Diplomatik Bir Haçlı Seferi

YÜKSEL KANAR

Avrupalı Haçlılar … ilk kez 11. ve 12. yüzyıllarda, bu siyasal bakımdan parçalanmış Ortadoğu dünyasına girdiler ve Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs’te dört Latin krallığı kurdular. Bölgede 200 yıllık sıkıntılı bir egemenlikten ve daha pek çok Haçlı Seferi’nden sonra Avrupalılar doğu Akdeniz’den atıldılar.[1]

1

Franco Cardini, “On üçüncü yüzyıl İslâm yanlısı bir çağ mıydı?” diye soruyordu. Bir yandan Haçlı Seferlerinin ağırlaşan baskısı, bir yandan da Moğolların çekirge sürüleri gibi, geçtikleri yeri dümdüz edip taş üstünde taş bırakmamaları bu yüzyıla rastladığına göre, hiç de İslâm yanlısı sayılmaz. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse İslâm dünyasının onüçüncü yüzyılda uğradığı felâketler, sadece ondokuzuncu yüzyıldaki yıkımla karşılaştırılabilir.

Cardini için bu yüzyılın, Avrupa kıtasının kimliğinin oluşturulmasında kilit öneme sahip, Avrupa tarihinin en önemli yüzyıllarından biri olduğu, “su götürmez bir gerçek”. Fakat gerçeğin daha da büyüğü, onüçüncü yüzyılın, “Haçlı Seferleri’ne rağmen veya o nedenle, Hıristiyanlık ile İslâm’ın birbirine en yakın olduğu dönem” olması.

İnsanlar arasındaki ilişkileri yönlendiren düşmanlıklar ne kadar büyük olursa olsun, eğer iki insan ya da medeniyet arasında dostluğa aralanan bir kapı bulunabilirse, işte o zaman dünya sıcak ve sıkı bağlara sahne olabilir.

Cardini, Doğulu ve Batılı tarihçiler için ilginç bir kişilik olan II. Frederick’in, Batılıların gözünde İmparator veya Kral değil, “Emir” veya “vaftiz edilmiş Sultan” olduğunu söyler. “Vaftiz” nasıl Hıristiyanlığın belirleyici özelliği ise, özgün söylenişiyle “Emir” veya “Sultan” da, bir İmparatorun Müslüman kimliğe yakınlığının ifadesi. Bu yüzden Sicilya ve Almanya veya Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick, “yüzyıllar boyunca, Papalık Meclisi’ndeki hasımları ve Guelf propagandacılarının kendisini küçük düşürmek için kullandıkları bu lakaplarla anılmıştır. Bu lakaplar daha sonra on dokuzuncu yüzyılın önemli Arap uzmanlarından Michele Amari tarafından yeniden canlandırılmış ve Arap kaynakların ‘el İmbiratur’ adıyla tanıdığı bu adamın hemen tüm biyografi yazarları tarafından günümüze kadar kullanılmıştır”. Bizim tarafımızdan, yani Müslüman âlemden edindiğimiz bilgilere bakılırsa II. Frederick, Palermo’da Müslüman cemaat liderleri tarafından yetiştirilmiştir. Batılı kaynaklar ise onun Latince dışında Yunanca ve Arapça konuştuğundan söz ederler.

  1. Friedrich: Kutsal Roma İmparatoru, Kudüs ve Sicilya Kralı

Frederick çocukluk yıllarından beri İslâm kültürüne aşinaydı ve büyük ihtimalle İslâm kültürüne hayrandı. Bu özelliğiyle aslında Norman zamanlarından kalma bir geleneği sürdürmekteydi. Sicilya’nın son Norman Kralı II. Guglielmo (1154–1189) arkasında çocuk bırakmadan ölmüş ve taç, teyzesi Constanza’ya geçmiştir. Constanza’nın kocası, Friedrich Barbarossa’nın 1191’de imparator olan oğlu VI. Heinrich’dir. Geleneğe göre eğer taç bir kadına kalmışsa, kral, onun adına babası veya kocası oluyordu. Ünlü tarihçi Jacques Le Goff’un deyişiyle Heinrich, “1197’de zamanından önce öldüğünde”, karısından dolayı kendisine kalan Napoli ve Sicilya krallığını oğluna, geleceğin II. Friedrich’ine bırakmıştır. İyi işleyen bir bürokrasi devralarak Norman atalarının çabalarını sürdüren ve hatta onları geride bırakan Friedrich, krallığını, en iyi şekilde örgütlenmiş monarşilerden birine dönüştürmüştür. Devlet onunla, Roma ve Bizans yanında, Müslümanlardan da büyük etkiler taşıyan ve derebeyliğe son veren “Melfi Yasaları” ile akılcı, çağdaş temel yasalar doğrultusunda örgütlenmeye çok müsait bir yapısal özelliğe kavuşmuştu. Polermo böylece, Hıristiyan Avrupa’da muhteşem Bizans ve Müslüman kentleriyle rekabet edebilen tek kent olmuştur. Kültürel açıdan bakıldığında Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerle sürekli işbirliği içinde çok sayıda eserin çevirisi yapılmış, böylece şehir, olağanüstü bir başkent kimliği kazanmıştı. Le Goff, eğer şehrin önce Fransızlar tarafından alınıp 1282’de tarihe “Sicilya Vesperum Ayaklanması” olarak geçen soykırıma uğratılmamış, hemen ardından da Aragon tarafından daha kalıcı olarak fethedilmemiş olsaydı, Akdeniz Hıristiyan âleminin bu olağanüstü parçasının rahatlıkla İslâm dünyasının bir parçasına dönüşebileceğini yazıyor.[2] Hagen Schulze ise, “hayran çağdaşları tarafından ‘dünyanın çehresini değiştiren dâhi’ olarak nitelendirilen, zamanının çok ilerisinde bir hükümdar” diyerek, onun geliştirdiği Sicilya devletini “gereğinden fazla yeni, gereğinden fazla zamanının ilerisinde bir hükümdarın ürünü” olarak görüyordu.[3]

Normanlar zamanında II. Ruggiero, İdris’in başlattığı coğrafya ve harita çalışmalarını ilerletmiş, tahta çıkan iki William da astronomi ve matematik çalışmalarının tercümesine destek vermişti. II. Frederick daha spekülatif araştırma alanları olan felsefe ve doğa bilimlerine ilgi duyuyordu. Arap kültürü ve biliminden haberdar olmasına rağmen Norman saray camiası daha çok Yunan ilmine ilgi göstermiştir. Dördüncü Haçlı Seferi’nden sonra Bizans İmparatorluğu krallıklara bölündü; bu krallıklarda Helen ilminin gerilemesi ve çöküşü kaçınılmazdı; buna karşılık İmparatorun özellikle 1228–1229 yılları arasında Doğu’yu ziyaret ettikten sonraki siyasi ve diplomatik faaliyetleri onu İslâm âlemini daha derinden araştırmaya teşvik etti.

Michael Scot, Frederick’in sarayına 1227’de gitti. Britanya’da doğmuş, Toledo’da okumuş olan Scot, kısa bir süre içinde tam bir Sicilyalı haline gelmişti. On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Arapçadan bin bir zahmetle tercüme yapmış olan tercümanların tüm işlerinin tek başına üstesinden gelmişti adeta. Saraya geldiği sırada Nureddin Ebu İshak Bitruci’nin (Batı’da ‘Alpetragius’ adıyla bilinir) ünlü kitabı Kitabü’l-Hey’enin (Gökbilim Kitabı) çevirisini henüz bitirmişti; bu kitapta güneşin ve gezegenlerin hareketi, düzeltilmiş Aristoteles fiziğine uygun bir biçimde açıklanıyordu. Scot Yunanca ve Arapçadan bir sürü Aristocu metin de çevirdi; bunların içinde bir tanesi özellikle İmparatorun doğa bilimlerine olan ilgisini besleyecek türdendi. Bu kitap Historia animaliumdu; Scot buna Frederick’e ithafen İbn Sina’nın bu kitapla ilgili açıklamalarını içeren eseri Abbreviato Avicannae de animalibus’u da eklemişti. Sicilya’nın o dönem, temel olarak İbn Sina ve İbn Rüşd’ün eserleri aracılığıyla Aristotelesçi düşüncenin merkezi haline gelmesi Michael Scot sayesindedir. Scot’un kendisi de astrolojiye ve çoğu açıdan astrolojiye benzeyen iki bilime, yani simya ve fizyonomiye meraklıydı. Bu iki alanla ilgili çok şey yazmıştı; bu yazıları yazarken özellikle Razî, Ebu Ma’şer ve Fergânî’nin eserlerinden etkilenmişti.

1330’ların ortalarında büyük güçleri arkasına almış başka bir alim Palermo’daki Magna Curia’da boy gösterdi. Bu kişi Antiochlu Theodore’ydi ve oraya büyük bir ihtimalle Mısır Sultanı Kâmil tarafından gönderilmişti. Theodore evrak dairesinde görevlendirilmişti; orada Müslüman ülkelerin saraylarına mektup yazıyordu. İmparatorluğun evrak dairesinde bir Arap departmanı olduğunu biliyoruz; evrak dairesinde yazılan yazıların tarz ve biçiminin, hatta bunların Latince versiyonlarının açık bir biçimde Arapçadan etkilendiği de söylenir. Suriye’den gelme bir Monofizit Hıristiyan olan Theodore, Yakındoğu ve Mağriple ilgili metin ve bilgileri yorumlamış, tıp ve hijyenle ilgili kitaplar tercüme etmişti.[4]

Frederick ile, onun 1250’deki ölümünden iki yıl sonra tahta oturan Kastilya ve Leon Kralı X. Alfonso’nun ortak yanları, her ikisinin de Arap kültürüne duydukları büyük ilgidir. X. Alfonso İspanya’da el Sabio (‘Bilge’) adıyla bilinir ve Frederick’le birlikte entelektüel çalışmalarla geçen o büyük yüzyılın büyük entelektüel hükümdarlarından biri olarak kabul edilir. Ancak o, bir Haçlı olarak II. Frederick’ten daha inançlı bir hükümdardır. Yine de Bilge Kral’ın, bir alim ve Reconquista topraklarında yaşayan Hıristiyan olmayan topluluklara büyük saygı ve anlayış gösteren bir hükümdar olarak anılmak konusunda hayli talihli olduğu söylenebilir. Onun Hıristiyan olmayan topluluklara gösterdiği bu hoşgörü, ne yazık ki kendisinden sonra gelen hükümdarlar döneminde azalmaya başlamış ve on beşinci yüzyılın sonlarında tamamen yok olmuştu.[5]

