Hayvan Belgeseli Hangi İdeolojinin Propagandasını Yapar?

 

BELGESEL 2

MUSTAFA YÜREKLİ

Vahşi hayvan belgeselleri gücü ve menfaati esas alan pragmatizmin propagandasını yapar. Orman düzenini, gücü yeten yetene yaşamayı, çatışmayı kanıksar hale getirir seyircileri..

Acun Ilıcalı, sahibi olduğu TV8’de ‘sert’ hayvan belgeseli yayınlayacağını açıkladı. Prime time, yani en çok televizyon izlenen saat diliminde hayvan belgeseli yayınlayacak. Aslanlar ovada otlayan zebralara saldıracak, timsahlar su kenarına gelen ceylanları parçalayacak, yılanlar otların arasında dolaşan tavşanları yutacak filan! Açılımı, ‘vahşi hayvan belgeseli.’ Tutar mı? Acun tutacağına emin! “TV8 sunum işini iyi yaparsa neden prime-time’da belgesel izlenmesin?” diyor,

Dünya ülkelerinde televizyon yayınları bizdeki gibi değil. Avrupa’da, Amerika’da, Japonya’da, Avustralya’da hiçbir televizyon kanalında günde 3-5 dizi film yayınlanmıyor. Çoğunda, sadece bir tek sitcom ya da dizi; ya var ya yok! Avrupa ülkelerinde prime time’da belgesel yayınlayan ulusal kanallar var ve bu programlar oldukça ilgi çekiyor. Bence bizde de bu iş tutar.

Üç buçuk yaşında bir çocuk yırtıcı hayvanlara bayılıyor. Kediye, köpeğe, kuşa, kelebeğe dönüp bakmıyor. Timsah, yılan, kaplan, aslan, leopar, çakal, kartal en sevdiği hayvanlar. Evleri işgal etmiş durumdalar.

Her evde, her çocuk odasında, her bir çocuğun üçer beşer oyuncak modeli boy boy dizili! Çocuklar günde en az birer kez babalarına şu soruları soruyor: “Baba hangisi hangisini parçalar?” “Sen onları yenersin di mi baba?”

Çocuklara göre, vahşi hayvanlar herkesi yer, ama babası onların hakkından gelir. Çocuğunu hayal kırıklığına uğratacak değil elbet de babalar: “Merak etme” diyorlar, “Bir yumruk birine, bir yumruk öbürüne vururum, kalanları da tekme tokat hallederim.” Çok seviniyor çocuk. Geçen gün bir dostumun evinde baktım çocuk aslana sinirlenmiş söyleniyor: “Babam seni de arkadaşın timsahı da tokatlayarak döver!”

Vahşi hayvan belgesellerinin çoğu Batılı ülkelerin sinema ve televizyonlarının yapımı.. Bu yapımları Türkiye’de İslami duyarlılık iddiasında bulunan kanalların yayınlıyor oluşu beni hep şaşırtmıştır. Belgesel seyircisi denilince ülkemizde hayvan belgeseli seyretmekten zevk alan insanlar akla gelir bu yüzden.

Oysa vahşi hayvan belgeselleri gücü ve menfaati esas alan pragmatizmin propagandasını yapar. Orman düzenini, gücü yeten yetene yaşamayı, çatışmayı kanıksar hale getirir seyircileri.. Daha da kötüsü seyirciye büyük ve güçlü olanın reva göreceği her türlü zulme razı olmayı öğütler hayvan belgeselleri. Ne var ki hiç kimse bunu fark etmez bile..

Doğu Batı Sınırının Değişkenliği

europerap

YÜKSEL KANAR

Haritalarda yer alan bir kıta olarak Avrupa’nın, bu kıta adını hak edip etmediğini bir tarafa bırakalım, kendisi için belirlediği maddî sınırlarını çizmek gerçekten zordur. Bundan daha zoru ise, tarihsel ve söylemsel anlamdaki Doğu-Batı sınırlarının belirlenmesidir. Zaten sürekli değişen bu oynak durum, tarih boyunca Avrupalının bizzat kendisi için de hep sorun oluşturmuştur. Avrupalı, çeşitli dönemlerde ve değişen anlayışları doğrultusunda Doğu sınırını bazen geriye doğru çekmiş, bazen da ileriye doğru uzatmıştır.

