, her millet,

Gözetir seyr-i tekâmülde birer ayrı cihet.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 158)

Bütün insanlığın, ulaşmak istedikleri nihai amaca koşarken izleyecekleri yöntem bir değildir. Aksine bu yöntemi belirleyen şey, her milletin, kaynağını kendi “genel ruhu”ndan alan “mâhiyyet”idir:

Bir de hatırlamıyorlar ki, umûmen beşerin,

Dâimâ koştuğu son maksada yükselmek için;

Tutacak silsile akvâma değildir hep bir;

Belki her millet için ancak o “mâhiyyet”tir,

Ki kopar kendisinin rûh-i umûmîsinden.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 158)

İşte, milletin içindeki düşünür geçinen kimseler önce bu “mâhiyet”i (cevher’i, öz’ü) iyi belirleyip kavramış olsalar, sonra da onun aşamalarını belirleyerek arkasından gelecek insanlara ışık tutsalardı, artık bu özellikteki bir düşünürün arkasından topluluklar da ileri doğru yürümekte hiçbir sakınca görmezlerdi. Çünkü karanlıklardan aydınlığa kavuşmak için insana elinden tutarak yol gösterecek aydın, o toplumun ruhu gibidir.

Şimdi, bir kavmin içinden mütefekkir geçinen

Zümre evvelce bu “mahiyet”i takdîr ederek,

Sonra kaç safhası mevcûd ise tenvîr ederek,

Çekecek oldu mu önden o ilâhî feneri;

Arkasından da cemâat yürür artık ileri.

Ruhudur çünkü karanlıkta elinden yedecek,

Yoksa şaşkın mı ki dursun, mütemâdî gidecek.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 158)

Aydınlar, ne yazık ki dini de hiç anlayamamışlar, dolayısıyla İslâm’ın ruhunu telakkileri çok yanlış: Onun ilerlemeye tahammülü olmadığını, çağın yetkin eserleriyle bütünleşemeyeceğini sanıyorlar. Onun ta en başından beri ilimlerin koruyucusu ve insanlığın da bir gün yükseleceği yer olduğunu bilmiyorlar… Evet, bugün için Müslüman unsurların oldukça geri oldukları doğrudur; ancak bu onun özrü değildir, aksine “Müslümanlık” denilen “ilâhî ruh”, kendilerine “Müslüman” diyen insan yığınlarından çok uzak:

Mütefekkirleriniz dîni de hiç anlamamış;

Rûh-i İslâm’ı telâkkîleri gâyet yanlış.

Sanıyorlar ki: Terakkîye tahammül edemez;

Asrın âsâr-ı kemâliyle tekâmül edemez.

Bilmiyorlar ki: ulûmun ezelî dâyesidir,

Beşerin bir gün olup yükselecek pâyesidir.

Müslüman unsuru gâyet mütedennî, doğru,

Şu kadar var ki değildir bu, onun mahzûru.

“Müslümanlık” denilen rûh-i İlâhî, arasak,

“Müslümanız” diyen insan yığınından ne uzak!

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 158)

      Aşı kendi cinsinden olmalı

Buraya kadar Mehmet Akif’in medeniyet ve çağdaşlık kavramlarını nasıl anladığı ve nasıl değerlendirdiği üzerinde durduk. Bunlar yanında kültür ve medeniyetler arasındaki etkilenmelerden, özellikle onun yaşadığı gerçek anlamdaki bir bunalım dönemindeki başka kültürlerden neler alınabileceği konusundaki düşüncelerinden söz etmemek bir eksiklik olur. Çünkü onun bu konuda önemli bir formülü vardır:

Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı.

Şâyed isterseniz ağacın donanıp üstü, başı,

Benzesin tâze çiçeklerle bezenmiş geline;

Geçmesin, dikkat edin, balta çocuklar eline!

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 160)

Akif, kültürler arasındaki etkileşimin, birbirinden alacakları önemli özelliklerin bulunduğunu bilen ve takdir eden bir şâir-düşünürdür. Dolayısıyla kültürler arasındaki etkileşimler olağan şeylerdir ve tarih boyunca da birçok kez olmuştur. Yukarıdaki mısralar doğrudan kültürel aşıdan söz etmektedir. Buna göre bir kültürün hep taze kalması, yeni çiçeklerle süslenmesi için, kendisine yabancı olmayan, kendi cinsinden olan aşının yapılmasını istemektedir. Aşıyı yapanlar da, yukarıda da belirttiğimiz gibi, acemi eller olmayacaktır. Çocuğun eline balta verilirse, hem kendine ve hem de ağaca zarar verebilir. Kuşkusuz burada Akif, her şeyden önce dikkatlerimizi taklit’e çekmektedir. Önce, Avrupalı ne yaparsa örnek kabul eden ve kayıtsız ona uyanlar eleştirilir:

Ne yapsa Avrupa, bizlerce asl olan hareket:

“O halde biz dahi yaptık!” deyip hemen taklîd.