2

Selahaddin Eyyubî’nin ölümünden sonra, Eyyubi İmparatorluğu onun üç oğlu arasında, Aziz Mısır’ı, Efdal Şam’ı ve Zahir de Halep’i almak suretiyle paylaşılır[6]. Ama Selahaddin arkada iki erkek kardeş ve çok sayıda yeğen daha bırakmıştır. Sonunda tam dokuz yıl süren, hepsi de Eyyubi İmparatorluğu’nu kendi yönetimi altında tek bir lidere boyun eğecek şekilde birleştirmek isteyen mirasçıların kanlı mücadeleleri başlar. Mücadelenin galibi, Selahaddin’in kardeşi Adil olur. Adil, Aziz’le birleşerek 1196’da Efdal’in elinden Şam’ı alır ve büyük sultan olur. Bundan iki yıl sonra Selahaddin’in Mısır’ı verdiği ve Şam’ı alarak büyük sultan olan Azîz’in, ehramların yakınında çıktığı bir avda attan düşerek ölmesi üzerine, 1202 yılından itibaren Adil, Eyyubi İmparatorluğunun tartışılmaz sahibi olur. Emin Maalouf onu bize şöyle tanıtır:

Şöhretli ağabeyinin ne karizması ne de dehasına sahiptir gerçi, ama yine de ondan daha iyi bir idarecidir. Onun yönetimi altında Arap âlemi bir barış, refah ve hoşgörü dönemi yaşar. Kudüs geri alındıktan ve Frenkler de zayıfladıktan sonra cihada gerek kalmadığını düşünen yeni sultan, Frenklere karşı bir arada yaşama ve ticari alışveriş politikası izler; hatta yüzlerce İtalyan tüccarın Mısır’a yerleşmesini teşvik eder. Arap-Frenk cephesinde geçmişte hiç benzeri görülmemiş bir sükûnet hüküm sürer yıllarca[7]

Adil’in oğlu Melik Kâmil, daha Mısır naibi olduğu sıralarda, 1202’de Akdeniz’in en büyük deniz gücü olan Venedik Cumhuriyeti ile görüşmeler yapmaya başlayarak iyi bir yönetici ve diplomatlık yolunda deneyimini artırmaya başlar. Kâmil, Venediklilere İskenderiye ve Dimyat gibi Nil Deltası limanlarını kullanabilme güvencesi verir. Buna karşılık Dukalar Cumhuriyeti, Batı’nın Mısır’a karşı girişeceği hiçbir seferi desteklemeyecektir. Çünkü Mısır trafiği bu sıralar çok sıkışıktır.

Melik Adil topraklarını daha sağlığında üç oğlu arasında paylaştırmış, Kâmil’e Mısır’ı, Muazzam’a Şam ve Kudüs’ü, Eşref’e de Cezire’yi vermiştir. Aradan geçen zaman içinde ise durum daha da zorlaştırmıştır. Örneği Avrupa’nın en büyük hükümdarı, Almanya, Roma ve Sicilya kralı Friedrich’in ciddi olarak Haçlı hareketine katılması beklenmektedir. 1215 yılında haçı kabullenmiş, fakat papa Innocentius’tan, Almanya’daki işlerini yoluna koyuncaya kadar haçlı seferini erteleme müsaadesi almış olduğundan işi hep ağırdan almakta ve geciktirmektedir. Büyük bir emek mahsulü olduğunda kuşku bulunmayan Haçlı Seferleri Tarihinin yazarı Steven Runciman bu gecikmeyle ilgili olarak şunları söylüyor:

O, daha çocuk yaşındayken çıkmış olduğu Sicilya tahtını küçük oğlu Heinrich’e devretmeyi papaya vaat etmişti; ama kısa zamanda, haçlı seferine çıkmak hususundaki azmini sık sık teyid etmek suretiyle, elindeki krallıkların taksimini erteleyebileceğini ve papadan da imparatorluk tacını pazarlık yoluyla koparmak imkânını bulacağını keşfetmişti. Hareket noktasını dindarlık duygusundan çok siyasî ihtirasının teşkil etmesine rağmen onun doğuya sefer etmek isteği pekâlâ samimiydi. Babası Heinrich VI.’dan doğuda hakimiyete ulaşmak gayretini tevârüs etmişti, fakat bu işin gerçekleşmesi için ancak krallıklarını sım sıkı elinde tuttuğu zaman ve imparator sıfatiyle harekete geçmeyi düşünüyordu. Onun gayelerinin papa tarafından gayet açık olarak bilinmesi gerekirdi; fakat bir zamanlar ona mürebbilik etmiş olan Honorius safdil bir adamdı ve onun vaadlerini gerçek olarak kabul etmekteydi. Bu sebeple de Mısır’daki haçlılara alman ordusunun pek yakında beklenebileceğini yazıp durmaktaydı.

Bu yüzden haçlı seferi hareketsiz kalmıştı; bu hareketsizlik içindeyse Pelagius, kral Jean de Brienne, İtalyanlar ve şövalye tarikatleri arasındaki anlaşmazlıklar daha da şiddetlenmişti. Kahire üzerine bir yürüyüş, Dimyat’ın düşmesinden hemen sonra yapılmış olsaydı, belki de başarılı olabilirdi. El-Kâmil pek ümitsiz bir durumdaydı. Ordusu cesaretini kaybetmişti. Teb’ası kıtlıktan muztaripti. Kuzeyde bazı hoşa gitmeyecek olayların vukuundan endişe eden ve islâma bu an için bizzat Akkâ’ya taarruz etmek suretiyle en büyük yardımın yapılabileceğine inanan el-Muazzam, kuvvetleri ile birlikte Suriye’ye dönmek hususunda ısrar ediyordu. El-Kâmil hemen her gün, bir hristiyan ilerlemesinin haberini bekliyordu. Ordugâhını Nil’in Dimyat kolu yukarısında bulunan Talha’ya naklederek haçlı taarruzunu burada karşılamak üzere nehrin iki kıyısına da müdafaa siperleri açtırmıştı; onun beklediği bu taarruz ise hiç yapılmayacaktı.[8]

Mısır meliki Kâmil, kendisinden sıkça söz edilen ve çok sıkıntılı Dimyat krizi sırasında, Frenklerin sürekli olarak yardımlarına gelmesini bekledikleri şu meşhur Friedrich, yani “el İmbiratur”, ya da “el-emborur” hakkında sık sık sorular sormuştur kendine. Olayı, iyi bir romancı olduğu kadar iyi de bir araştırmacı olan Emin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı kitabında bir roman akıcılığında anlatır: Gerçekten Kral Friedrich söylendiği kadar güçlü müdür? Gerçekten Müslümanlara karşı kutsal savaş yürütmeye kararlı mıdır? Mesai arkadaşlarını sorgulayıp Friedrich’in kralı olduğu Sicilya Adası’ndan gelen seyyahlardan haber topladıkça Kâmil hayretler içinde kalır. 1225’te onun Jean de Brienne’in kızı Yolanda ile evlendiğini, dolayısıyla Sicilya, Almanya ve Roma krallıkları yanında bir de Kudüs kralı olduğunu öğrenince, kurnaz bir diplomat olan Emir Fahreddin ibnü’ş-Şeyh’in başkanlığında bir elçilik heyetini ona göndermeye karar verir. İbnü’ş-Şeyh, Palermo’ya varır varmaz büyülenir sanki: Evet, Friedrich hakkında söylenen her şey doğrudur! Arapçayı kusursuz yazıp konuşmakta, İslam uygarlığına duyduğu hayranlığı gizlememekte, barbar Batı’yı ve özellikle de Büyük Roma’daki papayı hor görmektedir. En yakın çalışma arkadaşları ve muhafızları hep Arap’tır; bunlar namaz vakitlerinde yönlerini Mekke’ye çevirip secdeye varırlar. Tüm çocukluğunu ve gençliğini o sırada Arap ilminin ayrıcalıklı ocağı sayılan Sicilya’da geçiren bu meraklı hükümdar, dar kafalı ve bağnaz Frenklerle arasında fazla bir ortak nokta hissetmez. Onun krallığında ezan sesi, hiç kimse tarafından engellenmeden çınlar.

Haçlıların Dimyat’a saldırısı

Fahreddin kısa sürede Friedrich’in dostu ve sırdaşı olur. Onun aracılığıyla, Cermen imparatoru ile Kahire sultanı arasındaki bağlar sıkılaşır. İki hükümdar birbirlerine Aristoteles mantığını, ruhun ölümsüzlüğünü, evrenin yaratılışını ele alan mektuplar gönderirler. Mektup arkadaşının hayvanları gözleme tutkusunu öğrenen Kâmil ona ayılar, maymunlar, develer ve bir fil hediye eder; imparator da bu hayvanları özel hayvanat bahçesinin Arap sorumlularına teslim eder. Sultan da Batı’da bu sonu gelmeyen din savaşlarının gereksizliğini tıpkı kendisi gibi anlayabilen, aydın bir yönetici bulmaktan pek memnundur. Bu nedenle Friedrich’e yakın bir gelecekte onu Doğu’da görmek istediğini, onu Kudüs’ün başında görmekten büyük bir mutluluk duyacağını çekinmeden yazar.[9]

Maalouf, bu teklif dile getirildiğinde, Kudüs’ün Kâmil’e değil, o sıralar arasının açık olduğu kardeşi Muazzam’a ait olduğu unutulmazsa, bu cömertlik nöbetinin daha iyi anlaşılacağını hatırlatır. Kâmil’in düşüncesine göre, müttefiki Friedrich bu kışkırtmaya kanacak olursa, onun Filistin’i işgali kendisini Muazzam’ın girişimlerinden koruyacak bir tampon devlet yaratacaktır. Ayrıca Maalouf, burada romancı kimliğini öne çıkararak Friedrich ile Kâmil arasında yeni benzerlikler icad etmektedir: “Tutkulu bir Müslüman Kudüs’ü elden çıkarmayı asla bu kadar soğukkanlı bir biçimde ele alamazdı, ama Kâmil amcası Selahaddin’den çok farklıdır. Ona göre Kudüs, öncelikle siyasi ve askeri bir sorundur; işin dini yönü ancak kamuoyunu etkilediği ölçüde hesaplara dahil edilebilir. Kendisini İslam ve Hıristiyanlık’a eşit uzaklıkta hisseden Friedrich’in tavrı da buna benzer. Kudüs’ü ele geçirmeyi istese de, bunun nedeni İsa’nın kabri üzerinde tefekküre dalmak değil, böyle bir başarının, Doğu seferini geciktirdiği için onu aforoz ederek cezalandıran papaya karşı mücadelesinde elini güçlendirecek olmasıdır.”