Hentsch, yüzyıllara dayanan Doğu-Batı karşıtlığının sınırlara dayalı bölünme çizgisinin hiç durmamacasına yeniden ortaya çıktığını ve hep varolduğunu belirtir. Avrupa düşüncesi bir efsaneyle başlamıştır. Bu, büyük bir olasılıkla Samî dokusu üzerine dokunmuş bir Yunan efsanesidir: Zeus tarafından aldatılıp kaçırılan tanrıça Europa, kendisini baştan çıkaran tanrının çocuğunu doğurmak için, yaşadığı Asya topraklarından, hayvan sırtında Girit adasına uçurulur. Kaçırılışından bir gece önce rüyasında iki toprağın, Asya toprağı ile karşıdaki toprakların kendisi uğruna çekiştiğini görmüştür. “Bu olayda Batı’nın kökleri ve kimliği konusunda beslediği ideolojiyi alabildiğine doyuracak kadar malzeme yatmaktadır: İlk büyük uygarlıkların beşiği Asya’dan gelen ve birçokları arasından seçilen Europa, aniden ve çok hoş bir biçimde, gelecekteki soyunu değiştiren ve çok büyük bir role yazgıla-yan Zeus tarafından döllenebilmek için doğduğu topraklardan koparılmıştır. Herhalde, hem Asya soy zincirini hem de Yunanistan’ın özel konumunu bir temele oturtmak amacıyla yaratılan bu Europa öyküsü kendilerini Helen soyundan sayan kavimlerce benimsenmiştir. Horatius çok sonraları, ‘Yerkürenin bir parçası senin adını alacak’ diyecektir. (…) Bu efsane önce Asya ile Yunanistan, daha sonra da Yunanistan ile Avrupa arasındaki zorunlu bağlantının kurulmasını sağlamıştır. Ama ilkinde bu bağ basit bir geçiş biçiminde gerçekleşirken, Yunanistan ile Avrupa arasında ortak bir kökene dayalı, kalıcı bir ilişki söz konusudur”[1].

Nitekim Ege’nin doğu kıyısının Asya olarak kabul edildiği ve haritaların bu şekilde çizildiği bugünkü anlayışla bakıldığında, Truva savaşı tarihteki ilk Doğu-Batı çatışması olarak görülebilir; fakat Yunanistan ile Avrupa arasındaki ilişki dolayısıyla mitolojideki Truva yabancı değil, Yunanistan’a karşı olamayacak kadar Helen mirasına dâhildir. Bu yüzden ilk Doğu-Batı çatışmasının ondan sonraki Med savaşları olması daha mantıklıdır. Çünkü Persler barbardır, yani Yunanlı değildir. Buna göre, “Med savaşlarını Avrupa ile Asya arasındaki binyıllık amansız kavganın ilk vuruşu ve simgesi haline getirmek ve Yunan zaferlerinde ‘Batı’daki akıl ve özgürlüğün Doğu’nun maddeciliği ve despotizmine galip gelişini’ alkışlamak için daha fazlasına gerek yoktur”[2]. Hentsch, 1943’te André Siegfried’in “Büyük Yunan uygarlığı döneminde dünyanın ağırlık merkezi, dar bir Asya bağlantısıyla, Doğu Akdeniz’de bulunuyordu; ama Batı daha o tarihte Doğu’dan farklıydı ve Yunan kültürü bugün de anladığımız anlamda Batılıydı” dediğini, Grousset’nin de kategorik olmada ondan aşağı kalmadığını, Avrupa ile Asya arasındaki manevî ve politik sınırı Akdeniz’in doğu kıyısına yerleştirdiğini belirtir[3]. Grousset’ye göre, Avrupa ruhunun ilk kez kendi bilincine varması M. Ö. 5. yüzyılda Yunanistan’da gerçekleşmiş ve bu ruh, sekiz yüzyıl boyunca Asyalıların karşısına dikilmiştir.

