Modernliğin sefaleti 1

YÜKSEL KANAR

yuksel-kanar

Modern kelimesi sözlüklerde “içinde bulunulan zamana, ya da göreceli olarak yakın bir döneme ait; en son ilerlemelerden yararlanan” şey olarak tanımlanır. Dolayısıyla kelimenin sözlük anlamı, herhangi bir değer yargısı belirtmeksizin, kökeni mevcut çağ ya da dönemde olan şeylere işaret etmektedir. Bir şeyin şu andaki durumuyla önceki durumu arasında bir mesafe yaratmak için ona modern deriz.

Değer yargılarından günlük yaşama kadar her şeyde ortaya yeni çıkmış anlayış ve uygulama biçimlerini gösteren bu tarafsız anlamıyla modern, hemen bütün kültürlerde bazen kabul edilebilir olanı, bazen de hafiflik, ciddiyetsizlik ve züppeliği ifâde eder. Eski anlayışları düzelten veya tamamlayan anlamıyla olumlu görünürken, onları bozan veya yıkan anlamıyla olumsuz görünür. Kısacası modern, yani yeni olan her şey, iyi ve kabul edilebilir şey demek değildir: “Pek çok kullanımında modern sözcüğü aynen moda sözcüğü gibi bir değer yargısı, önyargı, peşin kabul, olumluluk-olumsuzluk vurgusu içermeyen, nötr (yansız) bir sözcük görünümündedir. Çağdaş olan şey bu çağda olan şeydir ve hatta bu kelime sık sık istihza mahiyeti taşır”[1].

Henüz Avrupamerkezci düşüncelerin tam anlamıyla ortaya çıkmadığı “İlk zamanlarda ‘modern’ (çağdaş) sözcüğü çoğu kez bayağı ve basmakalıp gibi aşağılayıcı bir anlamda kullanılırdı ve Shakespeare de deyimi hep bu anlamda kullandı. İngiliz yazarları Fransız devriminin önderlerine ‘çağdaşlaştırıcılar’ olarak yollama yaptıklarında bu sözcüğü kuşkusuz kötüleyici anlamda kullanıyorlardı”[2].

Bu anlamıyla modernlik, herhangi bir düşünce, kültür veya coğrafyaya mal edilmeden, kazanılan birikimleri tahrip etmemek ve onun eksiklerini tamamlamak kaydıyla, her kültürün daha iyiyi arama ve ona ulaşma çabası olarak görülebilir. Kuşkusuz her insan ve onun bağlı olduğu kültür, geçmişin tecrübeleri üzerinde yükselir. Bugün yaşayanlar geçmişte yaşayanlara göre daha ileri bir tecrübe düzeyinde bulunurlar. Bu anlamda modernlik, her ne kadar yeni olanı temsil etse de, aslında dünyanın ömrü açısından düşünüldüğünde bu yenilikler en eskileri de hesaba katarak, onlara yaslanarak oluşturulan yeniliklerdir. Bugünden geriye bakıldığında bize eski olarak görünen dünya, gerçekte bugün düne göre daha yaşlıdır. Dolayısıyla biz, geçmiş dönemlere göre daha da yaşlanmış ve eskimiş bir dünyada yaşıyoruz. Şu halde modernlik, yeni türeyen, gelip geçici olan, anlık heveslere cevap veren bir şey olabildiği gibi, geçmişin tecrübelerinden yararlanılarak oluşturulmuş, geleceğe ışık tutan kalıcı değerlerin yeniden ifâdesi olarak da ortaya çıkabilir.

Kolakowski, modern kelimesinin Almancada hem çağın malı, hem de revaçta (makbul, tercih edilen) demek olduğunu, İngilizce ve diğer Avrupa dillerinde ise bu iki anlam için ayrı kelimeler (modern/revaçta) kullanıldığını belirterek Almancadaki kullanımın sözcük anlamı yanında, ona bir değer atfederek (revaçta) ideolojik anlam da yüklendiğine ve bunların ikisini birlikte karşıladığına dikkat çeker. Bu çerçevede, yani işin içine değer yargısının karıştığı ve her iki sıfatın (çağın malı/makbul) buluştuğu durumlarda ortaya birtakım sorunların çıkması da kaçınılmazdır: “Tabii modern teknoloji yerine makbul (kabul gören, tutulan) teknoloji, modern bilim yerine makbul bilim, modern sanayi yönetimi yerine makbul sınai yönetim diyemeyiz, makbul buralara gitmez. Ama herhalde modern fikirler makbul fikirler, modern resim makbul resim, modern giyim de makbul giyim şeklinde ifade edilebilir. (…) öte yandan, modern bilim ve modern teknoloji tabirleri, en azından günlük dilde, bir üstünlük ifadesi içermektedir”[3].

Black ise önce Latincede, daha sonraları İngilizcede ve öbür dillerde sözcüğün çağın ve ‘geçmiş’in yazar ve yazılarını birbirinden ayırt etmek üzere, daha sonra yedinci yüzyılda ise ‘modernity’ (çağdaşlık), ‘modernizers’ (çağdaşlaştırıcılar) ve ‘modernization’ (çağdaşlaşma) sözcüklerinin değişik biçimlerde oldukça sınırlı ve teknik bağlamlarda kullanıldığını belirterek[4] onun sözlük anlamındaki tarafsız kullanımına dikkat çeker.

Kelimenin yukarıdaki sözlük anlamları bize, Avrupa’daki “bilimsel devrimden buyana insan sorunlarındaki hızlı değişme sürecini belirten genel bir deyim olarak”[5] kullanılan ideolojik anlamdaki modernlik (çağdaşlık), ya da modernleşmeyi (çağdaşlaşma) tanıtmaz. Bu açıdan bakıldığında, üzerinde uzlaşmaya varılmış bir tanım bulamayız. Kelime neredeyse sözlük anlamıyla olan bütün ilişkilerinden kopartılarak Avrupa’ya ait bütün değerlerin yüceltilmesini ifâde eden apayrı bir anlama bürünür. Adına “Avrupa dönemi” diyebileceğimiz, belirli bir tarihte başlayan ve halen devam eden zaman içinde, kendinden önceki her şeyin “geleneksel” nitelemesiyle olumsuzlaştırılarak bir tarafa bırakılmasını, Avrupa dışında kalan dünyanın tarihsiz, kültürsüz ve anlamsız bir dünya olarak tedavülden kalkışını açıklayan bir kavram olarak kullanılır. Modernlikle ilgili bütün çalışmalarda onun, Batı lehine üstünlük ifâdesi içeren, ayrıcalıklı hâle getirilmiş bu anlamını görmek mümkündür.

Tarihyazımına ilişkin bu ikinci anlamında modern, Oxford İngilizce sözlüğün de tanımladığı şekliyle “genellikle (ilk ve orta çağa zıt olarak) Orta Çağ’dan sonraki zaman için kullanılır. Sözlük bu anlamda moderni 1585 gibi erken bir zamanda kullanan bir yazardan alıntı yapmaktadır”[6]. Bizi ilgilendiren de zaten bu anlamdaki modernliktir. Batı kendini ortaçağ gibi bir karanlığın yaratıcısı ve yaşayıcısı olarak tanınmaktan kurtarmak ve dünyanın biçimlendiricisi gibi göstermek için böyle bir modernlik anlayışını çok iyi kullanmıştır.