Bu türlü bir yenilikten ne hayr edersin ümîd?

(Fatih Kürsüsünde, s. 198)

      Sonra da, taklitle hiçbir yere varılamayacağını söyler. Süleymaniye Kürsüsünde adını taşıyan Safahat’ın ikinci kitabında, toplumun içinde bulunduğu durumdan kurtulma çarelerini anlatan kürsüdeki vaiz, yakından incelediği Japonlar hakkında önemli bir kanaate varmıştır:

O kanâat da şudur:

Sırr-ı terakkânizi siz,

Başka yerlerde taharrîye heveslenmeyiniz.

Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;

Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 159-160)

Şu halde, içinde bulunduğu istenilmeyen durumdan kurtularak ilerlemek isteyen bir millet, kurtuluş yolunu başka yerlerde değil, kendinde aramalıdır. Belki geçerli olduğu noktalar vardır, ama taklit her zaman ve her yerde işe yarayan bir yöntem değildir. Batı’nın ilmini ve sanatını almakta, bunlara zaman ayırarak üzerinde çalışmakta herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü bunlar, yaşamak için şart olan şeylerdir. Ayrıca sanat ve ilmin milliyeti yoktur. Yalnız burada, unutulmaması gereken önemli bir nokta vardır. Akif, daha önce de üzerinde durduğu konuyu burada bir kez daha dile getirir. Çünkü “mâhiyyet-i rûhiyye”, yani bir milletin “ruhsal özü” çok önemlidir ve her şeye rengini veren odur:

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;

Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.

Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,

İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:

Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için;

Kendi “mâhiyyet-i rûhiyye”niz olsun kılavuz.

Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.

Sonra, dikkatlere şâyân olacak bir şey var:

İnkişâfâtını bir milletin erbâb-ı nazar,

Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine,

Benzetirler ki, hakîkat, ne büyük söz bilene!

Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene;

Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine.

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 160)

Burada biraz önceki uyarı tekrar ediliyor ve vazgeçilmez bazı şeylerin alınması sırasında kılavuzun “mâhiyyet-i rûhiyye” olması gerektiği, bunun dikkate alınmaması halinde esenlik umudu beklentisinin boş olduğu vurgulanıyor. Yine kültürel çiçeklenme konusuna bir daha dönüyor ve görüş ve düşünce sahibi kimselerin bir milletin ulaşmak istediği her türlü gelişmeleri kocaman bir ağacın çiçeklenmesine benzettiklerini belirtiyor ve arkasından da, eğer ağaçta bir hastalık olmuşsa bir bilene gösterilmesini, o bilenin de en fazla kök’e dikkat etmesini istemektedir. Bu dikkat Mehmet Akif’in asla taklit yanlısı olmadığını, kendi kültür ve medeniyetinin gücünden asla kuşku duymadığını, tam tersine taklitçilerin ve kuşkucuların Batı’dan etkilenen ve onu olduğu gibi içeriye davet edenler olduğunu görüyoruz.

Mehmet Akif, işin aslının mâhiyyet-i rûhiyye olduğunu, ancak yeri geldiğinde, iyi bir seçimle, seçici ve etkin olarak dışarıdan da bazı şeylerin alınabileceğini şu şekilde açıklıyor:

 

Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de:

Bunların birçoğu tahsil eder İngiltere’de;

Sonra dindaşlarının ruhu olur, kalbi olur,

Çünkü azminden, ölüm çıksa, o dönmez, sokulur.

Öyle maymun gibi taklîde özenmek bilmez;

Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun, eksilmez.

Garb’ın almışsa herif, ilmini almış yalnız,

Bakıyorsun: Eli san’atlı, fakat, tırnaksız!

Fuhşu yok, içkisi yok, himmeti yüksek, gözü tok;

Şer’-i ma’sûma hürmeti bizlerden çok.

Böyle evlâd okutan milletin istikbâli,

Haklıdır almaya âgûşuna istiklâli.

Yarın olmazsa, öbür gün olacaktır mutlak…

Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir âtî ona bak!

(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 146)

 

KAYNAKLAR

Anthony Pagden, Avrupa Fikri, çev. Rahmi Öğdül-Mesut Varlık, Ayrıntı Yayınları, 2010.

Mehmet Akif Ersoy, Safahat (Edisyon Kritik), Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.