Oysa Franco Cardini, daha makul düşünür. Ona göre II. Friedrick’in Haçlı Seferi sözü verip de bir türlü bunu gerçekleştirmemesi, ya da bunu yapacağı bir Diplomatik Haçlı Seferi ile geçiştirmesi “ne kişisel açıdan İslâm yanlısı bir tavır olarak algılanmalı ne de Haçlı hareketine veya fikrine karşı bir hoşlanmama durumu olarak. Frederick iter Hierosolymitanum’un o dönemlerde papalığın elinde siyasi bir araç haline geldiğinin pekâlâ farkındaydı; İmparator olarak, büyükbabasının kırk yıl önce yapmak istediği şeyi, Kutsal Topraklar’ın denetimini ele geçirmeyi istiyordu. II. Frederick 25 Temmuz 1215’te (Havari Aziz Yakub Yortusu sırasında) Aix-la-Chapelle’de yapılan ve Alman Kralı tacını giydiği, dolayısıyla ‘Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Kralı’ ilan edildiği tören sırasında Haçlı seferine katılmıştı; imparatorluk tacını Papa’nın elinden almayı bekliyordu.” Bu nedenle Haçlı Seferinden vazgeçmiş olamazdı; hiçbir Avrupalı imparator ya da kral bu düşünceyi zihninden söküp atamazdı. Sürekli gündemde tutulan ve onunla tanışmadan önce Melik Kâmil’i de tedirgin eden Mısır seferini ise, sadece zamansızlığına inandığı için erteliyordu: “Mısır’a saldırması o sıralardaki çıkarlarına hizmet etmezdi veya böyle bir şey o sıralardaki fikirlerine uygun değildi; zira böyle bir şey el Melik el Kamil’i kendisinden uzaklaştırırdı ve el Melik oyuna getirilmemesi gereken önemli bir siyasi ve diplomatik bir müttefikti onun için. Frederick’in Kahire’yle ittifakı Papa IX. Gregorius’un kendisine düşman olduğunu açıkça belli ettiği için ayrı bir öneme sahipti. Fransız-Suriyeli baronların son derece güvenilmez oluşları Frederick’in Kutsal Topraklar üzerinde denetim kuramayacağını, kursa bile bunun uzun ömürlü olamayacağını gösteriyordu. Belki Norman atalarının politikalarını izlemeye devam ettiği için (o öldükten sonra da Sicilya’yı yönetenler aynı politikayı izleyecekti: Manfred, sonra Anjoulular, sonra da Aragonlar) belki de belli bazı nesnel jeopolitik ilkelerden dolayı Frederick’in amacı Mısır’ın sultanlarıyla olduğu kadar Kuzey Afrika hanedanlarıyla da iyi ilişkiler içinde olmaktı. Bu amaç Akdenizli bir hükümdarın diplomatik politikası hakkında bize bazı şeyler söyleyebilir belki ama İslâm’ı anlamak veya onunla gizli bir ittifak kurmak gibi bir amaca asla işaret etmez.”[10]

Friedrich’in 1220 kasımında Roma’ya gelmesi ve papanın da onu, karısı Konstanza ile birlikte imparator ve imparatoriçe olarak taçlandırmasına karşılık Friedrich, gelecek ilkbaharda doğuya hareket etmeyi kesin olarak vaat etmişti. Bu arada Papa Honorius artık Friedrich’in vaadlerinden iyice şüphe duymaya başlamıştı. “Hatta Pelagius’a, şartlarını Roma’ya haber vermeden sultanın herhangi bir barış teklifini reddetmemesini de bildirmişti. Ancak imparatorluğa yeni kavuşmuş olan Friedrich bu sefer işi ciddi tutar görünüyordu. Tebeasından haçlı seferine katılmasını içtenlikle talep etmiş ve Bavyera dükü Ludwig kumandasında büyük bir kuvveti yola çıkarmıştı. Bu kuvvet ilkbahar başlangıcında İtalya’dan denize açıldı”[11].

Ludwig’in yaklaşması Pelagius’u büyük umutlara düşürür. Bu gelişten tedirgin olan Melik Kâmil’in, bütün Kudüs’ü ve Filistin’i vermek suretiyle yaptığı barış teklifini, papanın tembihini de unutarak reddeder. Ancak, kendisi gelmeden büyük saldırılara geçmemesini emretmesine rağmen, beş hafta geçtiği halde Friedrich’in Avrupa’dan yola çıktığına ilişkin bir haber alınamayınca, müslümanlara saldırmak için büyük istek duyan Ludwig, Pelagius arzusuna uyarak saldırıyı başlatır. Ancak başarılı olamazlar ve geri çekilmek zorunda kalırlar. Beşinci Haçlı Seferi böylece büyük bir başarısızlığa uğrar.

Nihayet Friedrich, kendisini Kudüs kralı yapan Jolande ile evlenirken, evlenme müzakerelerinin başında Papaya, 1227 ağustosunda Doğu’ya hareket edeceği, şimdi (yani 1225’de) derhal 1000 şövalye göndereceği ve yeminini yerine getirmediği takdirde, kilisenin olması şartıyla teminat olarak Roma’ya yüz bin ons altın yatıracağı konusunda andiçmişti.

Eskiden verdiği diğer sözlerin muhatabı olan ve kendi mürebbiliğini yapmış olan Papa Honorius ölmüş (Mart 1227), yerine “daha sert bir ağaçtan yontulmuş” IX. Gregorius geçmişti. Artık daha dikkatli olması, verdiği sözü mutlaka yerine getirmesi gerekiyordu. Çünkü bir daha kendisini affedecek bir Papa bulamayabilirdi. Nitekim öyle de yaptı. Artık yola çıkmaya hazır görünmekteydi. Bu sıralarda Exeter ve Winchester piskoposlarının maiyetinde bir grup Fransız ve İngiliz hacısı doğuya doğru denize açılmış bulunuyordu. 1227 yılında imparator Apulya’da büyük bir ordu hazırladı. Bir malarya salgınının orduyu hırpalamasına rağmen binlerce savaşçı ağustos ayında dük IV. Heinrich Von Limburg kumandasında Brindisi’de gemilere bindi. Daha henüz demir alınmıştı ki, refakatinde bulunanlardan kont Ludwig von Thüringen ağır hastalandı. Bindikleri gemi Otranto’ya yanaştı; burada Ludwig von Thüringen öldü ve bizzat Friedrich aynı hastalığa tutuldu. İmparator, Kudüs patriği Gerold de Lausanne kumandasında Akkâ’ya doğru yoluna devam ettirdiği donanmadan ayrılarak, şifa aramak üzere Pozzuoli kaplıcasına gitti. Bu zorunlu ertelemeyi açıklamak üzere Anagni’de bulunan papa Gregorius’a bir elçi gönderildi. Fakat Gregorius hikâyeye inanmadı. İmparatorun yeniden düzenbazlıklara başvurduğunu zannediyordu. Papa imparatoru derhal aforoz ederek bu kararını büyük bir törenle kasım ayında St. Petrus kilisesine tekrarladı.

Fakat Friedrich, tamamen gözden düşme ve tecrit edilme riskini göze alamazdı. Bu yüzden pes etmedi ve Avrupa hükümdarlarına hitaben, içinde papanın kendini beğenmiş küstahça tutumunu teşhir ettiği, vakurane kaleme alınmış bir bildiri yayınladıktan sonra Haçlı Seferi hazırlıklarına devam etti. Papanın, aforoz edilmiş bulunduğu müddetçe, kanunlara göre kutsal savaş yapamayacağı hususunda kendisini uyarmasına rağmen Friedrich, etrafında küçük bir refakat birliği olduğu halde 28 haziran 1228’de Brindisi’de gemiye bindi.

Ancak bu gecikme onun devlet hukuku bakımından durumunu değiştirmiş bulunuyordu; çünkü imparatoriçe Yulanda ölmüştü. Friedrich artık kraliçenin kocası sıfatıyle değil, sadece oğlu küçük kral Konrad’ın vasîsi olmak bakımından Kudüs için söz sahibiydi. Fakat bunun da fazla önemi yoktu; çünkü Akkâ krallığı baronları istedikleri takdirde onun niyâbetini reddedebilirlerdi.[12]

Bu arada Filistin’e, Friedrich daha önceki aforozdan affedilmeden haçlı seferine çıktığı için, papanın onu yeniden aforoz etmiş olduğuna dair haberler gelmişti. Bu nedenle, ona yapılmış olan vassallik yeminlerinin hâlâ geçerli olup olmadığı hakkında bazı şüpheler belirmişti. Birçok dindar kimse, bu arada patrik Gerold, onunla işbirliği etmeyi reddetmekteydi. Templier ve Hospitalier tarikatlerine mensup şövalyeler, aforoz edilmiş bir kimseyle ilişki içinde olmak istemiyorlardı.[13] Dolayısıyla Friedrich’in doğuda büyük çapta bir sefere girişmesi hiç de mümkün görünmüyordu. Onun Haçlı Seferi, diplomatik bir sefer olmak zorundaydı.

İmparatorun şansına, Melik Kâmil de benzer düşüncedeydi. Üç Eyyûbi kardeşin; Kâmil, Suriye hükümdarı Muazzam ve Elcezire hükümdarı Eşref’in, aralarındaki ittifak, Beşinci Haçlı Seferi üzerinde kazandıkları müşterek zaferden sonra pek ömürlü olmamıştı. Muazzam, Kâmil’i kıskanmaktaydı ve şimdi de haklı olarak Kâmil ile Eşref’in kendi arazisini aralarında paylaşmayı tasarladıklarından şüpheleniyordu. Eyyûbilerin doğusunda Celâleddin’in büyük Harezmşahlar devleti, gelişmesinin doruğuna yaklaşmaktaydı. Celâleddin, Moğolların bir saldırısını püskürtmüştü ve şimdi Azerbaycan’dan İndus nehrine kadar hükmetmekte idi ve Bağdat halifesini de hükmü altında bulunduruyordu. Moğolların, arkasından onu durmadan tehdit etmesi Celâleddin’i her ne kadar batıya doğru daha çok ilerlemekten alıkoyuyor idiyse de, Eyyûbîler için kudretli bir tehlike teşkil ettiği söz götürmezdi. Melik Muazzam, kardeşlerini kızdırmak amacıyla ondan yardım talep edip 1226 yılında da Celâleddin’in yüksek hâkimiyetini tanıyınca, Kâmil gerçekten korkuya düştü. Eşref savunma durumundaydı; çünkü başşehri Ahlat’da kuşatılmıştı. Moğollar bu sırada Çin’de meşguldüler. Ne derecede akıllıca bir hareket olacağı bir tarafa bırakılsın, bunlara yapılacak bir yardım çağrısı sonuçsuz kalacaktı.[14]

Bu nedenle Melik Kâmil’in de büyük çaplı bir savaşa girmek için cesareti yoktu. O da, kendi elini güçlendirmek için, zaten araları iyi olan Friedrich ile diplomatik bir savaş yaparak ilişkileri daha da güçlendirmekten, güvenilir bir müttefik kazanmaktan yanaydı.

 

[1] William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, s. 39 (Çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, 2008).

[2] Jacques Le Goff, Avrupa’nın Doğuşu, s. 88 (Çev. M. Timuçin Binder, Literatür Yay., 2008).

[3] Hagen Schulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, s. 20, (Çev. Timuçin Binder, Literatür Yay., 2005).

[4] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 111–112 (Çev. Gürol Koca, Literatür Yay. 2004).

[5] Age., s. 113

[6] Selahaddin’in 17 erkek ve bir de kız çocuğu vardır. Bunlardan sadece üç tanesi miras davası güdecek ve bunun için mücadele edecek yaştadır.

[7] Amin Maalouf, Arapların Gözünde Haçlı Seferleri, s.204,  çev. Ali Berktay, 3. Baskı, YKY, İstanbul 2007.