İdeoloji olarak modernlik

Sözlüktekinden farklı olarak bu ikinci anlamda modernlik, büyük bir anlam kaymasına uğratılarak, Avrupa’nın her alanda üstünlüğünü öne çıkaran bir ideolojiye dönüştürülmüştür. Dönem olarak Ortaçağ’dan sonraya, Aydınlanma ile aynı zamana yerleştirilen modernlik, bu haliyle, hemen öncesindeki aşılmaz Ortaçağ karanlığının Avrupa’ya ait bir özellik olduğu gerçeğini bakışlardan gizleyici bir görev yüklenir. Böylece en yeni ve en ileriyi ifâde eden modernlik, Avrupa’nın temel karakteristiğini simgeleyen ve ona üstünlüğünü sağlayan bir kavram olarak inşa edilir. Geçmiş bütünüyle “geleneksel”lik parantezi içinde, olumsuzluklar yığını olarak ve “modern”liğe karşıt bir biçime sokularak reddedilir. Artık bütün olumsuz özellikler geleneksellikle, geleneksellik de Batı-dışı toplumlarla özdeş hale getirilmiştir; olumlu özellikler ise modernlik adı altında Batı’yla özdeşleştirilmiştir. Geçmişin bu şekilde reddinin Avrupalılar tarafından ne anlama geldiği ayrıca ele alınacak başlı başına bir konudur.

Bilimsellik kılığına büründürülmek sûretiyle asıl özellikleri gizlenmeye çalışılan bütün ideolojik kelimeler gibi, masumiyetinden uzaklaştırılan “modernlik” de, artık kelime anlamıyla değil, bu özel anlamıyla Avrupamerkezciliğin kullanım alanına sokulmuş, günümüzde neredeyse bütün dünya dillerine, önüne geldiği her kelimenin Avrupalı özelliğini vurgulayan ve ona üstünlük sağlayan bir kavram olarak yerleştirilmiştir. Modern bilim, modern yaşam, modern hukuk gibi tanımlamalarla, hiçbir ek açıklamaya gerek kalmaksızın revaçta ve makbul olan Batı (Avrupa) bilimi, yaşamı ve hukuku anlaşılmaktadır.

Kelimenin bu iki anlamı arasındaki bağlantı, dünyanın Batı ve Batı-dışı olarak ikiye ayrıldığı günden bu yana hayatî bir önem taşımıştır. Modernliğin, her türlü olumluluğu içeren bir özelliğe büründürülerek Avrupalılıkla eşanlamlı hale getirilmesi, doğal olarak Avrupa dışında kalanları, bunun tam tersi yönde olumsuzluklar nesnesi haline sokmaktadır. Elbette bu durum, kaçınılmaz olarak dünyanın asıl geniş bölümünü oluşturan Avrupa dışı ülkelerde büyük tepkilere neden olmakta gecikmedi. Çünkü “modern” kelimesi, Avrupalı olmayan diğer dünya halkları için açık bir hakaret anlamı taşıyordu. Bunun farkına varılmasıyla birlikte kelimeye, sözlükteki “yeni” ve “ileri” anlamları öne çıkarılarak bir câzibe kazandırılmaya, “Batı üstünlüğü karşısında Batı-dışının ilkelliği” anlamındaki sertlik yumuşatılmaya ve olumsuz tepkiler törpülenmeye çalışıldı. “Modern” olanın “Avrupalı” olmakla eşanlamlı sayılması anlayışı, dolayısıyla modernliğe ulaşabilmenin ancak Avrupalılaşmakla mümkün olacağı düşüncesi, Avrupalı olmayanların kafasına “yeni” ve “ileri” kelimeleri aracılığıyla sokulmaya çalışıldı. Yeni/ileri-Avrupalı kurgusu büyük bir ustalıkla yapıldığı için, kültürsüzleştirilen çevrelerde yerleştirilen yeni ve ileri olan her şeyin Avrupa’ya ait olduğu aldatmacası pekiştirilerek tartışılmaz hale getirildi.

Kısacası sözlük anlamının (yeni/ileri) çekiciliğinden yararlanılarak ideolojik modernlik, Batılı kuramcılarca, kendilerine ait her şeyin kafalarda ileri ve üstün sayılmasını sağlayacak içeriklerle doldurulmuştur. Wallerstein böylece modernliğin, terim olarak yirminci yüzyılın başlarında en ileri teknolojiyi ifâde eden, teknolojik ilerlemenin ve dolayısıyla sürekli buluşların farazî sonsuzluğuna ilişkin kavramsal bir çerçeveye oturtulduğunu belirtir: “Bu modernlik biçim olarak oldukça maddiydi; uçaklar, klimalar, televizyonlar, bilgisayarlar. Modernliğin bu türü hâlâ cazibesini yitirmemiştir. Kuşkusuz sağlıksız, hatta iğrenç bir şey olduğu için, hız ve çevreyi kontrol etme peşinde koşan bu ebedi arayışı reddettiklerini ileri süren milyonlarca zamane çocuğu olabilir. Fakat Asya ve Afrika’da, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da, Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın kenar mahalleleri ve azınlık muhitlerinde, bu tür modernlikten tam olarak yararlanmaya can atan milyarlarca –milyonlarca değil, milyarlarca- insan var”[7].

İdeoloji olarak modernlik aynı zamanda, Avrupa’ya özgü olan ve karanlık özelliğiyle fiilen bu kıtada yaşanan Ortaçağ’ı, Avrupa’yı belirleyen bir çağ olmaktan çıkarmayı amaçlar. Sözlük anlamının kelimeye sağladığı câzibe yanında, ideolojik anlamın kurulmasında da önemli işlevi olan Ortaçağ, negatif açıdan modernliğe göz ardı edilemeyecek olumlu katkılar sağlamıştır. Daha sonra da yeri geldikçe üzerinde duracağımız gibi Ortaçağ, bütün olumsuz özellikleriyle modernizm kavramının yüklendiği olumlu çağrışımlara haklılık ve bunun da ötesinde büyük bir görkem kazandırmıştır. Zaten yukarıda verilen “genellikle (ilk ve orta çağa zıt olarak) Orta Çağ’dan sonraki zaman için kullanılır” tanımı da bunu göstermektedir. Bu anlamda kelimenin 1585 gibi erken bir zamanda kullanılmış olması ayrıca dikkat çekicidir.

Modern dönemin başlangıcı kabul edilen Rönesans ya da “Aydınlanma”nın, anlam olarak karanlık Ortaçağ’la bir zıtlık içinde kurgulanması elbette rastlantı değildir. Böylece ustalıklı bir biçimde olumsuz bir dönem, âdeta Avrupalı yapısından uzaklaştırılarak yeniden diriliş (Rönesans) ve Aydınlanma dönemleriyle yer değiştirmiş oluyor. Ortaçağ kendi eseri olduğu halde, modern dönemin başlangıcından daha eskide kaldığı için gelenekselliğe dâhil edilerek âdeta ondan kurtulunmuş oluyor. Bu durum, bir dezavantajın nasıl avantaj haline getirildiğini gözler önüne seriyor. Böylece modern dönemin başlangıcı olarak Aydınlanma, evrensel bir ideal olarak egemenliğini pekiştirmek için Ortaçağ’ı kendi “ötekisi”ne çeviriyor. Avrupa’nın, kimliğini kurarken sık sık bu yola başvurduğunu, yani olumsuz olanı kendi ötekisi haline getirmek suretiyle kendini olumladığını biliyoruz. Nitekim Oryantalizm de bütünüyle, her türlü olumsuzlukların taşıyıcısı olarak bir “öteki” yaratmak ve kendini onun zıddı olarak kurmak amacıyla yine Avrupalılar tarafından icat edilmiş bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette Ortaçağ’ın katıksız Avrupalı karakteri aynen korunmuş olsaydı, o zaman Avrupa kendi kendini yıkmış olurdu. Böylece daha sonra, Avrupa’ya ait tarih dönemlendirmeleri şablonu bütün insanlığa mal edilerek Avrupa tarihinin küreselleştirilmesi, bu tarih içinde yer alan Ortaçağ’a bütün insanlığın ortak edilmesi ve artık “herkesin” olan bu koyu karanlıktan çıkışın tek yolunun da “modernlik” olarak belirlenmesi mümkün hale gelmiştir. Oysa Avrupa dışında kalan dünyanın ne Ortaçağ gibi bir karanlığı bulunuyordu ve ne de ondan kurtulma diye bir sorunu vardı.