Mehmet Akif Ersoy, Düzyazılar (Makaleler-Tefsirler-Vaazlar), Haz. A. Vahap Akbaş, Beyan Yayınları, İstanbul 2010.

Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Çev. Birtane Karanakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1990.

Sezai Karakoç, Mehmet Akif, Diriliş Yayınları, İstanbul 1979.

Sezai Karakoç, Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, Diriliş Yayınları, İstanbul 1996.

Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasî Hayatında Batılılaşma Hareketleri, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2004.

Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Haz. İbrahim Kutluk, Kültür Bakanlığı Yayınları,  Ankara 1976.

[1] Anthony Pagden, Avrupa Fikri, s. 22-23.

[2] Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, s. 176.

[3] Anthony Pagden, age., s. 23.

[4] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasî Hayatında Batılılaşma Hareketleri,  s.18

[5] Age., s. 90–91

[6] Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, s. 45-46

[7] Bunlara vahşet kelimesi de eklenir ki, bütün bu kelimeler öbeğinin anlam çerçevesini göstermesi bakımından ilginçtir. Yani o, Avrupa, Garb, Ehl-i Salîb, Medeniyet ve vahşet kelimelerinin hepsini aynı kategoride değerlendirmiştir.

[8] Burada Mehmet Akif’i modernist ve pozitivistlikle suçlayanların, onu ne kadar yanlış tanıdıkları, ya hiç okumadıkları veya okusalar da anlamadıkları ortaya çıkıyor. Akif, Batılı yenilikleri içe aktaran ve bunu rastgele yapan bir modernist, ya da her ne pahasına olursa olsun, dini eksikli görerek onu ortaya çıkan yeni görüşler doğrultusunda tamir etmeye kalkışan bir reformist değildir. Onu bu kelimelerle suçlayanlar, aslında kendi kafalarındakini ona yansıtmaya çalışanlar ve Akif’i asla tanıyamamış olanlardır.

[9] Sezai Karakoç, Yapı Taşları II, s. 31

Yüce Diriliş Partisi Üzerine

YÜKSEL KANAR

Ülkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.

Oysa içiçe olduğumuz sorunların çözümünü barındıran büyük bir tecrübe birikiminin mirasçılarıyız. Bu miras bizim için olduğu kadar, bizim dışımızdaki dünya için de önemli pratikleri içeriyor. Bugün çözmekte acziyet gösterdiğimiz büyük problemlerimiz, geçmişteki gücümüzün başlıca göstergeleriydi. Farklılıklarımız, güçsüzlüklerimizin değil, gücümüzün kaynağıydı. O gün bunları güç kaynağına dönüştüren deneyimi bugün dikkate almadığımız için, şimdi onlar güçsüzlük ve acziyetimizin çözülmez düğümleri olarak karşımıza çıkıyor. Kurtuluşumuza çare olarak dışarıdan önerilen reçeteler ise, ne yazık ki tam tersine bizi içinden daha çıkılmaz bataklıklara saplıyor.lkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.lkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyolkemizde yapılan siyasetin, küreselleşen dünya paralelinde, bizden çok küreselleşmeyi yönetenlerin çıkarına hizmet ettiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Siyaset, belirli şablonlara göre yapılmakta, dolayısıyla her geçen gün biraz daha “bizim” olmaktan uzaklaşmaktadır. Çözüme asla kavuşmayan ve hatta her geçen gün daha da kördüğüme dönüşen sorunlarımızın nedenini burada aramak gerekiyor. Bu yapısıyla siyaset, ülke sorunlarını çözmekten ziyade, yönetimi sorunlaştıran bir özelliğe bürünmüş görünüyor.

Sezai Karakoç düşüncesinin özgünlüğü, burada karşımıza çıkıyor. Yazılarında ve konuşmalarında, sorunların temeline inilmesi, esasın görülmesi gerektiğini, ayrıntılarla uğraşmanın esası unutturduğunu, ya da tanınmaz hale getirdiğini söylüyor. Düşüncesinin siyasi alanda ifadesi olan Yüce Diriliş Partisi ile de, adeta tek başına, bize sunulan şablonlara uygun siyasete karşı çıkıyor; kendi siyasi görüş ve düşüncemizi oluşturmak için çalışıyor.