[8] Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, c. 3, s. 143–144 (Çev. Fikret Işıltan, TTK Yayınları, 1987).

[9] Amin Maalouf, age., s. 210

[10] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 110–111

[11] Steven Runciman, age, c. 3, s. 145–146

[12] Age., s. 156–157

[13] Age., s. 160

[14] Age., s. 161

Okumamak psikolojiyi bozuyor.

 

 

Mustafa Yürekli nörolojinin ve psikiyatrinin verilerinden yola çıkarak okumamanın beyin ve insan psikolojisi üzerindeki etkilerini yorumluyor..

Okumak, yazmak, konuşmak ve dinlemek, günlük hayatta başvurduğumuz eylemler. Bu eylemler sırasında algılama, anlamlandırma, tanımlama, yorumlama ve düşünme gibi pek çok zihinsel etkinliklerde de buluyoruz. Böylesine hayati önemi olan bu dört işlemi (okumak, yazmak, konuşmak ve dinlemek) yapmanın ya da yapmamanın doğurduğu sonuçlar neler? Bu soru önemli.

Çünkü daha çok seyreden ve dinleyen insanlar haline getirildik. Bir vatandaş olarak kendimizi çeşitli zeminlerde iyi ifade ettiğimizi ise söylememiz mümkün değil.Okumuyoruz artık; yayınevleri kitapları çok az basıyor, hatta şiir kitabı, edebiyat kitapları basmıyor. Mektup yazmıyoruz. Bir dilekçe bile yazmaktan aciziz.

Çünkü daha çok seyreden ve dinleyen insanlar haline getirildik. Bir vatandaş olarak kendimizi çeşitli zeminlerde iyi ifade ettiğimizi ise söylememiz mümkün değil.Okumuyoruz artık; yayınevleri kitapları çok az basıyor, hatta şiir kitabı, edebiyat kitapları basmıyor. Mektup yazmıyoruz. Bir dilekçe bile yazmaktan aciziz.

PSİKİYATRİ VE NÖROLOJİ UYARIYOR

İki doktorun, psikiyatrist Dr.Hamdi Kalyoncu ile nörolog Dr.Fikriye Ovak’ın ‘okuma’nın önemi ve insan psikolojisi ve beyni üzerindeki olağanüstü etkilerini anlatmak için birlikte hazırladıkları Okuma Psikolojisi isimli kitap, kitap okumanın insan için ne kadar hayati önem taşıdığını ortaya koyuyor:“Bilimsel çalışmalar, insan beyninin okumayla korunduğunu gösteriyor: Okumayla, beyin kan akımı, beyin elektrik aktivitesi ve metabolizmasında büyük artışlar görülüyor.” diye ifade edilmiş hareket noktası.  Okuma eyleminin insan beyni üzerindeki doğrudan etkisinin tespit edilmiş olması sizce de ilginç değil mi?

Daha da ilginci, beynimizdeki sinir hücrelerinin ölümü bunama noktasına kadar varıyor da pek çok insanın beynindeki bu hayati ve çok ciddi soruna yeterince duyarlılık gösterdiği söylenemiyor: “20 yaşından itibaren herkesin beyninde her gün 50 bin civarında sinir hücresi ölür, ancak yerlerine yenileri gelmez. Vücudun, ölünce yenilenmeyen tek hücresidir sinir hücresi.. Bu ölümler, başka bazı faktörlerle de artarsa kaçınılmaz olarak  az veya çok bunama ortaya çıkar.” Meğer okumamak bir insanın kendine yapacağı en büyük kötülükmüş de haberimiz yokmuş.

Oysa okumak, beyindeki sinir hücrelerini koruyormuş ve ölümlerini durduruyormuş: “Okumayan kişi, 20’li yaşlardan itibaren sürekli ölen sinir hücreleri ile bunamaya doğru yol alır. Düzenli okuyan kimseler ise, başka bir organik sebeb yoksa bundan kurtulma şansını elde eder. Çünkü okumak beyin hücrelerini korur.” Okumak, beyni koruyormuş yani.

Hemen burada, insan için ‘okuma’nın ve ‘düşünme’nin en üst iki zihinsel eylem olduğunu hatırlamakta yarar var. Okuma Psikolojisi’nin daha ilk yazısında, okuma olmadan insanın akli melekelerinin yeterince görev yapmadığına ve okumanın insan beyni, psikolojisi ve davranışları açısından son derece önemli olduğuna vurgu yapılıyor.

ZİHİNSEL MELEKELER VE İŞLEVLERİ

İnsanın zihinsel işlemlerinde, beyin, akıl ve bilgi arasındaki ilişki hemen dikkatleri üzerinde topluyor. Dolayısıyla bize Okuma Psikolojisi öncelikle bilgiden yararlanmak için  gerekli melekelere, bu melekelerin her birinin işlevine ve aralarındaki ilişkiye, yani zihinsel faaliyetlere şöyle bir bakma fırsatı veriyor. Dr.Kriton Dinçmen’in Psikiyatri (İstanbul, Atlas Kitabevi Yayınları, 1969) kitabından alıntı yapılan bir bölüm var ki üzerinde durmadan geçemeyeceğim.

İşte sözkonusu bölümde ele alınan zihinsel melekeler ve temel işlevleri:

         1.Oryantasyon: Kişinin kendisi ve çevresine ilişkin bilgi sahibi olması, zaman ve                           mekan hususunda bilinçli bulunması. Kişi, kim olduğunu, ancak kendi varlığını,                         zamanı ve mekanı bilerek belirleyebilir, diyebiliriz.

        2.İdrak: Beş duyuya çarpan uyaranların (algıların, bilgilerin) doğru olarak algılanması,             hissedilmesi, kavranması ve benliğe mal edilmesidir.

        3.Hafıza:  Önceden öğrenilen, şahit olup idrak edilen ve beyinde saklanan bilgilerin                    iİstenilince yeniden hatıra getirilmesidir..

       4.Dikkat:  Kişinin kendisinde ve çevresinde olup biten hadise ve değişikliklerin farkına              varması ve istediği takdirde belli bir işe kendisini yoğunlaştırabilmesidir.

  1. Muhakeme: “Kişinin kendisinde ve çevresinde cereyan eden hadiseleri akl-ı selimin süzgecinden geçirerek, onlardan doğru neticeler çıkarmasıdır.
  2. Duygulanım:Kişinin kendisinde ve çevresinde vuku bulan hadiselerle ilgilenip onlardan haberdar olmasıyla bunların bazıları karşısında neşelenmesi, bazıları karşısında da üzülmesi ve hiddetlenmesidir.
  3. İrade :İsteyerek bir şeyi düşünmek, bir hareketi yapmak, bir sözü kullanmak veya arzu etmediği takdirde de bir düşünceyi aklından uzaklaştırması, muayyen bir hareketi yapmamasıdır.
  4. Zeka: Önceden elde edilmiş bilgi ve tecrübelerden istifade ederek bugünkü hayat meselelerini çözmek ve hayat şartlarına uyum kabiliyeti olarak tanımlanabilir.

Görüldüğü gibi insanın akli bütünlüğünü oluşturan bu melekelerin hemen hepsi de doğrudan ya da dolaylı olarak bilgiyle ilgili. Dolayısıyla insan, bilgiye muhtaç yaratılmış. Bilgi, insanın asla ihmal edemeyeceği bir ihtiyaç. Hatta bilgiden uzakta, bilgisiz ‘insan olarak kalma’ şansımız bile yok.

BEYİN BİLGİ İLİŞKİSİ

Okuma Psikolojisi’nde insan beynin nöron denilen sinir hücrelerinden oluşan harikulade yapısıyla müthiş bir organ olduğuna sık sık vurgu yapılıyor ve “Beyinde çeşitli yapı ve işlevlerde toplam 180 milyar hücrenin 60 milyar kadarı doğrudan doğruya bilgi işlemleri için görev yapar.” bilgisi veriliyor. Beyindeki sinir hücrelerinin üçte biri bilgiyle ilgili yani.

Vücuttaki bir çok organ, anne karnında son şeklini almış olmasına rağmen beyinin organik ve fonksiyonel gelişimi doğumdan sonra da devam ediyor. Buna bağlı olarak da zeka hızlı bir gelişme gösteriyor. “Bu hızlı gelişme 13-15 yaşına gelinceye kadar aynı şekilde sürer. 18 yaşına kadar zeka gelişimi yavaş da olsa sürer. Bu yaştan sonra ise 20’li yaşların başına kadar aynı kalır. 20-25 yaşlarından sonra da siniri hücrelerin her gün bir mitar ölerek kaybıyla birlikte zekada da gerileme başlar.” deniliyor kitapta.

Prof.Dr.Ayhan Songar Psikiyatri (s.324)isimli eserinde  “Kişi 80 yaşına gelmiş ve hala bunamamışsa zeka yaşı 12 yaşındaki seviyeye inmiştir.Yetişkin ve yaşlı insan, aradaki bu açığı tecrübe ve bilgisiyle kapatır.” diyor, uyarırcasına. Eğer erken bunama sözkonusu olursa, zeka seviyesinin erken yaşlarda çok daha aşağılara inmesi kaçınılmaz hale geliyormuş.

Normal şartlarda hemen her insanda 20 yaştan sonra sinir hücresi kaybı başlıyor. Günde ortalama 50 bin sinir hücresi yok oluyor.Bu kayıp yaş ilerledikçe artıyor. Okuma Psikolojisi’nde “60 yaşlarından sonra günde tahminen 100 bin sinir hücresi ölür.Buna bağlı olarak da beynin ağırlığı azalır.” deniyor.

İnsan dünyaya 350 gramlık bir beyinle geliyor.  20 yaşına girdiğimizde, beynin ağırlığı 1400 grama ulaşıyor. Ne var ki “90 yaşında 1000 grama kadar iner.Böylece beyin ağırlığı 65 yaşta yüzde 5, 75-80 yaşata yüzde 10, 85 yaştan sonra yüzde 20 azalır. Beyin kabuğunun hücrelerinin azalması40 yaştan sonra görülmeye başladığı, girintili çıkıntılı olarak görülen beynin dış kısımlarında daralma ve sinir hücrelerinin azalması sonucu beyin içinde beyin omirilik suyunun dolaştığı kanallardagenişlemenin 40-50 yaşlarında belirginleştiği görülmüştür. İleri yaşlarda beyin ağırlığının yüzde 15 azalmakta, sinir lifleri sayısında yüzde 40, sinir iletim hızında ise yüzde 10 azalma olmaktadır.Bunun yanında ve bunlara bağlı olarak motor aktivitede, bütün duyuların algılanmasında ve mental fonksiyonlarda da belirgin azalma olmaktadır.

Biyokimyasal olarak da intrasellüler (hücre içi) enzimlerde ve nörotransmitterlerde (hücreler arası haberleşmeyi sağlayan maddelerde) değişiklikler olmakta, kan akımında azalma, beynin oksije ve glikoz metabolizmasında da azalmayı birlikte getirmekte, oksijen ve glikoz kullanımıyla ilgili problemler ortaya çıkmaktadır. Beyin elektriksel aktivitesi de yaşlanmayla yavaşlamaktadır.”deniyor. (s.106-107)

KULLANMA BEYNİ KORUYOR

Beyin kullanıldıkça gelişiyor ve korunuyor. Kullanılmadığı oranda da hem kendini meydana getiren hücreleri hem de işlevlerini kaybediyor.