Bu tür düşüncelerin, Avrupa ruhunun âdeta M. Ö. 5. yüzyıldan günümüze kadar Akdeniz’in doğusunda ve batısında hiçbir kesintiye uğramadan yayıldığı ve bu denizi kendine malettiği gibi bir duygu oluşturduğunu belirten Hentsch, haklı olarak “neden eski Yunanlılar’ı Avrupalı saymak gerekiyor?” diye sorar. Çünkü o dönemde tarihsel kavram olarak Avrupa diye bir şey henüz yoktur ve bu Yunanlılar için tamamen coğrafî bir kavramdır. Herodot’un Avrupa’sı, Rus düzlüklerini kapsayan Skythia’dan güçlükle ayırt edilebilen kuzeyde bir bölgedir ve Yunanistan bunun içinde değildir. Herodot’tan bir kuşak genç olan Hippokrates Avrupa’yı, sert ve tarıma elverişsiz bir iklim olarak tanıtmıştır. Burada yaşayanlar da vahşi yapılı, yabanî ve öfkelidir. Yunanlılar bu tabloda da yer almaz. Aristoteles ise, Yunanlıları, beceri ve beyin güçleri kıt Avrupalılarla, cesaret ve iradeleri eksik Asyalılar arasına yerleşmiş mükemmel sentez olarak tanımlar. Dolayısıyla o da kendilerini Avrupalı saymaz. Bu gerçeğe rağmen, örneği Grousset, Aristoteles’in öğrencisi olan İskender sayesinde “Avrupa sınırlarının bir çırpıda bütün bir ön Asya’yı yutarak, hızla Semerkant’ın ve Lahor’un ötelerine, ta Orta Asya kapılarına taşındığını” belirtir. Üstelik burada bir de suçlama vardır: Büyük İskender ve ondan sonra gelenler Yunan ruhuna aykırı davranarak “Doğu ruhunun Helen dünyasına sızmasına” neden olmuşlardır. İskender Avrupa’yı çok uzaklara sürüklemiş ve onu Asya kütlesinin içinde eritmiştir[4]. Burada Yunanlıların olmadıkları bir özellikle donatıldıklarını ve bu özelliğe uymadıkları için de suçlandıklarını görüyoruz.

Bu suçlama, Avrupa’yı Asya kütlesi içinde erimekten kurtaran Roma’nın savunulması için bir kapı aralamaya imkân sağlar. Bayrak, İskender’in Avrupa’yı bitirmesine ramak kala, kurtarıcı bir güç olarak Roma tarafından devralınmıştır. Roma İmparatorluğu ile birlikte Batı’nın merkezi artık Akdeniz’dir. “Doğu ise olması gereken yerde durup durmaktadır: dışarıda, bizim denizimizin, Mare nostrum’un güney ve doğu kıyılarının ötesinde, Batı’nın Akdeniz’in birliğine ilişkin hayalini bugün bile zihnimizden atmış değiliz; ve o zamandan beri bu hayalin maruz kaldığı binbir çatlak, Roma’nın bizlere özlemini bıraktığı politik birlik görüntüsünü bozup durmaktadır”[5].

Romalıların, Akdeniz’in iki havzası arasındaki farklılıkları giderme çabalarına ve bunda önemli ölçüde başarılı olmalarına rağmen, Antikçağ’da Doğu havzası ekonomik ve kültürel alanda Batı havzasına karşı üstünlüğünü hep korumuştur. İmparatorluğun ikiye bölünmesinden sonra bu üstünlük daha da artmıştır. Constantinus’un imparatorluğun idarî birliğini kendi otoritesi altında toplayarak devletinin merkezini Konstantinopolis adını alan Bizans’ta kurması, kimi tarihçilerce Doğu Roma İmparatorluğu’nun gerçek başlangıcını belirlemiştir. Doğu’ya kayışın, daha önce Yunan klasizminin saflığını bulandırdığı şeklinde yorumlandığını görmüştük. Bu kez de Roma erdemlerinin sarsılmazlığına gölge düşürdüğü şeklinde bir yoruma yol açmıştır. Hentsch, buna örnek olarak Edward Gibbon’un şu ifadelerini verir: “Romalılar’ın iktidara sahip olma gerçeğinden hoşnut bilgece gururları, gösterişli biçimleri ve törenlerini Doğu’nun kibirine bırakmıştı; ama eski özgürlüklerinden kaynaklanan erdemlerin izi bile kalmaz hale gelince, hal ve tavırlarındaki sadelik hiç fark edilmeden yok oldu ve Romalılar Asyalı saray dalkavuklarının şatafatlı yapmacıklığını taklit edecek kadar alçaldılar”[6].