Sezai Karakoç sorunlara, dışarıdan birinin gözüyle bakmıyor; bir tavır olarak sadece bu bile, kendi kendisinden güç alan bir zihniyeti göstermesi bakımından, başlı başına bir üstünlük işareti. Sorunlarımıza, yabancı bir gözmüş gibi dışarıdan bakmak, onların çözümü önündeki en yakın ve büyük engeldir. Uzun zamandır oryantalizmin, öteki sayılan milletler üzerinde uyguladığı sömürü programı bu temelde yürütülen bir çarpıtmaydı. Çarpıtmanın buradaki başarısı, zihinsel sömürünün Batı dışı ülkelerde hâlâ acımasız bir biçimde nasıl egemen olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Batıcı bakış, sorunlardan kurtulmak, onları çözmek yerine, başka bir kılığa dönüştürmeyi seçen, hatta mümkün olduğu kadar içinden çıkılması imkânsız hale getiren bir anlayış olarak sürüyor. Bu anlayışın, her şeyi kendinden bekleyen ülkelere ihraç ettiği siyasi çözüm şablonları, Müslüman ülkeleri de derinden derine zehirliyor ve bir girdap içine çekiyor.

*

Diriliş düşüncesi, genel anlamıyla, İslâm medeniyetinin yeniden doğuş yolunu arama çabasını ifade eder. Bu düşüncenin temel kavramlarından olan “İslâm’ın dirilişi” deyimi, ölmüş olan bir medeniyetin diriltilmeye çalışılmasını değil, onun tozlarından arınmasını, silkinip uyanmasını ve bütün insanlık için yeniden yol gösterici bir ışık olmasını anlatır (Düşünceler I: 18).

Sezai Karakoç, 1990 yılında Diriliş Partisi’ni, o güne kadar dergi, gazete ve kitaplarıyla anlatmaya çalıştığı dünya görüşünü, topluma daha çok yaymak, doğrudan topluma ulaşmak ve mümkün olursa, aydınları yeni bir atılıma hazırlayarak ülke yönetimine katmak için kurduğunu söylüyordu (ÇY. I: 11). Partinin 1997’de faaliyetten alıkonması ve 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi adıyla yeniden kurulmasının ardından Nisan 2013 tarihinde yapılan İkinci Olağan Büyük Kongre’sinde konuşan Sezai Karakoç, bu düşüncesini bir başka çerçevede yeniden dile getirdi: “Elli yıldan beri şahsen ve yayın yoluyla ve daha sonra kurduğumuz parti faaliyeti içinde yaptığımız konuşmalarla ortaya koyduğumuz düşünceler ve çareler dışında ülkemizin ve milletimizin ve ondan ayrı olmayan İslam ülkesi ve milletinin geleceğinin sağlık ve güvenlik altına alınması için diğer çevrelerce ne yazık ki dişe dokunur bir düşünce ve öneri sunulmadığı ortadadır. Bu yüzden yılmadan ve usanmadan yolumuza devam edeceğiz. Düşüncelerimizi milletimize anlatmayı sürdüreceğiz. Umuyoruz ki bu içten gelen düşünceler ve faaliyetler, günü gelince hızla meyvesini verecek. Zaman hızlanarak geçmiş zaman kayıpları telafi edilecek ve milletimizin yeniden doğuşu, dirilişi, ayağa kalkışı ile, yeni bir çağ açışı gerçekleşecektir. Milletimiz için tek hayat seçeneği budur”.

Bu sözler Sezai Karakoç’un kurduğu partinin, ülkemizdeki diğer birçok düşünceler gibi dışarıdan sokulmuş anlayış ve yapılanmalardan tamamen farklı ve özgün bir çizgide olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Dolayısıyla onun kurduğu parti ve yerleştirmek istediği siyaset anlayışının, kendi genel düşünce çizgisinin özgünlüğü kadar özgün ve bir o kadar da bu ülkenin, bu milletin malı olduğu açıkça görülür. Karakoç’un düşüncesini ana çizgileriyle takip etmiş olanlar, yolun böyle bir parti faaliyetine çıkmasının olağan olduğunu rahatlıkla görebilirler*.

Yüce Diriliş Partisi’nin bir “aydın hareketi” karakteri taşıması ilk göze çarpan belirgin özelliği. Aydınların ülke yönetimine katılması ise, bu harekete bir “medeniyet” özü kazandırır. Sezai Karakoç düşüncesinde medeniyetin merkezî bir yer tuttuğunu biliyoruz. İslâm inanç sistemine içten ve samimi bağlılığı dolayısıyla, her zaman için topyekün İslam dünyasının sorunlarıyla iç içe olması, bunlar karşısında duyarlılığını koruması ve asla onlara bigâne kalmaması, onun bakışındaki genişlik ve derinliği gösterir. Şiir, sanat ve düşünce eserlerinde, yerel olanın sınırlarını aşarak sorunları medeniyet bütünlüğü içinde, evrensel boyutlarda, geniş bir bakış açısıyla ve temelden ele almaya çalışmış, sorunlara ancak bu bütünlük içinde çözüm bulunacağını güçlü bir şekilde vurgulamıştır. Bütün çözümlerde bu köklü ve tümelci yaklaşımı dolayısıyla onu, bir öncü ve kurucu düşünür olarak tanımlıyoruz.