Bundan en çok etkilenen de şuurlu faaliyetlerimizin merkezi durumunda bulunan üst beyin (korteks) denen kısım oluyor.

Zamanla beynin bu korteks denilen bu alanında başlangıçta varolan nöronların yüzde 50’si veya daha fazlası yok oluyor: “Hayatın ilk haftaları,ilk ayları ve hatta ilk yılı içinde beynin bir çok bölümü aşırı sayıda nöron üretir ve bunların aksonları da başka nöronlara bağlanmak üzere pek çok dala ayrılır.

Eğer bu yeni sinir hücreleri, uygun başka neronlarla, kas hücreleri ile veya salgı hücreleri ile bağlantı kuramazlarsa birkaç hafta içinde yok olur giderler.Bir bebeğin doğumundan kısa bir süre sonra beynin çeşitli bölgelerindeki nöronların nihai sayısı ve bağlantıları ‘ya kullan, ya kaybet’ ilkesine göre belirlenir.

Bir örnek vermek gerekirse, yeni doğan bir hayvanın bir gözü birkaç hafta boyu kapalı tutulursa görsel korteksteki hücre katmanlarıdejenere olur ve o göz hayat boyunca ya kısmen ya da tamamen kör olur. Normal gelişmesine ulaşan, kısaca beyin dediğimiz sinir sistemimiz kullanıldığı takdirde diri kalır.” (s.108)

Kullanma beyni koruyor. Okuma ve öğrenme ise sinir sistemini en geniş çapta çalıştıran ve koruyan bir eylem olarak karşımıza çıkıyor.

Bu bağlamda eğitim, beynin bir amaca yönelik olarak planlı ve yeniden şekillendirilmesi işlemi olarak ortaya çıkıyor. Eğitim düzeyinin beyin işlevlerinin gelişmesindeki etkisi açık.

OKUMANIN BEYNE ETKİSİ

Okuma eyleminin beynin kan akımı üzerindeki olumlu etkileri, beyin dokusu için yeri başka bir şeyle doldurulamayacak derecede önem arz ediyor. Bu gerçek, ileri görüntüleme metotlarıyla da ispat edilmiş: “Beyin kabuğunda birbirinden ayrı 250 kadar segmentte, aynı anda kan akımı kayıt eden bir yöntemde, ‘radyoaktif ksenon’ maddesi ‘karotis’ atar damarı içine enjekte edilir. Daha sonra her beyin kabuğu bölgesinin radyoaktivitesi  kaydedilir. Bu teknikle yerel nöronal aktivitedeki değişimlere cevap olarak beynin her segmentinde kan akımının saniyeler içinde değiştiği saptanır. Kitap okuma sırasında oksipital kortekste ve temporal korteksin lisan algılama alanlarında kan akımının arttığı tespit edilmiştir.”

Bilim, okumanın beyini etkilerini keşif için büyük çaba sarfediyor. Gün geçmiyor ki okumanın beyine ve psikolojiye olumlu etkisi keşfedilmemiş olsun: “Beyindeki kan akımı ve glikoz metabolizmasını gösteren bir yöntem olarak PET Yöntemi’yle de bu durum ispat edilmiştir. Okuma, konuşma ve düşünmeyi içeren mental aktivitenin eşlik ettiği serebral kan akımı ve glikoz metabolizmasındaki lokal değişiklikleri gösteren bu yöntemde; okurken, başın arka kısmında (oxipitalde) bir alan, düşünürken ön frontal kısımda, aktif konuşma esnasında ise orta kısımda bir alanda artış olduğu tespit edilmiştir. Her düşünce, ‘beyin kabuğu’nun bir çok bölümünde talamusta, limbik sistemde ve beyin sapının retiküler formasyonunda eşzamanlı sinyaller oluşmasına yol açar.” (s.109)

Düşünce dediğimiz şeyin, sinir sisteminin, başta Serebral Korteks olmak üzere Talamus, Limbik sistem ve beyin sapındaki yukarı retiküler formasyonu da içine alan bir çok bölümünün aynı anda ve belirli bir sıra içinde uyarmasının sonucu olduğu biliniyor artık.Buna düşünmenin bütüncül kuramı ‘Bolistik Teori’ deniyor: “Doğumdan itibaren beynin karşılaştığı uyaranların çeşitli ve zengin olması, bu uyaranların eğitimle sürekli ve sitmeli hale getirilmesi ve bütün bunların yaşam süresince devamı, beyni yaşlılığın getireceği fonksiyon kayıplarına karşı dayanıklı ve güçlü kılmaktadır. Bir başka ifadeyle beynin temel görevlerine ek olarak, bilmeyle, öğrenmeyle ve yapmayla ilgili fonksiyonları ne denli geliştirilirse, beyin de o ölçüde etkili kullanılır.” (s.110)

Okuma, anlama ve düşünm beyin üzerinde meydana getirdiği etki, sinir ve akıl sağlığı için asla yeri doldurulamaz ve vazgeçilmez bir faaliyettir.

BUNAMAYA KARŞI OKUMAK

Yaşlılık, bir sosyal olay. Bu nedenle yaşlılığın başlangıç çizgisi toplumdan topluma değişiyor. Araştırmalar, 50 yaş ve daha sonrası için zihni fonksiyonların önemli derecede azaldığını gösteriyor. Dolayısıyla yaşlılık sınırı, bazı toplumlarda 50, bazılarında 60 ve bazı toplumlarda da 80-90 yaş olarak belirleniyor. Tıp camiası genel olarak 50-65 yaş arasında kognitif (zihni) fonksiyonların hızlı değişimini göz önüne alarak 65 yaşı yaşlanma için kabul edilebilir sınır olarak belirliyor.

Yaşın ilerlemesiyle insanda hem fiziksel olarak hem de sinir sisteminde dönüşü olmayan değişiklikler meydana geliyor. Yaşlılıkta zihni melekeler zayıflamakta ve işlevlerinde gerilemeler gözlemlenmektedir. Örneğin hafıza, daha genç yaş gruplarına oranla zayıflamaktadır: “Kopleks materyalin hatırlanmasında, benzer bilgilerden yararlanarak hatırlamada ve şekil belleğinde etkilenmeler görülmektedir. Dikkat ve kişinin kendini, bulunduğu yeri ve zamanı bilmesi anlamında olan oryantasyon’da zayıflama meydana geliyor. Hafıza bozukluğu, öğrenim durumuyla yakın ilişki gösteriyor ve eğitim süresi arttıkça bu fonksiyonların daha az etkilendiği görülüyor. Dolayısıyla düşük seviyeli eğitim ve meslekler kognitif (zihni) bozulmaların ortaya çıkması açısından risk faktörü oluşturuyor.”

Okuma ve eğitimin ‘beşikten mezara kadar’ ilkesi ile ömür sürdürülmesi gerektiği apaçık ortada. Lise veya üniversite seviyesinde bir okul bitirip de eğitimini bu seviyede dondurmuş ve okul yıllarından sonra bir daha kitap almamış ‘okumuş’ insanların sayısı maalesef zannedildiğinin çok üzerindedir.. Oysa okumamakta direnenleri orta yaştan sonra bekleyen tehlike ‘demans’, yani ‘bunama’dır.

Beynin kullanılmaması sonucu, kaçınılması çok zor olan bunamanın bazı hallerde daha erken gelişmesi de mümkün. Bir takım faktörler, günlük sinir hücresi ölümünü 50, 60 binden birkaç milyona kadar çıkararak bunama tehlikesini daha da öne çeker.

Sinir hücrelerinin aşırı derecede kayıbı sonucu beyin doksunun azalmasına sebep olan faktörleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: “Sigara, alkol, esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler ve kronik zehirlenmeler. Alzheimer, parkinson, epilepsi gibi beynin dejeneratif hastalıkları. Kafa travmaları. Endokrin hastalıkları, diyabet ve üremi gibi metabolik hastalıklar.. Uzun süreli stres ve aşırı ruhsal yüklenmeler. Gece hayatı gibi düzensiz yaşam, yorucu hayat şartları. Hava kirliliği, kosijensiz ortamlarda yaşama. Beyni etkileyen enfeksiyon hastalıkları. Gebelikte annenin kullandığı alkol, sigara ve bazı ilaçlar. Beslenme bozuklukları ve şişmanlık. Dikkat edilirse bu faktörler içinde kişiyi uzun süreli etkileyen ve en yaygın olan sigara ve alkoldür. Bu etkenlere maruz kalan kimselerde sinir hücresi kayıpları kat kat artar; beyinden her gün birkaç milyon sinir hücresi ölerek eksilir.” (s.122)

Her insan 20 yaşından itibaren günlük 50 binlerin üzerindeki sinir hücresi kayıpların önüne geçmek ya da sinir hücrelerinin ölümünü azaltmak ancak okumakla mümkündür. ‘Oku’ emriyle indirilmeye başlanan Kur’an-ı Kerim’in şifa oluş mucizesinin ilk tecellisi de bu olsa gerek.

İBADETLERİN VE DUANIN BEYNE ETKİSİ

Din bu ciddi sorunu karşısında insana destek veriyor: Kanada’da yapılan bir araştırmaya göre, ibadetlerde ve duada (dini meditasyon sırasında) bazı bilim adamlarının savunduğu gibi beynin sadece bir kısmının değil, birçok bölgesinin harekete geçtiği belirlendi.

Montreal Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Dr. Mario Beauregard ve ekibi tarafından yürütülen araştırmada, 23 ila 64 yaşındaki 15 rahibenin dini meditasyon sırasında beyin faaliyetleri MRI (manyetik rezonansla görüntüleme tekniği) ile incelendi.

Sonuçları ‘Neuroscience Letters’ adlı dergide de yayınan araştırmada, bazı bilim adamlarınca 10 yıl kadar önce dile getirilen ve beynin ön tarafında dini inanışı yöneten ‘Tanrı noktası’ adlı özel bir bölgenin bulunduğu teorisinin sorgulanması amaçlandı. Dr. Beauregard ve ekibi tarafından yürütülen araştırma, ibadete ve duada (dini meditasyon) odaklanma sırasında, beynin faaliyetinin sadece ‘ön lob’ ile sınırlı kalmadığını ortaya çıkardı.

Araştırmasının sonuçlarını yorumlayan Dr. Beauregard, ‘Beyinde tek başına bir Tanrı noktası bulunmuyor. Bu tip faaliyet sırasında, duygulanma, benlik bilinci veya vücudu boşlukta betimleme gibi değişik fonksiyonlarla birlikte tüm beyin çapında karmaşık bir hareket söz konusu’diye konuştu.

Deneyleri sırasında, rahibelerin kendilerine ‘Tanrı ile birlikte bir mutluluk ve barış duygusu’hissettiklerini anlattıklarını söyleyen Beauregard, bu sırada özellikle beynin heyecan kısmı olan limbik sistem bölgesinde bir hareketlenme tespit ettiklerini kaydetti.