Avrupa’nın yaşadığı Ortaçağ karanlığının haksız olarak bütün insanlığın üzerine yıkılması, bundan çıkışın da ancak Avrupa tarafından gerçekleştirildiği düşüncesinin zihinlere kazınmış olması, başlı başına üzerinde durulması gereken bir sorunsaldır. Wallerstein bu düşüncenin yaratılmasında, modern kavramının olumlu olmaktan çok muhalif olan ikinci çağrışımının kullanıldığını belirtir. Ona göre bu çağrışım, “ileri dönük olmaktan ziyade militan (ve kendini beğenmiş), maddi olmaktan ziyade ideolojik olarak nitelendirilebilirdi. Modern olma, ortaçağ kavramının, dar fikirliliği, dogmatizmi ve hepsinden öte otoritenin kayıtlamalarını cisimleştirdiği bir zıtlık içinde, ortaçağ karşıtı olmayı ifade etmekteydi”[8].

Sorunsalın temelini, katıksız biçimde Avrupa’ya ait olan birbirine zıt iki kavramın, modernizmle onun tam karşıtı olan ortaçağın, olumlu ve olumsuz kategoriler olarak birbirini desteklemek üzere bir araya getirilmesi oluşturmaktadır. Böylece olumsuz kategori de çelişik (paradoksal) olarak olumlu hâle getirilmektedir. Kendi özgün özelliğinin yine kendi karşısına konulamayacağını bilen Avrupa, daha sonra modernizmin tam karşısında yer alan “ortaçağ” yerine, kendi dışındaki dünyayı koydu. Artık zıtlık “kendisi” ve bu yeni “öteki” arasındaki zıtlıktı. Karanlığın yerini “öteki almıştı ve kendisi de aydınlığı temsil ediyordu.

Burada kelimenin ideolojik boyutu içinde iki tür modernliğin, teknoloji modernliği ile özgürleşme modernliğinin iç içe geçtiğine ayrıca dikkat edilmelidir. Birincisi teknolojik ilerlemenin, sürekli buluşların sonsuzluğunu, ikincisi ise kötünün ve bilgisizliğin güçlerine karşı insan özgürlüğünün zaferini temsil edecek biçimde kurgulanmıştır. Aynı zamanda birincisinin ortaya çıkması için gerekli ortamı sağlayan dogmatik, dar fikirli ve otoritenin mutlak bağları altındaki ortaçağ kavramından kurtuluşu simgeleyen bu ikinci modernlik, onu kurgulayanlarca “Teknolojik ilerlemede olduğu kadar kaçınılmaz biçimde ilerlemeci bir yörüngeydi. Ancak insanın doğaya karşı zaferi değildi, daha çok insanlığın kendine karşı ya da ayrıcalıklılara karşı zaferiydi. İzlediği yol entelektüel bir keşif yolu değil, toplumsal çatışma yoluydu. Bu modernlik teknolojinin, dizginsiz Prometheus’un, sınırsız zenginliğin modernliği değildi; daha ziyade özgürleşmenin, gerçek demokrasinin (aristokrasinin ya da en seçkinlerin yönetimi karşısında halkın yönetimi), insan başarısının ve evet, ılımlılığın modernliğiydi. Söz konusu özgürleşme modernliği, kısa ömürlü bir modernlik değil, ebedi bir modernlikti. Bir kez alışıldı mı, bir daha asla bırakılmayacaktı”[9].

Wallerstein, bu iki söylem ve iki modernliğin oldukça farklı, hatta birbirine zıt olmalarına rağmen, aynı zamanda tarihsel olarak derin biçimde birbirlerine sarmalanmış olduğunu, öyle ki bu karışmanın büyük bir kafa karışıklığı, belirsiz sonuçlar ve derin hayal kırıklıkları yarattığını söyler.

 

[1] Leszek Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması, s. 15

[2] C. E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, s. 4

[3] Leszek Kolakowski, age., s. 15

[4] Bkz. C. E. Black, age., s. 4

[5] Age, s. 4

[6] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, s. 123

[7] Age., s. 123-124

[8] Age., s. 124

[9] Age., s. 124

Kulluk ve Özgürlük

 

ÝSTANBUL FOTOÐRAFLARI (PHOTOS FROM ISTANBUL)

YÜKSEL KANAR

Müslüman, sürekli kulluk halindedir.

Bizim kulluğumuz belirli zamanlarla mukayyet ve belirli mekanlarda tezahür eden bir ayin değil, hayatımızı çepeçevre kuşatan bir yaşam biçimidir.

Biz, kul olarak varolduğumuzu hissederiz. O kulluk ortadan kalktığında, bizim varolma şartımız da ortadan kalkmıştır. Yüce Allah: “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat: 56) buyuruyor.

Evet! Kulluk yaratılışımızın gayesidir. Benlik taslamak, gurura tapmak; ya da tam tersine, benlik sahibi olanlara, gururuna tapanlara kulluk yapmak değildir.

Allah’a kulluğun sırrı da burada zaten. O’na kulluk, bizi, başka diğer bütün kulluklardan kurtaran sağlam iptir. O ipe, özellikle de toplu olarak sarıldığımızda, bizi kimse başka kulluklara kandıramaz.

Şu halde insanın özgürlüğü, bir paradoks gibi görünse de, bir kullukta somutlaşıyor. Tek bir kulluk, tek bir bağlanma, bizi diğer bütün bağlardan ve tutsaklıklardan kurtarıyor, koruyor.

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, sözünü ettiğimiz kulluğun en güzel yaşandığı zaman dilimidir. Müslümanın günlük ve haftalık olarak kulluğa göre düzenlenmiş hayatının yılda bir ay boyunca yeniden gözden geçirilmesidir. Bir yıl boyunca, eğer yıpranmış, anlamından sapmış, buruşmuş veya pörsümüş yanları varsa, bunların onarılması, gelecek Ramazana kadar, bir yıl boyunca gerekli donanımın yapılması için yenilenmesi, kısacası bir bilinç tazelenmesi dönemidir.

İnanmış kişi onun için bu ayda daha dikkatlidir. Kendisini bekleyen hayata karşı, ibadet bilincinden uzak kimselerce biçimlendirmiş dünyaya karşı savunacak bir güçle donanmak için çalışır.

Namazlarında daha dikkatlidir. Aslında yenilip içilmesi veya yapılması haram olmayan şeyleri bile, sırf Yaratıcımızın istemesiyle yemeyen, içmeyen ve yapmayan bir ruh disiplini kazanacaktır. Bunu kazanan bir kimsenin, kendisine yasak olan şeyleri ise hiç yemeyeceği, içmeyeceği ve yapmayacağı aşikârdır.

Kulluk sadece Allah’adır. Namaz şartını yerine getiren bir insan, günde beş kez kıldığı namazın her rekatında “yalnız sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz” kutlu sözünü tekrarlar. Bu bize, bizzat Rabbimizin diliyle öğretilmiş bir kulluk yeminidir. Başka kişilere veya nesnelere, çıkarlara değil, yalnızca Allah’a yapılan kulluktur insanın görevi. Bir günde en azından kırk kez bu yemini eder Müslüman.