Bu özelliğiyle Karakoç, düşünce ve pratiği, birbirinden ayrılmayan bir bütün olarak görmüş, bunları her zaman bir arada düşünmüştür. Nitekim kendisiyle yapılan bir röportajda, hayatın bir bütün olması gibi, insanın da bir bütün olduğunu, dolayısıyla sanatçı, entelektüel, düşünür kişiliğini, dolaysız toplum kişiliği görevinden ayırmanın da mümkün olmadığını belirtmiştir. Ona göre “Toplumların, kritik dönemlerinde, şairle cephedeki insana mesafesi aynıdır. Şairin tavrı cephedeki insanın tavrından farklı değildir. Diyelim, bir Mehmet Akif, hem cephede, hem de şiiriyle çarpışan bir insandı”. Bu bakımdan, kendi durumu da Mehmet Akif’in durumundan farklı değildir. Mehmet Akif, biten bir dönemin son savaşçısıydı, kendileri de başlayan bir dönemin ilk savaşçılarıdır. “Birisi bitmemek için yapılan bir savaş, öbürü de yeni bir dönemin, bir dirilişin başlayış savaşıdır. Bu iki savaş birbiriyle irtibatlıdır. Onlar savaşmasaydı biz belki bu başlangıcı yapamayacaktık” (TYA: 9–10).

Aynı zamanda sürekliliğin de bu şekilde önemine vurgu yapan kurucu düşünürün, bugün 80 yıllık yaşamına ve ortaya koyduğu eserlere baktığımızda, yaptıklarıyla yazdıklarının hiçbir sapma olmadan benzeştiğini görürüz. Karakoç’a göre “Düşünce, sanatla eylem arasında bir köprüdür” (TYA: 10). Düşünce işin teorik yanı, politika ise, milletlerin hayatındaki vazgeçilmez uygulamalardır. Düşünceye dayanmayan bir uygulamanın önemsizliği kadar, uygulamaya konulmayan bir düşünce de hiçbir değer taşımaz. Nitekim yüce kitabımızda da bu gerçeğin önemi: “Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek Allah yanında en sevilmeyecek bir şeydir” (Saf: 2–3) şeklinde ifadelendirilmiştir.

Karakoç, “Biz düşünce için düşünce üretmiyoruz; düşüncelerimiz toplumun sağlığı içindir ve tabii, bir gün, mutlaka uygulanmalıdır” (TYA: 10) diyerek pratiğe aktarılmayan düşüncelerin ölü ve işe yaramaz olduğuna dikkat çekmiştir. “Düşünceler uygulanmadığı zaman durgun suyun uğradığı âkıbete uğrarlar; bataklıklar oluşur ve sinekler ürer. Düşünce de akan bir su gibi, toplumun ruhunda ve davranışlarında yeni arayışlar bulursa canlılığını koruyacaktır. O bakımdan, ben, milletimin hayat ve memat gününde, şiirimle, düşünce çalışmalarımla ve politik atılımımla aynı kişiliği sürdürdüğüm inancındayım” (TYA: 10).

Niçin siyasi bir çaba içine girdiği ve bunu bir parti kurarak sürdürdüğünü bu sözleriyle anlatan Sezai Karakoç’un görüşlerine baktığımızda, onun yoğun, geniş, derin ve nitelikli düşünceleriyle parti anlayış ve faaliyetinin aynı paralelde olduğunu görürüz. Düşünceleri ne kadar özgünse, bir parti lideri olarak da aynı özgünlüğü devam ettirmektedir. Zaten eğer böyle olmasaydı ve mevcut anlayışlarla politika yapmanın bu millete bir fayda sağlayacağına inansaydı, var olanlar içinde kendisine bir yer bulmakta zorluk çekmez, içlerinden birine katılarak mücadelesini orada sürdürebilirdi. Ancak Sezai Karakoç’un mücadelesi, bugünkü parti anlayışlarından hiçbiri tarafından temsil edilmemekte, bunun da ötesinde Karakoç kendini böyle bir parçalı anlayışın içinde görmemektedir.

Yüce Diriliş Partisi’nin varlık nedeni her şeyden önce, kendimizi tanımak ve kendimizi tanımlamak mecburiyetine dayanıyor. Büyük bir milletin, İslam milletinin üyeleri olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Geniş deneyimlere sahip eşsiz bir medeniyetin milletiyiz. Bu medeniyet İslam medeniyetidir. Medeniyetimiz büyük krizlerin içinden geçerek, çok büyük badireler atlatarak ve hepsinden de yüzakıyla çıkarak, yola her yeni çıkışında daha da güçlenerek 20. yüzyıla ulaşmıştır. Bu yüzyılın başlarında ise tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya gelmiştir. Bugün, o son girdiğimiz krizden henüz kurtulmuş değiliz; hatta bu kriz daha da ağırlaşarak sürmektedir.