İncelemelerinde ayrıca vücudun betimlenmesine bağlı bir bölge olan yan kortekste de değişiklik belirlediklerini anlatan Beauregard, din adamlarının meditasyon sırasında vücutlarını daha az hissettiklerini söylemelerinden ötürü beynin bu bölümünün önemli olduğunu belirtti. Kanadalı bilim adamı buna karşın, bu faaliyet sırasında beyin dalgaları seviyesinde bir yavaşlama tespit ettiklerini belirterek, ‘Beyin dalgalarını isteğe bağlı olarak yavaşlatmak olanak dışı. Bu durum bize dini meditasyon sırasında elektrik seviyesinde beynin çalışmasında bir değişiklik olduğunu gösteriyor’ dedi.

İbadetlerin, duanın ve okumanın sinir hücreleri kaybını önleyerek insana destek vermesi ve insanın dine muhtaç yaratılması, tıp ilminin ortaya koyduğu, insanı hayrete düşüren bir gerçek.

OKUMANIN BEYİNDEKİ ORGANİZASYONU

İnsan beyni, pek çok karmaşık işlemi aynı anda yürütebilen kompleks bir bilgisayardan daha fazlasını yapma kudretine sahip muhteşem bir organdır.

Okuma eylemi, çok basit gibi görünmesine karşılık, tüm beyni çalışmaya sevk ediyor ve zinde bir ruh halini ortaya çıkarıyor: “Okuyabilme yeteneğine sahip tek canlı varlık olan insanoğlu bu işlemi gerçekleştirmek için  organik ve zihinsel yeterliliğe malik olmalıdır. Her şeyden önce bu kıymetli yeteneğini kullanabilmek, yeterli düzeyde zekayı gerektirir. Ayrıca şuur seviyesi de okumayı gerçekleştirecek kadar açık olmalıdır. Ayrıca bir lisan olmadan okuma gerçekleşmez.”

Lisan bir iletişim aracıdır. Dolayısıyla ‘konuşma, anlama, okuma, yazma, tekrarlama ve isimlendirme’ gibi beynin temel fonksiyonlarının organize olduğunu görürüz okurken..

BEYİN LİSAN İLİŞKİSİ

Konuşma, doğumdan en erken 1.5 yıl sonra ortaya çıkabiliyor.
Anlama ise çok daha öncelerde oluşabiliyor.
İsimlendirme, ortalama 3.5 veya 4 yaşında..
Okuma ve yazma da tam olarak 6-7 yaşlarında oluşuyor.

Bunlar, beynin doğumdan sonraki normal sağlıklı gelişimiyle ilgili. Tüm bu fonksiyonlar, beynin daha çok bir yarım küresi içinde organize olmuşlardır. Sağ elini kullananların yüzde 99’unda, sol elini kullananların yüzde 70’inde beynin hakim yarı küresi sol yarı küredir.

“İnsan beyninde, lisanın konuşulur hale gelmesi için organize edilmiş belli merkezler vardır. Beyinde duyarak anlama, görerek anlama ve bunların birleştirilmesi ile konuşma fonksiyonları belli bölgelerde yerleşmiş bulunmakta. 

Lisan öğrenirken çocukların kullandığı yol doğru; öncelikle bir kelimenin duyarak anlaşılması gerekir. Duyarak anlamada, sol beyin yarım küresi etkili. İşitilen seslerle ilgili uyarılar, ilk olarak işitsel beyin kabuğuna gelir.Burada sessizce sesleri algılarız. Daha sonra bu bilgi, ‘duyarak anlama alanı’na gelir.Burada işitilen seslerin anlaşılması sağlanır. Duyarak anlama merkezi alanında öğrenilen mesajlar bir bant aracılığıyla konuşmanın motor (hareketle ilgili) alanına aktarılır. Bir kelime söylemek ya da okumak gibi işlevler için gerekli kasların organizasyonu ve hareketleri motor konuşma merkezinin emirleriyle yerine getirilir. Dolayısıyla tüm bu hareketlerin beyin kabuğundaki merkezden düzenlenmesi gerekir.

Motor beyin kabuğunda kalkan lifler, beyin sapındaki kafa sinirlerinin çekirdeklerine gelir ve buraya konuşmayla ilgili beyin kabuğundan gelen emirlerin ulaşması sonucu, konuşma için gerekli hareketler yapılabilir.Ağız, dil, gırtlak, çene vs. hareketleri motor konuşma merkezi ve duyarak anlama merkezi birbirine ‘assosiyasyon bandı’ denilen  birleştirici bir yol (arkuat fasikulus) ile bağlanır. Arkuat fasikulus aynı zamanda tekrarlamadan sorumludur. Ezberleme için gerekli tekrarlama fonksiyonu, arkuat fasikulus olmadan yapılamaz. Okuma ve yazma fonksiyonunda arkuat fasikulus ve kısmende supra marginalgirus önemli görevler üstlenir.”

Lisanı kullanırken, normal konuşma akıcı, düzgün olmalı, açıkça anlaşılmalı ve gramer-kelime içeriği doğru olmalıdır. Tüm bu özellikler beyinde sol taraftaki motor konuşma alanı ve beyin kabuğundaki motor alanın bağlantıları ile sağlanır. İnsandaki isimlendirme yeteneği olmasaydı insanların birbirleriyle anlaşması mümkün olmazdı. Beyinde isimlendirme işlevi yine dominant inferior pariyetal (yan lobunun) beynin diğer tüm loblarının beyin kabuğu ile bağlantısı sonucu sağlanır. Yani isimlendirme işlevi sırasında beyindeki tüm lobların beyin kabuğunda faaliyeti olur.

Her iki beyin yarım küresinin arka bölümünde bulunan oksipital lobdaki görme merkezleri (18. ve 19. alan) tarafından görerek algılama sağlanır. Bu bilgi, yine sol beyin yarım küresinde bulunan bir merkez (Angüler girus 39.alan) aracılığıyla Wernicke alanında gerçekleştirilen duyarak anlama fonksiyonu ile birleştirilir.

Angüler girus sol beyin yarım küresinde, yan lobun arka alt bölümünde bulunan okuma yazma alanıdır. Bu merkez sayesinde okuduklarımızı ve gördüklerimizi anlayabiliriz.

Okuduğumuzu anlayamama ile ortaya çıkan beyin bozukluluğuna “aleksi” denir. Bu da, ya saf kelime körlüğü veya yazma bozukluğu ile olan aleksi olarak gözlenir.

Saf kelime körlüğü olan hastalar konuşur, anlar, yazar ancak yazılı bir metni anlayamaz, yani okuyamaz veya yazılı bir kelimeyi kopya edemez.

Yazma bozukluğu ile birlikte olan aleksi ise çok daha sık görülür. Hasta okuyamaz ve her iki eli ile de yazamaz. Bu durumdan sorumlu olan bozukluk, yukarıda bahsi geçen angüler girusdadır. İsimlendirme ile birlikte sayı sayma ve görme bozukluğu da olaya eşlik eder.

YAZMA VE KONUŞMANIN BEYNE ETKİSİ

Ayrıca beyinde sağ ve sol yarım küreleri birbirine bağlayan “korpus kallozum” denilen yapının “spleniyum” parçası her iki görme alanını bağlar. Bu yapının okuduklarımızı anlamaya katkısı vardır. Bu bölgede olan herhangi bir bozuklukta kişi, akıcı yazabildiği halde, yazdığını okuyamaz, anlayamaz.

Sesli olarak okuma için beyinde, sol taraftaki, görerek anlama ve okuma merkezi, beynin motor alanı ve motor konuşma alanı faaliyet gösterir.

Yazı yazmak için ise yine okuma merkezi ve beynin ön bölümünde yer alan frontal loblar arasındaki bağlantılar işlev görür. Yazma yeteneğinin kaybına ise “agrafi” denir.

Anlama, birçok uyaranlarla karşılaşma sonucu beslenen ve gelişen bir fonksiyon olarak konuşma, okuma ve yazmaya oranla beyindeki organizasyonu daha geniş bir fonksiyondur.

“Yazma işlevi ise ikinci frontal girusun arka bölümünde bulunan Exner’in hipotetik yazı yazma merkezi olarak bilinen alandan (45.alan) motor korteksin el ve kol kasları ile ilgili motor nöronlarına uygun impulsların gönderilmesi ile gerçekleşir.

Bu arada duysal korteksten ve duysal assosiyasyon korteksinden ana lisan merkezlerine gelen projeksiyonlar da konuşmanın programlanmasında önem taşımaktadır. Lisan ve konuşma ile ilgili her işlemin beyinde ayrı ve birbiri ile irtibatlı bölgeleri var. Konuşmada olduğu gibi yazmanın da programlanmasında suplementer motor alan önemlidir. Lisanın gerçekleşmesinde sol beyin yarım küresindeki beyin kabuğu altındaki bazı yapılar da önemli görevler üstlenmiştir. Lisanla ilgili beyin kabuğu bölgesinin aktive olmasını “talamus” denen kısım, motor hareketlerinin kolaylıkla yapılması ise “putamen” ve “kaudat çekirdek” denilen nöron gruplarının oluşturduğu yapılarla sağlanır.

Frontal ve temporopariyetal (ön ve yan) beyin kabuğu arasındaki “broca”, “wernicke” ve “angüler girus” alanları konuşma, anlama, tekrarlama, okuma, yazma ile ilgili bulunmuştur. Frontal korteksle subkortikal yapılar (talamus ve striatum) arasındaki bağlantılar konuşmanın başlatılması ve sürdürülmesi ile ilgilidir. Temporopariyetal beyin kabuğu ile beyin kabuğu altındaki yapılararasındaki bağlantı, anlama organizasyonuyla ilgilidir. Pariyetal korteksle beyin kabuğu altındaki yapılar arasındaki ilişki ise yine okuma ve yazma ile ilgili görülmüştür.” (s.128, 129)

LİSAN VE AFAZİK SEMPTOMLAR

Lisan merkezlerinden birinde harabiyet olursa, beyin lisanla ilgili bazı faaliyetleri ya yerine getiremez ya da bu işlevler bozuk olarak gözlenir. Okuma için gerekli olan isimlendirme, tekrarlama, kelime üretimi, duyulan ya da okunan sembollerin anlaşılmasındaki bozukluklar doğal olarak okumayı ve okunanın anlaşılmasını etkiler. Afazilerde, duyarak anlama değişik derecelerde bozulur. Wernicke alanı bozukluklarında bu özellik daha belirgindir.

OKUMA VE YAZMA BOZUKLUKLARI

Lisan bozukluğu olgularının önemli bir bölümünde okuma, yazma, duyarak anlama işlevleri, birlikte ve çoğu kez değişik derecelerde bozulur. Afazik bozukluklara sıklıkla diğer yüksek serebral fonksiyonlarla ilgili bozukluklar da eşlik eder. Okuma ve yazma fonksiyonları lisanla ilgili olarak ciddi şekilde bozulur.