Böylece Doğu Roma, ya da diğer adıyla Bizans ile Batı Roma arasındaki karşıtlık, ortada vazgeçilmez hangi Roma erdemi kaldığı açıklanmaksızın, birincisi aleyhine verilen hükümle açık bir biçimde sahneye çıkarılır. Artık Bizanslılar, Roma ve hatta Yunanistan’ın adlarını kötülükleriyle lekeledikleri için aşağılanmaktan başka bir şeyi hak etmezler. Gibbon gibi Avrupalı tarihçilerin bu yorumu, “Akdeniz birliğinin dağılması ve Roma uygarlığının doğuya kayması karşısında kapıldıkları düş kırıklığının bir ifadesidir”[7]. Çünkü bu ikili olgu, onların, kendilerini içine yerleştirmekten hoşlandıkları Yunan-Latin antikçağının devamı oldukları düşüncesini zedelemektedir. Bu düş kırıklığına dayalı yorumların bizi ilgilendiren kısmı şimdilik Doğu sınırının Bizans nüfuzu altındaki bölgeye, yani aşağı yukarı İtalya’ya kadar geri çekilmesidir. Bunda, daha sonra İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinin ve bu topraklarda yüzyıllar boyu sürecek Osmanlı egemenliğinin kurulmasının etkisini de unutmamak gerekir.

Hodgson, coğrafya konusundaki çarpıtmanın arkasından, Batılı dünya tarihi tasavvuru hakkında da aynı şeylerin söylenebileceğini göstermiştir. “Burada da kullanmak üzere kendimiz için kabul ettiğimiz terimler çarpıtmayı beslemektedir”. Batı’nın tarihsel dünya tasavvurunda geleneksel hikâyenin nasıl aktığı biliniyor: “Tarih ‘doğu’da başlamıştır: Mezopotamya ve Mısır’da (fakat Orta Çağ Batı yazarlarının söylemiş olduğu gibi cennette, daha Doğu’da değil); daha sonra meşale ardışık biçimde Grek ve Roma’ya ve son olarak da Orta Çağ ve modern hayatın inkişaf ettiği kuzeybatı Avrupa Hıristiyanlarına teslim edilmiştir. Orta Çağ boyunca esas itibariyle Batı’ya ait olan bilim meşalesini Batı teslim almaya ve daha ileriye taşımaya hazır olana değin, İslam’ın onu geçici süreyle tutmasına izin verilmiştir”[8]. İslâm’ın tarih içine bu geçici girişine karşılık Hindistan, Çin ve Japonya gibi eski medeniyetler ise, Batı Avrupa’ya daha az katkıda bulunmaları nedeniyle tarihin ana damarından tecrit edilmişlerdir. Tarihin akış yönü, uygarlaşalı beri bütün Batı-Avrupa’yı ve bu zamandan önce de güneydoğuya kadar uzanan bölgeler içinden seçilmiş dönemleri içine alır: “Roma İmparatorluğu dönemine kadar Yunan tarihi” ve “Greklerin tarih sahnesine çıkışına kadar Yakın Doğu”. Roma İmparatorluğu zamanında Bizans “Doğu” kabul edilir, Greklerin ortaya çıkışından sonra ise Yakın Doğu, yani İslâm devreden çıkarılır. “Tarihin ‘ana akış istikameti’, geleneksel imgesi içinde Merovenjlerin Karanlık Çağlarındaki kuzeybatı Avrupa’yı kaplar –her ne kadar o dönemde Bizanslılar ve Müslümanların (Hintliler ve Çinlilerin de) çok daha medeni olduklarını herkes biliyorsa da. Tarihin ‘ana akış istikameti’ kabaca bizim en yakın tarihi cetlerimizden ibarettir”[9].