Bu krizin başlangıcı 1918’dir. Yüce Diriliş Partisi, bu tarihte uğradığımız felaketten yola çıkarak, ondan sonra yaptığımız yanlışlıkları ayıklayarak, İslam ülkelerindeki rejimleri yeniden ve kökten sorgulayarak (ÇY I: 82), Türkiye’nin problemlerinin güncel ve yüzeysel problemler olmadığını, 1918’de çökenin yerine kurulan devletin öngördüğü sistemin sorgulanması ve kökten gözden geçirilmesi gerektiğini bilerek (TYA: 16) yeni baştan varolma çabası içinde olmamızı savunmaktadır. Bunun için de sadece parça parça sorunlarla uğraşarak hiçbir yere varılamayacak, sorunun bir bütün olarak ele alınması gerekecektir. “Örneğin: Güneydoğu Anadolu meselesi, bir güneydoğu Anadolu meselesi değildir. Esas sorun, bütün milletimizin kimlik sorunudur” (TYA: 16).

Bugün, bizi çepeçevre kuşatmış olan tehlikelere karşı, önce coğrafyamızın ve tarihimizin bize yüklediği görevi üstlenme zamanı olduğu halde, ne yazık ki, bazen unutkanlıklarımız ve bazen de alışkanlıklarımız nedeniyle, bu görevi hep geciktiriyoruz. Kuşkusuz görevin farkına vardığımızda, aslında çözüm kendiliğinden gelecektir. Çünkü bu millet hep bunalımlarla sınanarak bugüne gelmiştir. Gerçi bugün bunalımların en zorlusuyla karşı karşıyayız, ama kendimize güvendiğimiz takdirde, kültürel ve tarihsel birikimimiz bunların altından kalkmamızı da sağlayacaktır. Ancak bunun için o deneyimleri inkâr eden retçi anlayışlardan vazgeçmemiz, kimliğimize sahip çıkmamız gerekecektir. Medeniyetimiz tarihinin en zorlu krizini yaşasa da, temellerinin sağlamlığı dolayısıyla bu yenilenmeyi sağlamaya muktedirdir. O ölmediği gibi, onun oluşturduğu millet de ölmemiştir. Bu medeniyet bir kriz geçirmiştir, milleti de bölünmüştür. Baş edilmesi zor yöntemlerle aleyhte propagandalar yapılmakta, yanlış telkinlerde bulunulmaktadır. Yüce dinimizin evrensel kuralları gereği dil, ırk ve renk ayrımı yapmaksızın kardeş tanınmış bu milletin, kardeşçe geçirdiği zamanlar unutturulmak istenmekte, çözüm olarak sunulan sahte reçetelerle kandırılmaya çalışılmakta ve bunlara alıştırılmaktadır.

Evet, karşı karşıya bulunduğumuz sorun büyük bir sorundur. Fakat her dönemde kendi şartları içinde başka başka görünümler ve adlarla ortaya çıktığı için, sürekli bir şeylerle uğraşmak zorunda kalıyoruz ve bir türlü kendimize gelemiyoruz. Oysa sorun olarak görünen şeyleri kendi başlarına ele almak, onların asıl bağlı olduğu temel sorunu görmemektir (TYA: 19).

Geçirdiğimiz medeniyet krizinden çıkışımız, ancak ipin koptuğu yere bağlanmasıyla mümkündür. Devletimiz dağıtıldıktan sonra, kopan ipin iki ucunu bir araya getirmememiz için ellerinden gelen çabayı gösteren çevreler vardır. Bu milletin geçmişi, başarılarla dolu tarihi tamamen bir kenara atılmış, unutturulmak istenmiştir. Oysa geçmişi olmayanın geleceği de yoktur. Ne yazık ki Cumhuriyet yönetimi, geçmişsiz ve geleceksiz, sadece “gün”ün kurtarılması üzerine kurulduğu için: “Biz 1923’ten sonra millet olduk” diyenler çıkmıştır. Oysa “biz 1923’de millet olmadık, biz 1923’den sonra millet olmaya başlamadık, belki, tam tersine, 1918’de millet olmaktan çıkarılmak istendik. Ve parçalandık. Milletimiz parçalandı” (ÇY. I:73). Hem de büyük bir millettik. Sırtımız yere gelmiyordu. 1918’de devletimiz parçalanınca, bu büyük millet yapay sınırlarla birbirinden ayrıldı.