DÜŞÜNCE, BİLİNÇ VE HAFIZA

Kuşkusuz her düşünce beyin kabuğunun birçok bölümünde ve talamusta, limbik sistemde ve beyin sapının ağsı yapısında eş zamanlı sinyaller oluşmasına yol açar. Bazı kaba düşünceler tamamen beynin alt düzeylerine bağlıdır. Ağrı düşüncesi buna örnektir.

Diğer taraftan görme ile ilgili düşünceler için beyin kabuğu gereklidir. Çünkü görsel korteksin kaybı, görsel biçim ve renk algılama yeteneğini tümüyle ortadan kaldırır. Düşünme için sinirsel aktivite bazında şöyle bir tanım ortaya koyabiliriz:

“Bir düşünce sinir sisteminin başlıca beyin kabuğu olmak üzere talamus, limbik sistem ve beyin sapındaki yukarı retiküler formasyonu (ağsı yapıyı) da içine alan birçok bülümünün aynı anda ve belirli bir sıra içinde uyarılmasının sonucudur. Buna, düşünmenin bütüncül kuramı (Holistik Teori) denir.

Limbik sistemin, talamusun ve beyin sapındaki retiküler formasyonun uyarılan alanları, düşünceye; haz, hoşnutsuzluk, acı, rahatlık, kaba duygusal kalite ve başka genel nitelikler katarak, düşüncenin genel özelliklerini belirler. Diğer taraftan beyin kabuğunda uyarılan alanlar ise düşüncenin tek tek özelliklerini belirler.

Okuma ve düşünme ile ilgili aktivitenin yer aldığı bir bölge de “prefrontal korteks”tir. Beynin ön kısmında bulunan beyin kabuğunun bu bölümü, soyut düşünme, çağrışım, fikir ve aktivitenin entegrasyonu, karar verebilme, olgun düşünme, hafıza, duygusal tepkilerin şartlara göre ayarlanması ile ilgilidir. Ayrıca bu alan, kişideki sakinlik ve aşırı keder, mutluluk, dostluk ve huysuzluk gibi karmaşık cevapların kaynaklandığı kısımdır.”  (s.129)

HAFIZA : BİLGİ DEPOSU

Bellek dediğimiz “bilginin depo işlemi” de (beyindeki sinir hücrelerinin ve bağlantılarının) sinapsların bir fonksiyonudur. Yani belirli tipteki duysal sinyalleri geçiren sinaps dizileri, ayrı sinyalleri bir dahaki sefere daha kolay iletme yeteneği kazanır. Bu olaya fasilitasyon (kolaylaştırma) diyoruz.

“Duysal sinyaller sinapslardan birçok defalar geçtikten sonra o kadar kolaylaşır ki, bizzat beyinden doğan sinyaller duysal giriş uyarılmasa bile impulsların (uyarımların) aynı sinaps düzeyinde iletilmesine neden olur. Bu ise, şahısta orijinal duyuların algılanmasına yol açar. Aslında olay duyuların hatırlanmasından ibarettir.

Anılar, bir kere sinir sisteminde depo edildikten sonra işlenme mekanizmasının bir bölümünü oluşturur. Beyinde düşünme işlemi, yeni duysal izlenimleri depo edilen anılarla karşılaştırmaktan ibarettir. Anılar yeni duyusal bilginin seçimine ve ileride kullanılmak üzere uygun depo alanlarına ya da vücudun hemen cevap verilebilmesi için motor alanlara gönderilmesine yardımcı olur.

Çok amaçlı bir bilgisayarın temel unsurları ile insan sinir sistemi arasındaki benzerlikler, beynin asıl, temel olarak duysal bilgileri sürekli olarak toplayıp, depo edilmiş bilgilerle birlikte vücut aktivitelerinin günlük ilerleyişini idare etmek için kullanılan harika bir bilgisayar olduğunu gösterir.

Lisan ile okuma ve anlama işlemleri bir bütünün parçaları gibidir. Ancak okuduğunu anlamanın bir de kültürel boyutu vardır. Anlamak için sadece “okumak” bir işlem olarak yetmez. Dolayısı ile “oku”maktan kasıt aynı zamanda “anlayabilmek”tir.

Sadece sesli okuma esnasında kişi okuduğunu anlıyor sanılmamalıdır. Bir kişi neyi okuduğunu bilmeden de düzenli bir şekilde okuyabilir. Okuduğunu anlama, daha çok eğitim, kültür ve “zihinsel duruş”la bağlantılı bir işlevdir. Bu sadece organik faktörlere bağlanamaz. Ancak, okuma ve anlama için organik yeterlilik temel şarttır. Bu temel şartın üzerine yeterlilik şartı zihinsel duruş, kültür ve uygun eğitimin olmasıdır.” (s.131-132)

OKUMANIN PSİKOLOJİK YARARLARI

Okumanın kişi ve topluma sağlayacağı bir çok yarar yanında psikolojik yararları da son derece önemli. Beyin dokusunun ana hücreleri olan ‘nöronlar’ın kullanılmadığı zaman hayatiyetini kaybetme tehlikesi var. En önemli organımız olan beynimizin, özellikle şuurlu kontrolü sağlayan ve bütün zihni ve duygu faaliyetlerimizin merkezi olan ‘korteks’i (üst beyni) oluşturan hücreler bilgi ve tefekkürle sürekli beslenmeye muhtaç.

Bunamayı geciktiren ya da hiç olmamasını sağlayan tek ilaç var: Okumak! Okumak, anlamak ve düşünmek.. Beyni, beyin hücrelerini okumak ve düşünmekten daha fazla çalıştıran ve bununla koruyan başka bir yol mevcut değil.Her gün 100 bine yakın sinir hücresi kaybediyor beynimiz. Beyindeki bu yıkıma karşı tek tedbir var, o da okumak:  “Eğer insan beyin hücrelerinin bu yakılışının önüne geçmek üzere okumak ve düşünmek eylemi içerisinde olmaz ise ölen sinir hücreleri oranında zihni gücünden her geçen gün biraz daha kaybedecek  demektir. Giderek hafıza zayıflar, dikkat azalır, unutkanlık artar, zeka geriler. Huzursuzluk, tahammülsüzlük, verimsizlik ve tatminsizlik ortaya çıkar. Bunlaara bağlı olarak da hayattan zevk alma ve yaşama isteği azalır, kaybolur.” (s.134)

Sürekli okuyan, bilgi edinen, düşünen kimsenin hafızası silinmiyor, zihni fonksiyonları diri oluyor.  Hafızası, aklı ve bilinci okuma eylemi sayesinde yerinde kalıyor: “İdrak, hafıza, dikkat, muhakeme, zeka, duygulanım ve irade gibi akıl melekeleri yani tek kelime ile aklımız, gerekli bilgiler olmadan yeterli derecede iş görmez. Sahibini koruyamaz. Kendimizin ve çevremizin farkında olma ya da bir mekanda  ve zamanda yaşıyor olduğumuzu bilme anlamında şuur hali için de bilgi şart. Şuur, insanın gerek şahsından, gerekse çevresinden haberdar olması ve bu iki ortam arasında bağlantı kurabilme melekesidir ki bilgisiz iş görmesi zordur. Şuurlu olabilmek için akıl ve ruh sağlığıyla birlikte doğru bilgiye de ihtiyaç vardır. Ruh sağlığı, ‘kişinin kendisi, çevresi ve Tanrı’sıyla uyum hali’ olarak ifade edilir.” (s.137)

Dengenin kurulabilmesi için iki önemli şarttan biri akıl, diğeri de doğru bilgidir. ‘Akıl aygıtı’nda,‘bilgi hammaddesi’ kullanılarak ‘düşünce’ üretilir.

Aklını hiç kullanmayan kişi, geri zekalı olarak kabul edilmektedir. Öğrenmenin ve bunun için okumanın en temel psikolojik yararı, fonksiyonel geri zekalı durumuna düşmekten kurtarmasıdır.

Beynin her iki yanını çalıştırarak kapasiteyi kat kat artırmanın yolu olarak görünen okuyarak öğrenme, kapasiteyi artırdığı oranda kişinin başarılarını da artıracağı için son derece yarayışlı ve önemlidir.

KİTAP MEDENİYETLERİN TEMELİDİR

Okuma Pssikolojisi’nin önemi ve değeri sadece ele aldığı konudan değil, aynı zamanda kaynakçasını oluşturan Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış kitaplardan geliyor. Örneğin bu kitabın sayfalarında, aklın ‘insanın kendi davranışını bilmesine, yargılamasına ve tayin etmesine yarayan kabiliyettir’ şeklindeki Meydan Larousse tanımı yanında, dinin aklı olanı muhatap aldığını belirten İslam alimlerinin yaptığı ‘iyi olanı yapma, kötü olandan kaçınma gücü’şeklindeki akıl tanımını da okuyabiliyoruz.

Düşünürler, tarih boyunca akılı tanımlamak için çok büyük çaba sarfettiler. İnsanın aklı sayesinde eşref-i mahluk olduğu gerçeğinde birleştiler. Felsefede Yeni Eflatuncular, “Tanrıdan ilk taşıp gelen ve varlık sahnesinde ilk olarak ortaya çıkan şey akıl olduğu için akla Allah’ın mümessili, rasulü” şeklinde bir tanım getirerek aklın hayati rolüne vurgu yapıyor. Fransız düşünür R.Garaudy de İslam ve İnsanın Geleceği kitabında (s.90) aklın insana bir lütuf olduğunu belirtirken, kusursuz aklın sebebler ve gayeleri araştırmanın yanında, her şeyde Allah’ın varlığının işaretini, ‘ayet’ini görmesi gerektiğini belirtiyor. İslam insandan kendisine bağışlanan akıl yetisini doğru ve tam kapasiteyle kullanmasını istemiş ve bilgili olması için “oku” demiştir. Burada Alexis Carrel’in“Akıl, bu dünyanın en muazzam gücüdür. O yeryüzünü alt üst etmiş, medeniyetler kurmuş ve yıkmıştır.” sözünü da hatırlamamız gerekiyor.

AKLIN PUTLAŞTIRILMASI

Akıl, bilgiyle çok büyük bir güç haline gelebiliyor; bilgisizken de çok çaresiz kalabiliyor. Aklın işlevsel (kullanılır durumda) olabilmesi doğru bilgi ile desteklenmesine bağlı. İlahi dinin imkanları da aklın kullanılır durumda olmasını gerektiriyor.

Ne var ki bilgiye ulaşmada ve kullanmada yeri doldurulamaz bir araç olan akıl, Batı medeniyetinde amaçlaştırılmış, hatta tanrılaştırma boyutuna kadar taşınmıştır. “Homo homini deus” delimşitir. (İnsan insanın tanrısıdır.)