Hodgson, tarihin ana akış yönünün bütün bölgelerinin “Batı” ile özdeşleştirilmesinin altını özellikle çizer. Antikçağ Yunanistan’ı “Batılı” olarak kabul edilirken, aynı coğrafya Bizans döneminde “Doğu” içinde değerlendirilir. Dikkat edileceği üzere burada bir zaman sapması söz konusudur. Tarihsel zamandiziminde daha sonra yer alan Roma İmparatorluğu döneminde Bizans Doğu kabul edilerek kendinden önceki Yunan tarihi devre dışı bırakılmıştır. Ancak daha sonra Batılılarca Yunan düşüncesinin kendilerine kök seçilmesiyle birlikte daha geriye, Bizans’tan da önceye dönüş yapılmış ve eskiden Doğu kabul edilen aynı coğrafya bundan sonra Batı’ya dâhil edilmiştir. Gerçekten de Roma İmparatorluğu döneminde Avrupalılar Bizans’ı Batı olarak kabul etmiyor, Bizanslılar da kendilerini Romaioi,yani Romalılar olarak adlandırıyor ve imparatorluklarını, eski Roma İmparatorluğunun batı bölümünün uğradığı felâketlerden Tanrı’nın lûtfuyla kurtulmuş olan antik Helen-Roma dünyasının doğu bölümü olarak görüyorlardı[10].

 

[1] Thierry Hentsch, Hayali Doğu, s. 23-24

[2] Age., s. 25

[3] Bkz. age., s. 25

[4] Bkz. age., s. 29

[5] Age., s. 30

[6] Age., s. 32

[7] Age., s. 33

[8] Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek., s. 35-36

[9] Age., s. 36

[10] Bkz. Donald M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları, s. 1

 

(Yüksel Kanar, BATI’NIN DOĞU’SU, s. 170-176)

İki Kutuplu Dünya Anlayışı

yüksel kanar 2

YÜKSEL KANAR

Birçok araştırmacı, toplum ve uygarlıkların daha iyi anlaşılmalarını sağlayan ve bu anlamda hiç kimsenin itiraz edemeyeceği doğal farklılıkların ortaya konulması yerine, vardığı noktanın Asya’nın giderek daha aşağı görülmesi olan Avrupa ve Asya arasındaki karşıtlığa dayalı düşüncenin kökenlerini, Avrupa tarihinin erken dönemlerine kadar götürürler. Jack Goody, Asyalıların barbarca bir ihtişam ve despotik bir otorite ile birlikte anılmalarının nedenini Yunanlılarla Persler arasındaki mücadeleye bağlar. 

Aristoteles Politika adlı eserinde, Doğuluları köleliğe daha uygun insanlar olarak tasvir etmiştir. Ona göre “bütün barbarlar”, Asyalılar da dâhil olmak üzere, Yunanlılardan, ya da Avrupalılardan daha aşağılıktır. Ortaçağ Hıristiyan ve Avrupa kimliği tarafından güçlenen bu düşünceler giderek daha da pekiştirilmiş, Aristoteles’in izinde giden Montesquieu (1689–1755) de bunu –sözünü ettiğimiz karşıtlık içerisinde- Avrupa’nın “özgürlük için olağanüstü yeteneği” ile Asya’nın “köleliğe yatkın ruhu”nu karşılaştırmaya kadar götürmüştür[1].

Hippokrates’in, iklimin insanların kişilikleri üzerine etkilerini incelediği Havalar, Sular ve Yerleradlı eserinden yararlanan Aristoteles, Politika’da önce çeşitli krallıkları incelediği bir bölümde, Yunanlı olmayan krallıklarda görülen egemenlik türünden söz ederken, bunların eski tiranlarla aynı ve onlardan eksiksiz bir güce sahip olan monarşilerini ele alır. “Barbarlar, doğal kişilikleri gereği, Yunanlılardan (ve Asyalılar, Avrupalılardan) daha köle ruhlu oldukları için, bu despotça yönetime gık demeden boyun eğerler”[2] der. Daha sonra da, bütün dünyanın ırksal bölünmelerine göz attığı bir bölümde şunları dile getirir: “Soğuk bölgelerde yaşayan ırklar ve Avrupa’dakiler cesaret ve tutkuyla doludurlar, fakat beceri ve beyin güçleri biraz kıttır; bundan ötürü, genellikle bağımsız kalabilmelerine karşın, siyasal birlikleri ve başkalarına egemen olma yetenekleri yoktur. Öte yandan, Asyalı ırkların hem beyinleri hem de becerileri vardır, ama cesaret ve iradeleri eksiktir; bu nedenle, hep köleleştirilir ve uyruk olarak kalırlar. Coğrafyaca orta bir durumda bulunan Helen ırkı ise her ikisinden de bir ölçüde pay almıştır. Dolayısıyle, en iyi siyasal kurumlara sahip olmak özgürlüğünü sürdürüyor ve tek bir anayasa altında birleşse, bütün öteki ülkelere egemen olabilecek yetenekte”[3].