İşte krizin başlangıç noktasına, ipin koptuğu yere dönerek yeniden dirilişimizi buradan, bu anlayıştan başlatmalıyız. “Köklü ve çok cepheli yeni bir düzenleniş, toplum, insan ve devlet anlayışı gelmedikçe ve bu anlayış da geçmişimizdeki, kendi medeniyet, millet, ülke, toplum ve insan anlayışımıza bitişmedikçe bir çözüm yoktur. Çözüm burada aranmalı ve radikal olunmalıdır. İp koptuğu yere bağlanmalıdır. Bunu yapacak aydın kadro duruma el koymalıdır” (TYA: 20).

Görüldüğü gibi Sezai Karakoç’a göre, aslı unutturan parça parça konularla, teferruatla uğraşmak, sadece zaman kaybı ve sonuçsuzluğa mahkum bir çabadır. Köklü ve çok cepheli çözümlere ihtiyacımız var. Çünkü devletimizin yeniden kurulması gerekiyor. Cumhuriyetle birlikte kurulan devlet, o günün şartları içinde birtakım eksikliklerle kurulmuştu. Daha sonra da ne yazık ki bu eksiklikler tamamlanamadı ve kurulan devlet bugün biriken sorunlar altında ezilmektedir. Yani o temeller artık üzerindeki yükü taşıyamaz hale gelmiştir. İşe bir bakıma en baştan, her şeyi yeniden tanımlama, daha da doğrusu gerçek bir yenilenme azmiyle başlamak gerekiyor. Böyle bir başlangıcın ilk şartı da, kendi öz benliğimizin ortaya çıkarılması demek olan, unuttuğumuz ve yerlerini yabancılardan aldıklarımızla doldurduğumuz kavramlarımızın, yeniden yerlerine yerleştirilmesi, yeniden tanımlanmasıdır.

Karakoç, bunların içinde şu dört tanesine özel bir önem verir: Devlet, millet, kültür ve medeniyet. Örneği, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta millet kavramını, medeniyet kavramıyla ilişkisi içinde, kendi öz kültürümüz ve tarihi deneyimlerimizden yola çıkarak açıklamakta ve şöyle demektedir: “İlk olarak millet kavramından hareketle yola çıkmak lâzımdır. Millet nedir? Sadece bir ırkın topluluğu olmadığı artık çok aşikârdır. Bir ırkın topluluğu olması zaten mümkün değildir. Çünkü ırklar birbirine karışmıştır. Zaten tarihte ırk esasına dayalı milletlerin varlığı, çok yeni bir olaydır. Bu sebeple millet kavramı medeniyet kavramına bitiştirilmelidir. Bir medeniyetin toplumuna millet denir. Biz bunu geçmişte yaşadık, fakat Birinci Dünya Savaşı’nda o medeniyetin ve o milletin devleti çökünce, bize de Avrupa’nın daha çok ırk esasına dayanan millet anlayışına göre sun’i bir takım devletçikler empoze edildi. Bu devletçikler artık yaşamıyorlar. Çünkü sun’i olarak kurulmuş, sun’i olarak yaşamışlar ve şu anda da büyük bir kriz içindedirler. Irak bu durumdadır. Suriye’nin de âkıbeti meçhuldür. Ürdün ve diğer Arap ülkeleri de bu şekildedir” (TYA: 17–18).

Bu düşünceler, devletin kuruluşunun ve kurulduktan sonra da sürekliliğinin belirli bir “bilinç”le mümkün olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla kuruluş önce düşünce ve inançlarda kökleşmelidir. Millet, devleti kuran unsurdur ve bir devlet kurmak sıradan bir milletin işi değildir. Ancak kökleşmiş düşüncelere sahip olan topluluklar millet olabilir ve toplum ancak millet haline geldikten sonra ve gelişmiş bir medeniyet esasına dayandığı takdirde bir devlet kurabilir. “Ancak, bir medeniyet esasına dayanan ve millet haline gelmiş toplumlar devlet kurabilir. (…) devleti kurabilmek için millet olmak lazımdır. Millet olmak için de bir medeniyet esasına dayanmak lazımdır. Biz geçmişte tarihin en büyük devletini kurduysak, bunun sebebi, tarihin en büyük milletini meydana getirdiğimiz içindir. Tarihin en büyük milletini oluşturmamızın sebebi, en büyük medeniyete sahip olmamız gerçeğidir” (ÇY. III: 68).