Her zaman, her çeşitten öyle kulluklar vardır ki insanı yaradılışının dışına taşıran… Günümüzde de bunların nice çeşidini görüyoruz.

Ramazan’da da devam eden, daha çok da Müslümanların uğradığı nice zulümleri yapanlar, kendisini asıl kulluğun dışında gören anlayıştaki insanlardır kuşkusuz. Hatta bu zulümleri yapanlar içinde, müslümanlık iddiası taşıyanların bile olması ne kadar düşündürücüdür.

Ancak her zulmün topla, tüfekle, kan dökerek yapıldığını sanmak yanlış. Yapılan her haksızlık zulümdür. Kırılan bir gönül, yapılan büyük bir zulümdür.

İyilikler, güzellikler sadece dilde kalmamalı, uygulamaya da dökülmelidir. Ramazanda kalb gözümüzün de daha açıldığını, gönüllerimizin her türlü güzelliklere daha yatkın hale geldiğini görüyoruz. Ramazanın manevi havasında akıllarımızın da Kur’an gerçeklerini daha rahat kavrayacak bir kıvama eriştiği, kendini onlara daha fazla açtığı, yaşadığımız bir gerçektir.

Bu ayda kazandıklarımızı kaybetmeyelim. Bu ayın kazandırdıklarına bigâne de kalmayalım.

Onu bütün güzellik ve incelikleriyle yaşayanlara ne mutlu.

 

Noterliğe Dair Düşünceler

CUMALİ YÜREKLİ

Ülkede yaşayan insanlar olarak biz bireylerin, derneklerin, vakıfların, sivil toplum kKuruluşlarının, iş insanlarının, sanayicilerin, tüccarların, düşünce ve fikir insanlarının, askerlerin ve ülkemizi yöneten  bürokratların, siyasetçilerin; kısaca herkesin ortak görev ve sorumluluğumuz cennet gibi güzel ülkemizi madden ve fikir alanında dünyanın en gelişmiş, en müreffeh, en zengin ve en dirayetli ülkesi yapmaksa; hepimizin amacı,  sorunlarımızı kader olarak görmek yerine onlara kalıcı ve köklü çözümler bulmaktır. Türkiye ekonomisinin kocaman bir kamburu durumundaki “Kayıt dışı Ekonomi”nin bertaraf edilmesi için herkesin eteğindeki taşı ortaya koyması gerektiğine inanıyorum. Mesleğim gereği kayıt dışı ekonomi hakkında en iyi bildiğim alan olan Noterlik Kurumu ve bu kurumun ülkemizdeki işlevi, ekonomik, yargısal, sosyal ve kamu düzeni alanlarında ifa eylediği fonksiyon ve bu kurumun yasal olarak güçlendirilmesi halinde ekonomiye kazandıracağı ivme ve binnetice kayıt dışı ekonominin önlenmesinde üstleneceği rol hakkında bazı açıklamalar yapmak gerekiyor: Ülkemizde Noterlik Kurumu, yasalarla düzenlenmiş ve yasaların kendisine verdiği iş ve işlemleri yine yasalarda gösterilen şekil ve şartlarda ifa eden resmi bir kurumdur. Noterliğin başlangıcı Sümerlere kadar dayanır,  Romalılar ve Osmanlı Devleti ile devam ederek Cumhuriyet döneminde de bugünkü halini alır.

NOTERLİK KURUMUNUN KURANSAL DAYANAĞI

İnsanı yaratan Yüce Allah, insanın sosyal ilişkilerinin nasıl olacağını, aralarında ne gibi ihtilaflar ve sıkıntılar yaşayacaklarını, hangi sorunlarla yüzyüze geleceklerini de en iyi bildiğinden, dünyada kullarının barış içinde yaşamalarını, anlaşmazlıkları en aza indirmelerini sağlayacak yol ve yöntemler, ilkeler ve yasalar belirlemiş ve bunları da Kuran’da bizlere açıklamıştır.  Ayna zamanda Kuran’ın en uzun ayeti olan Bakara suresinin 282. ayeti hiç bir kuşkuya ver vermeyecek şekilde noterlik kurumunu tanımlamış ve noterin görevlerini açıkça belirlemiştir:

“Ey iman edenler! Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu hemen yazın. Aranızda bir kâtip, noter de adaletle yazsın. Kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da, borcun, sözleşemenin tüm ayrıntılarını yazsın. Ayrıca borçlanan  kişi de anlaşmanın ayrıntılarını söyleyip yazdırsın ve  kendisi de yazsın. Rabbi olan Allah’a saygılı olsun, borcunu yazarken eksik yazmasın, tamı tamına yazsın. Şayet  borçlanan kişi bunak, aklı ermez veya okuma yazması olmayan biri ise, onun yerine velisi  borcu adaletle,  tamı tamına yazdırmalı. Bu işlem yapılırken erkeklerinizden iki iyi kişi de tanıklık etsin. Şayet iki erkek tanık  bulamazsanız; dilediğiniz şahitlerden bir erkek ile bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, hatırlayamazsa öbürü hatırlatsın veya baskı yapılıp tehdit edilirse öbürü ona destek olsun diye iki kadın seçiniz. Tanıklar da ifade veermeye çağırıldıklarında kaçınmasınlar, çekinmeksizin gelsinler.  İster az bir miktar olsun, ister çok olsun borcunuzu ödeme tarihi ile birlikte yazmaktan çekinmeyin ve üşenmeyin. Böyle yapmanız, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha elverişlidir. Ancak aranızda yaptığınız ticaret, alışverişleriniz peşin para ile olursa, onu yazmamanızda bir sakınca  yoktur. Her türlü vadeli alışverişleriniz yazılı ve tanıklı olsun. Yazan ve şahitlik eden bir zarar görmesin. Aksi durumda birbirinizle kötü olabilirsiniz. Allah’ın öğütlerini dinleyin.  Allah, size öğretiyor ve Allah, her şeyi en iyi bilendir. Ve eğer siz, bir yolculuk üzere olur da bir kâtip de bulamazsanız, o vakit borçlu, borcunu belgeleyen ve ödemeyi taahhüt eden bir senit veya makbuz versin. Eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güvenilen adam üzerindeki emaneti ödesin, senedi veren ödemeyi zamanında yapsın ve Rabbi olan Allah’ın koruması altına girsin. Tanıklar da bildikleriini  gizlemesinler. Onu kim gizlerse, artık şüphesiz onun kalbi günahkârdır, o kötü niyetlidir. Allah, tüm yaptıklarınızı çok iyi bilir. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler Allah’ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da, gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker; bağışlanmak isteyeni bağışlar, istemeyeni cezalandırır. Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.” Bakara/2282-284)

Günümüzde Noterlik kurumunu yargının bir uzantısı, tamamlayıcı ve destekleyici unsuru olarak görmek ve kabullenmek gerekir. Çünkü gerçek budur. Noterlerde yapılan veya onaylanan her tür işlemler, sözleşmeler, ölüme bağlı senetler, alım-satım sözleşmeleri gibi işlemler noterler tarafından imzalandığı için resmiyet kazanan kağıtlara bağlanan konular ve işler, genellikle artık bir ihtilaf konusu olmaktan çıkmakta ve bu şekildeki uygulamaların yaygınlaşması oranında yargı yükünü hafifletmektedir.   Noterler ile yargının en bariz farkı şudur: Yargı bir çekişme veya ihtilaf çıktıktan sonra harekete geçer. Yani olay oludktan sonra devreye girer. Oysa noterler, daha ortada ihtilaf ve çekişme yokken devrededir ve tarafların çıkarlarını, düzenlediği sözleşme ile güvence altına alır. Böylece taraflar arasında fikir değiştirmekten, başkalarının etkisinde kalmaktan kaynaklanan caymalardan ve çıkar unsurunun ağır basmasının neden olduğu inkar etmekten dolayı meydana gelebilecek yığınla ihtilaf daha doğmadan ve başlamadan önlenmiş olmaktadır. Noterlik Kurumu deyince ilk olarak ele alınması ve dile getirilmesi mutlak ve elzem olan çok önemli bir başka nokta ise şudur:

Bir Noterlik işlemi yapıldığında bu işlem için kesilen “Noterlik Makbuzu”nda Harç, Damga Vergisi, Değerli Kağıt Bedeli, Katma Değer Vergisi, posta gideri ve noter ücreti yer alır. Dikkat edilirse, bir işlemde Maliye Hazinesi adına dört kalem para tahsil edilmektedir. İşlemin cinsine göre değişmekle birlikte Noterlikte yapılan herhangi bir işlem için ilgilinin ödediği paranın yaklaşık üçte ikisi, bazı işlemlerde dörtte üçü, hatta beşte dördü devlet adına tahsil edilen paralardır. Çoğu işlemde Hazine adına alınan para noter ücretinden çok daha fazladır. Türkiye’de önemli bir kamu  hizmetini başarıyla yürüten noterler  olarak devlet adına hiç para tahsil etmeyelim demiyoruz. Ancak devletimizin yönetim kademelerinde bulunan bazı bürokratlarin da noterleri çok para kazanan bir sektör ve bu yüzden bir nevi rakip olarak görme yanlışından vazgeçmesi gerekiyor. Her nimet külfete tabidir. Türkiye’de attığı her imzadan dolayı en fazla sorumlu olan kamu görevlileri noterlerdir. Biz şunu söylemeye çalışıyoruz: Çok iyi biliyoruz ki, günümüzde gerçek kişilerin ve hükmi şahısların önemli bir kısmı aslında istemelerine rağmen Noter harçlarının fazlalığı yüzünden işlemlerini noterde yaptırmamaktadır. Noterlik işlemleri basitleştirilir ve sadeleştirilir, artık işlevini yitirmiş olan ve dünyada uygulaması kalmayan Değerli Kağıtlar  Kanunu ve Damga Vergisi Kanunu kaldırılarak Noterlikte yapılan işlemlerden Hazine adına alınan paralar işlemin önemine göre artıp azalan bir tek “HARÇ” alımına indirgenirse, bundan devlet de, vatandaş da kazançlı çıkacaktır. Devlet karlı çıkacaktır, çünkü mesela kira sözleşmeleri noter onayından geçeceği için maliyemizin en büyük sorunu olan kayıt dışı azalacak ve vergi mükellefleri artacaktır. Vatandaş karlı çakacak, çünkü her türlü sözleşmelerini resmiyete bağlayacak ve rahat uyuyacaktır. Bugün noterliklerimizde hemen her gün yazılıp taraflarca imzalanan birkaç işlem, sırf harç, damga vergisi ve değerli kağıt parasının çok tutması yüzünden tarafların vazgeçmeleriyle sonuçlanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Halk notere ödediği “noter ücreti’’nden şikayetçi değildir. Hazinenin aldığı harç, damga vergisi ve değerli kağıtlar vergisi gibi gerçekten fahiş olan paralardan şikayetçidir.

YAPILMASI ELZEM OLAN DEĞİŞİKLİK ÖNERİLERİ:

  1. Damga Vergisi Kanunu ve Değerli Kağıtlar Kanunu kaldırılmalı ve her tür noterlik işlemlerinden devlet hazinesi adına “İŞLEM VERGİSİ veya İŞLEM HARCI” adı altında sadece ve tek bir hizmet bedeli alınmalı.
  2. Hayatın her alanını ilgilendiren konularda vatandaşın her türlü anlaşmalarını dilediği şekil ve şartlarla sözleşmelere bağlayarak bunları noterliklerde onaylatmalarına imkan sağlayacak yasal düzenlemeler getirilmelidir. Bu cümleden olarak başta kira sözleşmeleri, her türden alım ve satım sözleşmeleri ve ihale sözleşmeleri gibi vergiyi ilgilendiren konularda yapılacak akitlerin tamamına yakınının noter onayından geçmesi mümkün hale gelecektir. Sözleşme onay masraflarının makul olması nedeniyle noterler tarafindan resmiyet kazandirilan akitler ve kağıtlar iyice yaygınlaşacak ve bunun doğal sonucu olarak da, ekonomideki “kayit dışı” orani düşecek, maliyeye kayıtlı vergi mükellefleri sayısı artacak, vatandaşın vergiye konu tüm iş ve işlemlerinden devletin anında haberdar olmasi mümkün hale gelecektir.
  3. Yapılan kamuoyu araştırmalarında ülkemizde noterler en güvenilir kurumların başında gelmektedir. Bu olgu ülkemiz için önemli bir kazanımdır. Bu nedenle yaptıkları işlemler de her yerde ve makamda geçerli ve sağlam delil olarak hüsnü kabul görmektedir. Noter onayından geçen işlem sayısının artması demek, hukuki ihtilafların azalması demektir.
  4. Öte yandan devlet, yargı fonksiyonunu ifa edebilmek için, yani adalet dağıtmaya yönelik olarak ciddi paralar harcamak zorunda kalmaktadır. Bu da normaldir. Burada konunun bir de Noterlik Kurumu açısından ele alınması gerekir. Şöyle ki: Ülkemizdeki hiç bir noter için devlet bir kuruş bile masraf yapmamaktadir. Buna mukabil noterlerin kazandığı her kuruşun vergisini düzenli olarak tıkır tıkırr almaktadir. Vergi hukuku açısından noterler tabir caizse  tam bir “altın yumurtlayan tavuktur”.

Türkiye’de serbest meslek erbabı, gerçek ve tüzel kişiler arasında vergi kaçırmayan, istese de kaçıramayan tek sektör ya da vergi mükellefi grubu noterlerdir. Yaptıkları işlemler ise hem resmi ve hem de güvenilir işlemlerdir. Şu halde noterler vergi hukuku yönünden ülkemizdeki en pragmatik grup olarak adlandırılabilecek vergi mükellefleridir. Halde böyle olunca, devletin çok daha fazla iş ve işlemi noterlere havale ederek masraf yapmaksızın üzerindeki bir kısım vergi ve yargı yükünden mümkün olduğu kadar fazla kurtulmaya yönelik adımlar atması, hukuksal reformlar yapması aklın, mantığın, sağduyunun, ilmin ve ülke ekonomisinin icabıdır.

  1. Dayanağını Bakara Suresinin 282. ayetinden alan Noterlik Kurumu, Anayasal statüye kavuşturulmalıdır. Bunun için yeni anayasa yapılırken yargıyı düzenleyen bölümünde ‘Noterlik Kurumu’ mutlaka yer almalı ve böylece Türkiye’de noterliğin bir anayasal kurum olması sağlanmalıdır. Zira Noterler halihazırda üstlendikleri misyon ve yaptıkları işler ve işlemlerle zaten yargı hizmeti vermektedirler. Ölüme bağlı tasarruflarla ilgili her türlü senetler, taşınmaz hukuku ile ilgili olarak yapılan satış vaadi sözleşmeleri, kat karşılığı inşaat sözleşmeleri, miras payının devri sözleşmeleri ve her türlü vekaletnameler; ticaret hukukunu, borçlar hukukunu, iş hukukunu, medeni hukuku ve vergi hukukunu ilgilendiren pek çok sözleşmeler, taahhütnameler, beyannameler, muvafakatnameler, temliknameler ve vekaletnameler, evi terk eden eşe geri dön ihtarı, mirasçılık belgesi verilmesi gibi noterlerin ifa ettikleri işlemlerin tamamına yakını doğrudan veya dolaylı olarak yargı ile ilgili olup bunlar netice itibariyle bir yargı hizmetidir. Özetle noterler çekişmeli yargı dışında kalan, ancak hukuku ve yargıyı şöyle veya böyle  ilgilendiren hemen her türlü konunun en seri ve kolayca çözümlenebileceği resmi kurumlarımızdır.  Ayrıca noterliklerin gerek kuruluş (ihdas), gerekse işleyişlerinin devlete maddi anlamda hiçbir yük teşkil etmediğini, noterlik hizmetlerini verirken devlet adına harç ve benzeri vergileri düzenli ve aksatmadan toplayarak hazineye yatırdığını ve noterlerin sadık ve sorunsuz gelir vergisi mükellefleri olduklarını da unutmamak gerekir.