Görüldüğü gibi Aristoteles, Helen dünyasını merkeze yerleştirerek onun doğusunu ve batısını neredeyse eşit derecede birtakım yeteneklerden yoksun gösteriyor. Avrupalılar beceri ve beyin gücünden, Asyalılarsa cesaret ve iradeden yoksundurlar. İkisinin ortasında yer alan Helen ırkı, bunların olumlu özelliklerini (ama nedense olumsuzlarını değil) almıştır. Montesquieu de aynı şekilde iklimin insan kişiliği üzerindeki etkisini öne çıkarır. Ancak o, bu kez üçlü bir karşılaştırma yerine, Avrupa’yı merkeze alarak ikili bir karşılaştırmaya gider ve Aristoteles’in düşüncelerini, içinde Avrupalılar konusunda da olumsuz yargılar barındıran görüşlerden temizleyerek, katıksız bir Doğu-Batı karşıtlığı düzeyinde ve elbette üstünlüğü Avrupalılara vererek savunur.

Doğu hakkında edinilen bilgideki artışın Asya ve Avrupa arasındaki farka ilişkin bu yaygın önyargılı kanıyı değiştirmesi beklenirken, tam aksi gerçekleşti ve “İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin yaşanmasıyla birlikte bu siyasal karşıtlık, klasik iktisatçıların ellerinde ekonomik bir karşıtlığa dönüştü. Bu iktisatçıların görüşleri, Adam Smith’in, kitlelerin yoksulluğunu ekonominin artan nüfusa ayak uyduramamasına bağlayan Ulusların Zenginliği adlı kitabına kadar dayanır. Bu konu daha önce, aşırı nüfus artışını sıcak iklimlere dayandıran Montes-quieu’yü de meşgul etmiştir; Çin, doğal özgürlüğü ihmal edip bunun yerine ticareti denetleyen yapay düzenlemeleri yeğleyen durağan bir rejime sahipti”[4]. Goody, Karl Marx’ın da klasik iktisatçılardan etkilenerek, “sulamaya dayalı tarımla uğraşan itaatkâr köylü halkın despotça yönetildiği, ‘durağan Asyalı devlet’ kurgusunu benimseyen kimi yazarları ve rağbet gören kimi yaklaşımları” takip ettiğini söylüyor. Bu Asya tipi yaşam tarzına göre “Asyalı devletler birtakım derin nedenlerden dolayı ilkel toplumlardan feodalizme, daha sonra kapitalizme ve en sonunda sosyalizme varan gelişim sırasını izleyememişlerdi. Marx’ın gelişime dayalı aşamalar üzerine kurduğu bu tasarısı, Avrupa deneyimine dayanan yaygın bazı öngörülerin somutlaştırılmasıydı. Bu somutlaştırma durgun ‘Doğulu’ (stagnant ‘oriental’) toplum biçimlerine sahip Asya’yı şemanın dışında bıraktı; yani ‘Asya’yı istisnalaştırma’ yoluna başvurdu”[5].

Görüldüğü gibi bu karşıtlık hemen her alanda karşımıza çıkıyor. Bu belirgin tavır dolayısıyla Hentsch de Doğu’nun, bir kavram olarak “Batı’nın tam karşıtı” olarak kurulduğunu ve sınırlarının belirsizliğini vurgular: “… dünyanın geri kalan her yerini, yani Batı’nın kendisi ya da kendisinin doğrudan uzantısı saymadığı her şeyi içine alabilir. Ama, eğer Doğu bizim için ötekiliğin en mükemmel ifadesi haline gelmişse, bu ötekilik (vahşi yaşam kavramı dışında) hemen her zaman Asya’ya ve büyük Asya uygarlıklarına mal edildiği içindir… Orada pek çok Doğu vardır ve her birinin Avrupa için taşıdığı önem farklı farklı olmuştur”[6].