Batı aklı, kendini tanrının yerine koyup ‘insanı aktif, tanrıyı pasif’ insanı özne, tanrıyı nesne konumunda tasavvur etmiştir. “Batı aklı insanı böylece sınırsız ve sorumsuz bir konuma getirmiştir; insanı aşkın özne, ‘Mutlak fail’ makamına çıkarmıştır. Bu yüzdendir ki ‘insanlaştırılan tanrılar’ ile ‘tanrılaştırılan insanlar’ arasına sıkışan fert ve toplumlar, yaratılış amacından uzakta, huzursuz ve mutsuz bir hayat sürmek zorunda kalmıştır.” şeklindeki bir tespitle İslam aklı ile Batı aklı arasındaki farka da  işaret ediliyor kitapta.

İslam, insanı sorumlu tutuluşunu, iyilik ve kötülüğün akıla bağlı oluşuna dayandırıyor: Kur’an-ı Kerim bütün kötülükleri aklın sağlıklı kullanılmamasında, bütün iyilikleri de onun işlevini yerine getirmesinde görüyor.

Bağışlanan öteki pek çok nimetle birlikte aklını kullanmayan insanlar, insan olarak kabul edilmemiş, hatta onlar hayvanlardan da aşağı sayılmıştır. İnsanın tüm yaratılmışlar içinde seçkin bir varlık olmasının temel dayanağı, dini emirlere muhatap tutulması ve ahlaki bir varlık olmasının da önkoşulu olan akıl, ilim ve  irade yetenekleriyle donanmış oluşudur.

AKILI KORUMA SORUMLULUĞU

İnsan olarak var olmayı anlamlı ve değerli hale getiren akıl karşısında insan ilk olarak onu kullanmak ve korumaktan sorumlu tutuluyor; diğer yükümlülüklerini yerine getirmesi de (dinin, nefsin, neslin ve malın muhafazası) yine aklın korunması ile mümkün oluyor.

Akıl hazinesi ferde ait bir şey değildir. Bu nedenle toplumun her ferdi akıl bakımından sağlıklı olmalıdır ki birbirlerine iyilik ve yardımda bulunabilsinler.

İslam Hukuku Metodolojisi (s.319) isimli eserinde Prof.Dr.Muhammed Ebu Zehra “Akli denge ve ahengi yitiren fertler topluma yük olurlar. Böyle bir duruma düşmemeleri için aklı felaket ve yıkımlara uğratan şeyleri yasaklayıcı hükümlere uymak gerekir. Yine akıl ve şuur bozukluğuna düçar olan fertler, toplum içinde başkalarına kötülük ve tecavüz araçları haline dönüşürler ki bu da toplumun selameti açısından sakınılması gereken bir husustur.” demektedir. Demek ki İslam insanın ruh ve akıl sağlığı konusunda özellikle toplumu ve devleti sorumlu tutmaktadır.

MADDİ VE MANEVİ KORUMA

Tam burada Okuma Psikolojisi’ndeki çok önemli bir tespite vurgu yapmakta fayda var. “Beyne zarar veren her şey aklı da etkiler. Bunun için onlardan azami derecede korunmak, aklı muhafaza etmenin ön şartıdır.” Dolayısıyla aklı, a) maddi (biyolojik) bakımdan ve b) manevi (bilgi ve tefekkürle) olmak üzere iki şekilde korumak gerekiyor.

Aklı maddi bakımdan korumaya gelince.. İslam, hayatın nirengi toktası teşkil ettiği için aklı ifsat edecek, amacı doğrultusunda çalışmasını engelleyecek maddi unsurları yasaklıyor; durum ve şartlara göre bir takım müeyyideler va’z ediyor: Kur’an-ı Kerim’de Maide Suresi’nde (90. ve 91. ayetler) “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (heykeller, putlar) fal ve şans okları, şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla  ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..”buyurmaktadır.

Manevi bakımdan aklı korumak ise.. Kendi başına doğru yolu bulamaz. Peygambere ve vahye ihtiyaç duyar.. Zaten peygamberlik ve vahiy de ancak akılla açığa çıkar, anlaşılır. Demek ki Yaratıcı’dan gelen vahyi, “vahiy yoluyla elde edilen bilgiyi ve doğru haberi aklı koruyan bir nimet olarak bilmeli ve ondan istifade etmeli. İşte bu da aklın en önemli fonksiyonu olan ‘oku’makla mümkün. Bu açıdan okuma yeteneği Rabbi’nin kuluna en büyük nimetlerinden biri! Kur’an Alak Suresi’nde (6. ve 7. ayetler) uyarıyor: ‘Okumamaktan sakın! Çünkü insan muhakkak azar.’ (s.25)” Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili isimli meşhur tefsirinde söz konusu ayetleri açıklarken “Şeytanın ve nefsinin telkinleri ile kendini kendine yeterli gören insan okumaya ihtiyacı olmadığını sanır.Hal bu ki okumak, bir anlamda öğrenmeye ihtiyacı olduğunu itiraf etmek ve Kur’an karşısında diz çöküp teslim olmaktır. Bundan kaçınmak ise ifade edildiği gibi azmaya sebeb!” demektedir.

Allah, Kur’an, kainat, hayat ve insan arasındaki ilişkiyi doğru kavramak gerekiyor. İnsan Yaratıcı ile sürekli iletişim halinde. Allahu Teala ile insan arasındaki iletişimin en açık ve net olanı vahiy ile olanı, Kur’an-ı Kerim’le olanıdır. Ayrıca Allahu Teala insana kainat yoluyla da seslenmektedir. Hayat aracılığıyla gerçekleşen iletişime gelince, ömür denilen zaman zarfında insanın karşılaştığı her olay (kaza ve kader) Yaratıcı’nın özel mesajı olarak algılanabileceği çeşitli İslam alimleri tarafından ifade edile gelmiştir. İnsan akletme misyonunu Allahu Teala ile girdiği bu iletişimde tamamlar.

Kaynak:

Haber 7

http://www.haber7.com/saglik/haber/185325-okumamak-psikolojiyi-bozuyor

Nükleer Kobaylar

YÜKSEL KANAR

Enerji sağlanması konusunda ekonomi dininin putperest şehveti yalnızca yaşayan insanları değil, gelecek 6000 yıl içinde yaşayacak insanların hayatını da hiçe sayıyor. Kaldı ki, bir organizmaya saplanan kurşunlar gibi olan radyasyon parçaları, bir organizma diğerinden beslendikçe gerisin geriye yeni yeni insanlara geçecektir. Yani başlatılan bir devir artık hiç durmamacasına dönüp duracaktır. Radyoaktif artıkların ne yapılacağı başlı başına bir problemdir. Bir zamanlar bunların okyanus derinliklerine dökülebileceği düşünülmüş, hatta 1977 yılında Windecale santralı (İngiltere’ deki bu santralde 1957’de bir yangın çıkmıştı) 1.5 milyon metreküp sıvı artığı, boru hattıyla İrlanda Denizi’ne boşaltmıştı. Oysa daha sonraki araştırmalar, buralarda da canlıların bulunduğunu ve radyoaktif maddelerin biyolojik devreye girerek sonunda insana ulaştığını ortaya koymuştur.

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde çıkan bir haberde, ABD’de 1940’ların ortalarından (bu ülkede ilk nükleer santral 1951 ‘de kurulduğuna göre, bundan 11 yıl önce) 1978’lere kadar radyoaktif maddelerin etkilerini araştırmak için çok sayıda -güya 700 kişi- insan üzerinde deneyler yapıldığı bildiriliyor. Doğal çevre içinde ve insan-kobaylardan habersiz yapılan bu vahşet bizi hayrete düşürmemelidir. Çünkü bugün, o zamankinden çok daha tehlikeli bir biçimde bu vahşetin içinde yer almaktayız. Şimdi sınırlı bir insan kesimi değil, tüm insanlar zorunlu birer nükleer kobaydır. Hiç kuşku yok ki, Çernobil’ deki kaza son değil. Daha güvenlikli santraller yapılacak, dolayısıyla bu kadar tedbiri yıkarak gelen kaza da daha korkunç olacaktır. Bu kez bütün bir Ukrayna bölgesi kadar, bir üçüncüde bütün bir Asya kıtası kadar… Bölge insanını doğrudan etkileyemeyeceğini hiç kimse garantileyemez.

      ZATEN ABD’li iki bilgin dünyada mevcut 374 nükleer santralı incelemişler ve her 20 yılda bir bu tür kazaların olabilirliğin! % 95 olarak belirlemişlerdir. Demek ki bundan böyle radyasyonla senli-benli bir hayatın içine girilecek. Bu olabilir rakamların üzerine savaş, deprem gibi olayların eklenmesini de düşünürsek gelecekte hayli güç günler yaşanacak. Eğer ömrümüz olur da görürsek her halde bütün insanların gaz maskeleri ve radyasyon geçirmez tulumları içinde, tepelerinde birer antenle gezdiklerini oldukça tuhaf karşılayacak, o zamanın yaşlı birer insanı olarak çekilmez geri kafalılığımızla(!) bu modayı züppe işi sayacağız; ama yeni doğan çocuklar gözlerini açar açmaz böyle bir “insan tipi”yle karşılaşacakları için, artık onlara göre insan, bu kılığın içindeki insan olacaktır. Filmlerde gördüğümüz uzaylı insan gerçek mi oluyor yoksa?

      BİZDE nükleer enerji, meslekten olmayan geniş yığınları Nisan 1986 tarihinde meydana gelen Çernobil Nükleer Santralindeki kazadan sonra ilgilendirmeye başladı. Burnumuzun hemen dibindeki bu olay korkuya ve paniğe sebep oldu. Sonra hava şartlarındaki iyileşmeleri öğrenerek sevindik. Şimdi bu konu gündemimizin dışına çıktı.

Oysa olay bir trafik kazası değildi ki, geçti ve unuttuk diyelim. Çernobil’den yayılan radyasyon bulutu gökyüzünde yıllarca dolaşacak ve dünyanın herhangi bir bölgesine, herhangi bir zamanda yağmur bulutlarıyla tekrar inecektir. Öyleyse olay yalnızca radyasyonun doğrudan etkisi altında kalanları değil, onların çocuklarını da tehdit ediyor. Radyoaktif elemanları oluşturmasını bilenler, ne yazık ki bunları bir kez oluşturduktan sonra radyoaktivitelerini azaltacak hiçbir şey yapamamaktadırlar. Başlatılan radyasyonun şiddeti ancak zamanla azalmaktadır. Mesela Karbon -14, yaklaşık 6000 yıllık bir yarı ömre sahiptir. Yani başlangıçtaki radyoaktivitesinin yarıya inmesi için 6000 yıla yakın bir sürenin geçmesi gerekir.

      İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde kendi kendisi için bu denli tehlike oluşturmamıştır. Geçmişte yırtıcı hayvanlardan, selden, depremden korkan insan, bu korkusunu aklıyla dengeliyor ve tedbirini alıyordu. Şimdi kendisi gibi insanların ortaya çıkardığı tehlikelerden korkuyor. İşin en kötü yanı, buna karşı alınacak bir tedbiri de yok.

İnsanın kaderi tabiatı tahrip etmek, o eşsiz tabiat dengesini bozmak değildir. Biz de savaştığımız kâinatın bir parçasıyız ve eğer ona karşı bir zafer kazanırsak unutmayalım ki yerimiz yenik düşen taraf olacaktır.