6.Noterlik hukukunda radikal ve köklü bir reformun gerçekleştirilmesi durumunda  devletin ve milletin elde edeceği kazanımlar ne olur? Sorusuna şu cevapları vermek abartılı olmaz kanaatindeyim:

a.Ekonomik, ticari ,bireysel, ailesel, toplumsal  alanlardaki hukuki ihtilaflar ciddi oranlarda azalır, küçülür ve  eninde sonunda yargıya taşınacak olan  pek çok sorun daha başlamadan biter. Böylece  genel anlamda yargının iş yükü küçülür ve azalır.

b.Gerek yargı, gerek tapu daireleri eli ile halen görmekte olduğu işlerin bir kısmını noterlere aktaracak olan devlet bu resmi dairelerinde daha az sayıda personel istihdam edeceğinden devletin giderleri ciddi şekilde azacaktır.

c.Bir taraftan devlet daha az memur istihdam ederek bütçe yükünü hafifletirken, diğer yandan bütçe gelirlerini artırmış olacaktır. Çünkü noterlerin yapacakları iş sayısı ne kadar çoğalırsa, devletin kasasına girecek olan harç geliri ile Katma Değer Vergisi ve Gelir Vergileri de o miktarda fazla olacaktır.

d.Noterlerden alınan ve şimdiki uygulamada ortalama yüzde (%35) otuzbeşlerde seyreden Hazinenin serbest meslek kazancından aldığı gelir vergisi fazlalaşacaktır.

e.Devletin noterleri denetleme ve kontrolü basitleşecek, denetim mekanizması hem seri ve hem kolay işleyecek, uygulamadaki müfettiş-noter görüş farklılıkları da kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır.  Denetim kolaylaşmış olmakla kalmayacak, daha sağlıklı, daha verimli ve amaca daha uygun teftiş sistemi  yaşama geçirilmiş olacaktır.

f.Taşınmaz alım-satımlarının ve benzeri önemli konusu para olan işlemlerin noterler tarafından yapılması rüşvet gibi, yolsuzluk gibi, adam kayırma veya adamını bulma gibi gayri ahlaki ve gayri etik yaklaşımları ve uygulamaları da bertaraf edecek, toplumsal ahlakımızı ve insanların birbirine güvenini derinden yaralayan suistimallerin ortadan kalmasını sağlayacak, ekonomi kayıt altına alınacak, alanın da satanın da huzur ve güven içinde işlemlerini yaptırmaları mümkün olacak, günümüzde vatandaşlarımızın zaman zaman yaşadıkları ve yakındıkları kandırılma, aldatılma, yanıltılma gibi endişeleri yaşamadan her türlü menkul ve gayrimenkul mallarını tam bir güven ve huzur içinde alıp satmaları temin ve tesis edilmiş olacaktır.

g.Noterlere tevdi edilen işlerin ve işlemlerin çeşidi artırılmalıdır. Buna paralel noterin yetkileri, hakları ve sorumlulukları da Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmakata olan  standartlara yükseltilmelidir.

h.Noterlerin  yaptıkları  işler arttığı oranda noterliklerde istihdam edilen personel sayısı da artacak,  bu da kamunun halen görmekte olduğu bir kısım hizmetleri (mesela taşınmaz alım-satımı ve taşınmazlarla ilgili her türlü işlemler gibi) notere devretmesiyle oluşacak istihdam açığını  fazlasıyla kapatmış ve telafi etmiş olacaktır.  Ülkemizdeki  hukuk davalarının yarıdan fazlasının gayrimenkul kiraları ile ilgili ihtilafların oluşturduğunu gerçeğini göz önüne aldığımızda konunun önemi ve aciliyeti kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.  Yukarıda da değindiğimiz gibi, kira sözleşmelerinden alınan Damga Vergisi ve Değerli Kağıtlar Vergisi kaldırılır, harç da makul bir orana indirgenirse hem kayıt dışı ekonomi ile etkin bir mücadele edilmiş ve hem de mahkemelere yansıyan kira davaları ciddi oranda azalacağından mahkemelerin iş yükü büyük çapta azalacaktır.

i.Bugün hepimiz tarafından bilinen bir gerçeklik var: Türk Maliyesi, noterlerin dışındaki vergi mükelleflerinden, onların gerçek gelirleriyle mütenasip vergi toplayamıyor. Başka bir anlatımla basit veya gerçek usülde defter tutan gerçek ve tüzel kişi vergi mükellefleri, bilanço esasına göre defter tutan tacir ve sanayiciler ve serbest meslek erbabı olan vergi mükelleflerinin gerçek gelirleri (kaydi gelirleri değil) ile vergi dairelerine ödedikleri vergiye konu gelirleri arasında ciddi boyutlarda orantısızlık mevcut. Yani büyük vergi kaybı var.  Bu bir sır değil. En iyi ve en ileri vergi mevzuatını veya vergi sistemini; hiçbir ayrım yapılmaksızın herkesin her türden gelirlerinin ve giderlerinin beyan edildiği (kayıt altına alındığı) ve herkesin kazancına göre makul ve adil vergi ödediği , ekonomik ve ticari yaşamda, yani içinde paranın olduğu bilumum iş ve işlemlerde kayıt dışı unsurların minimuma indiği vergi sistemi olarak tarif edecek olursak ve böyle bir sistem Türkiye için gerekli ve yararlı ise, bu sistemin hayata geçirilmesinde noterlikler en güzel örnek ve öncü kabul edilebilir. Zira noterliklerde kayıt dışı gelir ve kayıt dışı gider olmadığı gibi vergi ziyaı veya kaçağı da yoktur.

7.Bilindiği üzere Türkiye’nin de dahil olmak istediği ve yapısal reformlar yaparak alt yapı hazırlayıp girmeye çalıştığı Avrupa Birliği’ne üye başta Almanya, Fransa, İngiltere, Portekiz, Slovenya, Hırvatistan olmak üzere Kıta Avrupa’sındaki çok sayıda ülkede, ayrıca mesela Fas ve Cezayir gibi Afrika ülkelerinde taşınmaz alım-satımları ve taşınmazlarla ilgili pek çok işlem noterlikler tarafından yapılmaktadır.  Yine Fransa ve öteki pek çok Avrupa ülkesinde özellikle aile, miras ve şirketler hukuku dallarında  noterler geniş yetkilere sahipler. Bu uygulamalardan bu ülkelerin insanları ve yönetimleri son derece memnun bulunmaktadır. Hiçbir şikayetleri yoktur. Türkiye’mizde de Noterler taşınmaz alım ve satımları başta olmak üzere taşınmazlarla ilgili her tür işlemleri başarıyla yapabilecek deneyime, ehliyete ve yetkinliğe fazlasıyla sahiptirler. Bu uygulama hayata geçirildiğinde bizim halkımızın ziyadesiyle memnun olacağına eminim.  Bunun en güzel, taze ve canlı örneği motorlu araç satışları, Veraset İlamları ve terk eden eşe Eve Dön İhtarnameleridir.  Ayrıca hepimizin utanç duyduğu zaman zaman da olsa zuhur eden tapu dairelerindeki rüşvet haberleri de kendiliğinden sonlanmış olacaktır.   8.Öte yandan noterlerin işlevleri bağlamında ortaya çıkan en önemli yeniliklerden biri, onları karakterize eden temel figür haline gelmiş bulunan ‘danişmanlik işlevi’dir. Günlük işlerimizi ifa ederken her gün onlarca vatandaşa ücretsiz danışmanlık hizmeti vermekteyiz. Bu konunun da yasal bir statüye kavuşturulması hayati önem arz etmektedir. Böylelikle ‘danışma ücreti’ yasal statüye kavuşturularak noterlerin gelirlerine dahil edilecek ve bu da doğal olarak vergilendirilecektir.