Avrupa’nın ekonomik ve politik çıkarlarına göre adlandırdığı kendi dışındaki dünyanın ortak adı olan Doğu, böylece kendi içinde daha da inceltilerek önem derecelerine göre “yakın”, “orta” ve “uzak” gibi farklı parçalara ayrılır:

1492’de Christopher Colombus Amerika’ya (Batı’ya) yolcu­luğa çıktığında, amacı Hindistan’a (Doğu’ya) varmaktı. Bugün ise, Hindistan veya Çin coğrafî olarak A.B.D.’nin Batısında yeralmalarına rağmen, dünyanın Doğusunda kabul ediliyorlar. Bu ülkelerin böyle konumlanışı bize “dünyanın” neresi olduğunu sor­durtuyor. Bir başka örnek olarak, günlük dile, temel bilimsel disip­linlere ve medyaya yerleşmiş, doğal kabul ederek hiç sorgulamadı­ğımız, ama gerçekte oldukça garip “coğrafi” bölge adları gösterile­bilir: “Orta” Doğu, “uzak” Doğu… Bir an soluk alıp, “neye göre orta?” “neredenuzak?” gibi soruları sorduğumuzda bu kategorilerin bir yeri merkez aldıklarınıhissedebiliyoruz.

Bu oldukça garip bölümlemeler ve mesafelendirmeler Doğu’yu basitçe başka bir yer ya da kültür değil, Batı’dan radikal olarak farklı, hem daha az uygar hem de gizemli, egzotik ve fantastik bir mekân olarak kurmaktadır[7].

Hentsch, Batı’nın bu etnikmerkezci kategorileştirmesine karşı çıktığı ve bu adlandırmayı kasıtlı ve yanlış bulduğu için, Hayali Doğu adlı kitabının konusu olan Yakın ve Orta Doğu’yu belirtmek üzere “Akdenizli Doğu” deyimini kullanmayı tercih ediyor. Franco Cardini, tarih alanındaki “Doğu” kavramının coğrafyadaki eşanlamlısı olan “Asya” kelimesinin de aynı Avrupamerkezciliğin bir ürünü olduğunun altını çiziyor: “(…) aslında ‘Batı Asya’, ‘Orta Asya’ ve ‘Doğu Asya’ terimleri aynı derecede Avrupa merkezlidir; zira kıta kavramı Batı’nın kültü­rel geleneklerinin bir ürünüdür”[8].

Böylece açıkça görüldüğü üzere “Batı, Doğu ya da başka mekânların hiçbiri basitçe reel coğrafî mekânlar değil, tarihsel ve söylemsel kurgulardır. Elbette bunlar, gerçekliğin ayrılmaz bir parçası olan, ve basitçe rasyonalist bir bi­lince varma yoluyla yıkılamayacak, kurumsallaşmış, maddileşmiş kur­gulardır. Batı’yı merkezleyen bu “dünya” kurgusunun buluşumu, el­bette Batı ile dünyanın gerisi arasındaki ekonomik ve siyasal güç ilişkilerine bağlıdır. Yalnız burada modern kapitalist Batı uygarlığı­nın özgül bir özelliğine dikkat etmek gerekir. Batı’nın öteki top­lumlar hakkında ürettiği bilgiler, belli bir iktidar veya güç (ekono­mik, siyasal) olmaksızın gerçekleştirile-mezse, ve önemli bir ölçüde bu güç ilişkilerini ifade ediyorlarsa, aynı zamanda, Batı’nın sahip olduğu bu güç de bilgi üretiminden ayırtedilemez. İşte Batı denilen kültürel/ekono-mik/siyasal oluşumu “modern” kılan özelliğin bu bilgi-güç ilişkisine dayanan bir yönetme mantığı olduğunu söyleye­biliriz. Hem akademik hem de günlük dilde ürettiğimiz Batılı ve Doğulu nosyonları işte böyle bir gücün, yani basitçe hakim olmakla kalmayıp “otorite” kuran, toplumsal bir gücün işleyişinin sonuçla­rıdır”[9].

(Y. Kanar, Batı’nın Doğu’su, s. 158–162)

[1] Bkz. Jack Goody, Batıdaki Doğu, s. 13 (Dost Kit. 2002)

[2] Aristoteles, Politika, Kitap III, Bölüm 14

[3] Age., Kitap VII, Bölüm 7

[4] Jack Goody, age., s. 14

[5] Age., s. 14

[6] Thierry Hentsch, Hayalî Doğu, s. 9 (Metis, 1996)

[7] Keyman-Mutman-Yeğenoğlu, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 7–8 (İletişim, 1999)

[8] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 2 (Literatür, 2002)

[9] Keyman-Mutman-Yeğenoğlu, age.,  s. 10