Şu halde Karakoç’a göre her toplum öyle kolay bir şekilde millet olamaz. Bunun için özel bir çaba göstermek, belirli görevlerle yükümlü olunduğunu bilmek gerekir. Siyasi, ruhi, ekonomik ve sosyal özelliklere sahip olan milletin, her şeyden önce “millet ruhu” dediğimiz bir özü bulunmakta ve bu da medeniyet temeline dayanmaktadır. “Bir medeniyet temeline dayanmayan toplumlar, millet olamaz. (…) Medeniyet bir kaide ise, millet onun üzerine oturtulan bir âbidedir”. Bir milletin yıkılmadan ayakta kalabilmesi, bu kaidenin sağlamlığına bağlıdır.

İşte Yüce Diriliş Partisi’nin özgünlüğünden söz ederken, onun milleti böyle bir güvenli temele dayandırmasını göz önünde tutuyoruz. Bugün ayakta durmakta zorlanmamız, bu güveni sağlayan kaidenin ayaklarımızın altından çekilmesi yüzündendir. “Medeniyet kültür esasına dayanır. Bir toplum bir kültür üretir. O kültürden bir medeniyet doğar. O milletten bir devlet doğar” (ÇY. III: 16–19) diyen Karakoç, bu dört önemli kavramın nasıl birbirini oluşturduğunu, biri olmadan diğerinin olamayacağını gösterir. Yüce Diriliş Partisi’nin amacı da, bu iç içe geçişi ve ardardalığı insanımıza anlatan aydınların yetişmesini ve yönetimde yer almasını sağlamaktır.

Diriliş düşüncesinin bir siyasi parti olarak yapılanmasının, bir yönetim talebinden kaynaklandığı açıktır. Partinin temel vaadi ve gerçekleştirmeyi istediği birincil hedef ise, halkın mutluluğunu, onun medeniyetini ayakta tutarak sağlamaktır. Medeniyet sahibi bir millet olma iddiası, ancak güçlü bir devlete sahip olmakla mümkündür. Bunun gerçekleşmesi ise doğrudan “siyaset” kurumunun işidir. Belirli bir zamandan itibaren millet olma ve medeniyet kurucu özelliğimizi unutarak çıkış yolunu başka yönetim anlayışlarında aramaya başladık. Kendi medeniyetimize olan inancımızın yitirilmesi ve ilkelerimizin terk edilmesi, bizi Batı’dan gelen etkiler altında bıraktı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki şartlar, yanlış ilkelere saplanmamızı ve bu yanlışların etkisiyle ancak kısa ömürlü devlet olabilecek yapılar ve oluşumlar peşinde koşmamızı bir dereceye kadar zorunlu gösterebilir. Ancak bunun devam ettirilmesi, o zamanlar başlayan bozulmayı genişletip derinleştirdi. Şimdi de toplumumuz ve devletimiz sallanıyor (Bkz. ÇY. III: 75).

Yüce Diriliş Partisi, günümüzün, çatlakların sıvayla kapatılarak işin içinden çıkılacağını sanan devlet adamlarına karşılık, yıkılışın temelden başladığını, yenilenmenin de oradan yapılacağını gösteriyor. Dolayısıyla, “temelleri sağlamlaştırmak lazımdır. (…) Sıva en sonra; süs en sonra. En önce, temelleri güçlendirmeli, duvarları sağlamlaştırmalı” (ÇY. III: 88).

Değerlerimizi bıraktığımız ve uzaklaştığımız oranda modernleştiğimiz, ilerlediğimiz öğretildi insanımıza. Bu yüzden kazandığımızı sandığımız her şey, aslında kaybettiklerimizden ibarettir. Dışarıdan içeriye doğru her türlü etkinin girmesi serbest olduğu halde, içerde kendi öz değerlerimizle ilgili bütün yenilenme yollarının önü tıkanmıştır. Yüce Diriliş Partisi, bu kanalları yeniden açmak için, medeniyet temeline dayalı bir siyasî yenilenme faaliyetidir. Türkiye ancak bu anlayışın önü açıldığında normalleşecektir.

 

Yazının hazırlanmasında yararlanılan ve hepsi de Diriliş Yayınları arasında çıkan Sezai Karakoç’a ait kitaplar:

(TYA) Tarihin Yol Ağzında, 3. baskı, 2007.

(ÇY. I) Çıkış Yolu I –Ülkemizin Geleceği, 2. baskı, 2003.

(ÇY. II) Çıkış Yolu II – Medeniyetimizin Dirilişi, 2. baskı, 2003.

(ÇY. III) Çıkış Yolu III –Kutlu Millet Gerçeği, 2003.

Düşünceler I- Kavramlar, 4. baskı, 2012.

* Bu düşünceye yabancı olanlar ise, Sezai Karakoç’un bir parti kurmasına anlam veremezler ve hatta bunu eleştirirler.