ÖZET VE SONUÇ

1.Noterlik işlemlerinden Hazine adına alınan para “İşlem Vergisi veya İşlem Harcı” adı ile tek bir kaleme indirilmelidir.

YARARLARI:

  1. İşlem sayısı ve çeşidi artacağından hazine gelirleri bugünkünden fazla olacaktır. b. Noter ücretleri, dolayısıyla noter gelirleri artacağından devletin noterlerden alacağı vergi miktarı ciddi oranda artacaktır.                                                                            c. Devletin noterleri denetleme ve kontrolü basitleşecek, denetim mekanizması hem seri ve hem kolay işleyecek, uygulamadaki müfettiş-noter görüş farklılıkları da kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır.  Denetim kolaylaşmış olmakla kalmayacak, daha sağlıklı, daha verimli ve amaca daha uygun bir teftiş sistemi yaşama geçirilecektir.                                                                    2. Noterlerin iş çeşidi ve sayısını arttırıcı yasal düzenlemeler yapılmalıdır. En başta taşınmaz alım ve satımı  ve taşınmazlarla ilgili her türlü akitleri yapma görevi noterlere devredilmelidir.

YARARLARI:

  1. Devlet daha az personel istihdam edecek. b. Maliye’nin personel giderleri azalacak. c. Yargının yükü hafifleyecek.                                         d. Vatandaşlarımız resmi dairelerde şimdiki gibi vakit yitirmeyeceğinden ve rüşvet gibi ahlaksız tekliflerle karşılaşmayacağından yeni uygulamadan memnun olacaklardır.                                                                         3. Noterlik Ücret Tarifesi’nin sınırları belirlenmeli ve yasal statüye kavuşturulmalıdır.

YARARLARI:

Her şey açık ve şeffaf hale gelmiş olacak, vatandaş ödeyeceği parayı önceden bilecektir.

TÜRKİYE’DE EN DÜZENLİ VE GELİRİNE GÖRE EN YÜKSEK ORANDA VERGİYİ NOTERLER ÖDÜYOR

l970’lerden itibaren kitap-kırtasiye ticareti yaparak iş ve çalışma hayatına başladım ve daha sonraları defter imalatı, 17 yıl serbest avukatlık ve 2000 yılından itibaren de noter olarak ekonomik yaşamın içerisinde bulunmaktayım. Konuyla ilgili okuduklarımdan, dinlediklerimden, gördüklerimden ve yaşadıklarımdan oluşan deneyimlerimle vardığım bir sonuç var. O da; kimse üzerine alınmasın ve kırılmasın ama isteyerek veya istemeyerek kabul edelim ya da etmeyelim Türkiye’de apaçık bir gerçek var: Küçük esnaf, sanatkar, KOBİ statüsündeki işletmeler ve sanayiciler, büyük sanayiciler ve tacirler, doktor, avukat, muhasebeci ve mali müşavirler, mimarlar, mühendisler gibi ünvanı, adı ve tanımı ne olursa olsun her türden, her zümreden, her gruptan, her sınıftan oluşan vergi mükellefleri ve vergiye tabi gelir elde eden vatandaşlarımız ve şirketlerimiz  vergiye konu olan gelirlerini eksiksiz, sağlıklı, düzenli ve şeffaf olarak beyan etmiyorlar, etmek istemiyorlar ya da edemiyorlar. Adımız, görevimiz, ünvanımız, yetkimiz ne olursa olsun bu gerçeği hiçbirimizin görmezlikten gelme hakkımız ve lüksümüz olamaz. Bunun böyle olmasında vergi mevzuatının dağınıklığının, karmaşıklığının ve uygulamasının zorluğunun payı kadar, vergi oranlarının bir hayli yüksek olmasının da payı bulunmaktadır.  Sözün burasında bir parantez açmamız gerekiyor: Gelir Vergisi ve Katma Değer Vergisi mükellefi olan noterler ülkemizde hem en şeffaf, en kolay denetlenebilir, en açık belge düzenine sahip, hem de vergi kayıp ve kaçağının sıfıra yakın olduğu serbest meslek grubunu oluşturmaktadırlar.

Bu örnek uygulamadan kamu maliyesinin azami ölçüde yararlanmasını sağlamak ve noterlerdeki uygulamayı öteki vergi mükelleflerine de teşmil etmek kaçınılmaz bir görev ve sorumluluktur. Öyleyse vergi mükellefi olan tüm kesimleri ve sektörleri adil ve yaygın bir vergi disiplini içine alıncaya kadar; yani gerekli yasal düzenlemeler yapılıp hayata geçirilinceye kadar, en azından ve vergi toplamayı çoğaltmak ve yaygınlaştırmak adına noterlere çok daha fazla iş sağlamak aklın ve mantığın doğal sonucudur.

Bunun nasıl olacağını, yukarıda özet olarak işaretlemiş bulunuyoruz.

Dikkat çekici, hepimizi uyarıcı ve uykudan uyandırıcı bir örnek olması bakımından kira sözleşmelerine noter onayı getirme şartını ele alalım. Lütfen hiçbir şeye önyargı ile bakmayalım. Türkiye’de 16.000.000’dan fazla konut var. Ve bunun beşte biri kadar da, yani 3.000.000 adet de işyeri/dükkan olduğunu kabul edelim. Toplam rakam 19-20 milyon adet bağımsız bölümden oluşan konut ve işyerinin yaklaşık beşte ikisi kirada bulunuyor.  Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2007 yılı gelir ve yaşam koşulları araştırma sonuçlarına göre her 10 kişiden 4’ü kirada oturuyor. Kendilerine ait konutta oturanların oranı ise yüzde 60. Bu demektir ki, ülkemizde yaklaşık 8 milyon kiracı var.

Noterlik işlemlerinden artık karşılığı kalmayan ve örneği olmayan Damga Vergisi Kanunu ve Değerli Kağıtlar Kanunu gereği alınmakta olan ve oldukça önemli rakamlara baliğ olan iki kalem verginin kaldırılması halinde noterlik işlemlerinin maliyeti ciddi oranlarda azalacağından, kiranın süresi ve miktarı ile değişecek makul orandaki devletin verdiği hizmetin karşılığı olarak alınacak NOTER HARCI ile yetinilmesi halinde, noterliklerde onaylanacak kira sözleşmeleri yıllık bazda 4-5 milyon adedi bulacaktır. Bunun da hazineye yıllık getirisi ortalama 100.000.000,00 TL ile 200.000.000,00,TL. arasında olacaktır.

Mevcut uygulamada ise sözleşmenin süresi ve kira bedeli ne kadar az olursa olsun noterliklerde onaylanan bir kira sözleşmesinin en ucuzu taraflara 100,00 TL’nin üzerinde masrafa mal olmaktadır. Bu rakamın 43,50 TL’si Değerli Kağıt bedelidir. Hal böyle olduğu içindir ki, gerek konut sahipleri, gerek işyeri ve dükkan sahipleri kiracılarla yaptıkları akitleri notere onaylatmaktan vazgeçiyorlar ve kendi aralarında imza altına alıyorlar. Elbette ülkemizde sözleşme serbestisi ve herkesin dilediği şekilde sözleşme yapma özgürlüğü var. Bir özgürlük toplumun zararına, bireylerin çıkarına hizmet eder hale gelmişse ve kayıt dışı ekonomi hortlamışsa, idarenin bu konuda makul tedbirler alması kaçınılmazdır.

Hasılı her şeyde olduğu gibi ekonomi alanında başarı çok üretmek, ürettiğini ucuza mal etmek ve kaliteli ürün yaratmaktan geçer.  Ekonominin de, ticaretin de, sanayinin de, ihracatın da, kalkınmanın da, refahın da motoru bu ilkedir. Üretmek için sermayenin atıl halde durmaması, işin ehli, çalışkan, güvenilir, dürüst ve yetkin girişimcilere halkın ve kamunun karşılıksız veya maliyetsiz sermaye desteği sağlaması ekonomide başarıyı getirecek en sağlam çözüm formülüdür.

Sözün özü; Türkiye sadece kayıt dışı ekonomiyi önleyebilse, her yıl yukarıda adları yazılı büyük projelerin yaklaşık iki katı kadar önemli ve ülkemizi her alanda zıplatacak projelere imza atabilir.

Kayıt dışı ekonomi hakkında çok şey söylenebilir, değişik görüşler serdedilebilir. Ancak bunlara pek gerek yok. Çünkü akıl, izan ve insaf sahipleri için her şey ayan beyan ortada. Sonuçları ve tahribatları da aşağı yukarı herkes tarafından biliniyor.

ÖZETLEYEREK SÖYLERSEK TÜRKİYE’DE KAYIT DIŞI EKONOMİNİN ANA NEDENLERİ ŞUNLARDIR:

  1. Vergi oranlarının yüksek olması.
  2. 2. Vergi yasalarının, kısaca tüm vergi mevzuatının karmaşık, dağınık, dilinin anlaşılmaz olması, uygulamasının çok zor ve alengirikli olması. Vergi dilinin ağır ve ifadelerin, tanımların, anlaşılması güç sözcüklerle ifade edilmesi.
  3. 3.  Konusu para olan ve hazineyi ilgilendiren hemen her yasada mutlaka birden fazla “istisna” ve “muafiyet” hükmünün yer alması. Mesela ücret ve maaş hesaplamasını öyle sanıyorum ki Sayın Maliye Bakanı bile yapamaz.
  4. 4. Sahtecilik, Rüşvet ve Vergi kaçırma suçlarının müeyyideleri, bu ahlak dışı sapkınlıkları önleyici olmaktan fersah fersah uzak olması. Zaman zaman alınan veya halen var olan önlemlerin bu tür kötülüklere meyli olanları ıslah ve disipline edecek kalitede olmayışı. 5. Belki de bütün bu faktörlerin hepsini içinde barındıran ana neden ise yaygınlaşma eğilimi gösteren bilinçsizlik, bireyse ve toplumsal cehalet ve çıkarcılık.

ÇÖZÜM İÇİN ÖNERİLER

  1. Vergi verme kültürünün yaygınlaştırılıp geliştirilmesi.
  2. Vergi vermenin bir angarya olmadığının, bilakis bireysel, toplumsal ve sosyal bir görev olduğunun, zekat kurumunun günümüzdeki karşılığı olduğu gerçeğinin insanımıza iyi ve doğru şekilde anlatılması.
  3. Toplumun bütün kesimlerini, fertlerini ve hükmi şahıslarını içine alan yeni bir vergi sistemi kurulmalı. Bunun için mevcut yapı tamamen lağvedilip sonlandırılmalı. Zaten bir konuda mevcudu yıkmaksızın yerine yenisini ve daha iyisini kuramayız.
  4. Yeni vergi sitemi hemen herkesin anlayabileceği ve uygulayabileceği şekilde açık, anlaşılır ve sade bir dille yazılmalı.
  5. Sistemin esası şu olmalı:  Herhangi bir gelir elde eden her kişi ve kurum-şirket istinasız bütün gelirlerini GELİR ve kime, nereye ne harcarsa harcasın bilumum giderlerini gider yazmalı.  Aradaki fark vergi matrahı olarak vergilendirilmeli.
  6. Her türlü Vergi ve Harç muafiyetleri ve istisnaları kaldırılmalı. Bunun yerine yatırım teşvikleri; teşvik kapsamında yatırım yapan veya üretim yapan vergi mükelleflerine 3-5 yıl gibi sürelerle faaliyetlerinin konusuna göre değişen vergi vermeme olanağı sağlanmak suretiyle uygulanmalı.
  7. Günümüzde anlamı kalmayan, hizmet olarak karşılığı olmayan Damga Vergisi, özel iletişim vergisi,  sadece noterliklerde uygulanmakta olan Değerli Kağıtlar Vergisi,  Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi gibi vergiler tamamen kaldırılmalı. Bunlardan doğacak vergi kaybı ise vergilerin çok geniş kesimlere yayılması, vergi kaçağının önlenmesi suretiyle karşılanmalı.
  8. Sahte belge düzenlemek ve bunları kullanmak, vergi kaçırmak “yüz kızartıcı suç” kapsamına sokularak çok ağır ve caydırıcı yaptırımlara bağlanmalı.
  9. Vergi salt gelirden değil, aynı zamanda servet üzerinden de makul oranda vergi alınmalı.
  10. Vergi oranının üst sınırı tüm mükellefler için  % 20’yi geçmemeli.

SON SÖZ: Milletini ve ülkesini seven bir insan olarak ben kendi adıma “Tükettiği halde çalışmayan ve üretmeyen herkes kayıt dışı hırsızdır.” diyorum. Bunun anlamı şudur: Yaşayan her insan hayatını idame ettirebilmek için yemek ve içmek zorundadır, yani tüketmek zorundadır. Tüketmek için de aralıksız üretmek gerek. Üretim faaliyeti ise çalışmayı, gayreti ve cehdi gerektirir. Şayet bir insan beden ve akıl sağlığı yerinde ve çalışmaya elverişli olduğu halde çalışmıyorsa, o insanın tükettiğini başkaları üretecek, yani çalışmayan insanın rızkının sorumluluğunu başka insanlar sırtlanacak demektir. Üretim ya kas gücüyle, yani bedensel devinimler yoluyla yapılır, ya da akıl kullanılarak ve işletilerek zihinsel ve fikirsel üretimler yapma şeklinde yapılır. Yüce Yaratıcı insanı beden ve enerji olarak hareket etmeye, yani çalışmaya uygun şekilde yaratmıştır. İnsan bedenen ve ruhen ne kadar çok, sürekli ve düzenli çalışırsa o ölçüde sağlıklı ve dinç kalır, verimli ve üretken olur,  beyin olarak gelişir ve aklını kullanma, aklını hayırlı, yararlı ve verimli alanlarda işletme konularında gelişir. Bu ise hem bireyler için hem toplum için iyi, güzel ve yararlı amel demektir.

Millet olarak şu gerçeği hiç unutmayalım: Ekonomik özgürlüğü olmayan bir milletin siyasal özgürlüğü de, askeri özgürlüğü de, demokratik hak ve hürriyetleri sonuna kadar kullanma özgürlüğü de olamaz.