İki Kutuplu Dünya Anlayışı

yüksel kanar 2

YÜKSEL KANAR

Birçok araştırmacı, toplum ve uygarlıkların daha iyi anlaşılmalarını sağlayan ve bu anlamda hiç kimsenin itiraz edemeyeceği doğal farklılıkların ortaya konulması yerine, vardığı noktanın Asya’nın giderek daha aşağı görülmesi olan Avrupa ve Asya arasındaki karşıtlığa dayalı düşüncenin kökenlerini, Avrupa tarihinin erken dönemlerine kadar götürürler. Jack Goody, Asyalıların barbarca bir ihtişam ve despotik bir otorite ile birlikte anılmalarının nedenini Yunanlılarla Persler arasındaki mücadeleye bağlar. 

Aristoteles Politika adlı eserinde, Doğuluları köleliğe daha uygun insanlar olarak tasvir etmiştir. Ona göre “bütün barbarlar”, Asyalılar da dâhil olmak üzere, Yunanlılardan, ya da Avrupalılardan daha aşağılıktır. Ortaçağ Hıristiyan ve Avrupa kimliği tarafından güçlenen bu düşünceler giderek daha da pekiştirilmiş, Aristoteles’in izinde giden Montesquieu (1689–1755) de bunu –sözünü ettiğimiz karşıtlık içerisinde- Avrupa’nın “özgürlük için olağanüstü yeteneği” ile Asya’nın “köleliğe yatkın ruhu”nu karşılaştırmaya kadar götürmüştür[1].

Hippokrates’in, iklimin insanların kişilikleri üzerine etkilerini incelediği Havalar, Sular ve Yerleradlı eserinden yararlanan Aristoteles, Politika’da önce çeşitli krallıkları incelediği bir bölümde, Yunanlı olmayan krallıklarda görülen egemenlik türünden söz ederken, bunların eski tiranlarla aynı ve onlardan eksiksiz bir güce sahip olan monarşilerini ele alır. “Barbarlar, doğal kişilikleri gereği, Yunanlılardan (ve Asyalılar, Avrupalılardan) daha köle ruhlu oldukları için, bu despotça yönetime gık demeden boyun eğerler”[2] der. Daha sonra da, bütün dünyanın ırksal bölünmelerine göz attığı bir bölümde şunları dile getirir: “Soğuk bölgelerde yaşayan ırklar ve Avrupa’dakiler cesaret ve tutkuyla doludurlar, fakat beceri ve beyin güçleri biraz kıttır; bundan ötürü, genellikle bağımsız kalabilmelerine karşın, siyasal birlikleri ve başkalarına egemen olma yetenekleri yoktur. Öte yandan, Asyalı ırkların hem beyinleri hem de becerileri vardır, ama cesaret ve iradeleri eksiktir; bu nedenle, hep köleleştirilir ve uyruk olarak kalırlar. Coğrafyaca orta bir durumda bulunan Helen ırkı ise her ikisinden de bir ölçüde pay almıştır. Dolayısıyle, en iyi siyasal kurumlara sahip olmak özgürlüğünü sürdürüyor ve tek bir anayasa altında birleşse, bütün öteki ülkelere egemen olabilecek yetenekte”[3].

Görüldüğü gibi Aristoteles, Helen dünyasını merkeze yerleştirerek onun doğusunu ve batısını neredeyse eşit derecede birtakım yeteneklerden yoksun gösteriyor. Avrupalılar beceri ve beyin gücünden, Asyalılarsa cesaret ve iradeden yoksundurlar. İkisinin ortasında yer alan Helen ırkı, bunların olumlu özelliklerini (ama nedense olumsuzlarını değil) almıştır. Montesquieu de aynı şekilde iklimin insan kişiliği üzerindeki etkisini öne çıkarır. Ancak o, bu kez üçlü bir karşılaştırma yerine, Avrupa’yı merkeze alarak ikili bir karşılaştırmaya gider ve Aristoteles’in düşüncelerini, içinde Avrupalılar konusunda da olumsuz yargılar barındıran görüşlerden temizleyerek, katıksız bir Doğu-Batı karşıtlığı düzeyinde ve elbette üstünlüğü Avrupalılara vererek savunur.

Doğu hakkında edinilen bilgideki artışın Asya ve Avrupa arasındaki farka ilişkin bu yaygın önyargılı kanıyı değiştirmesi beklenirken, tam aksi gerçekleşti ve “İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin yaşanmasıyla birlikte bu siyasal karşıtlık, klasik iktisatçıların ellerinde ekonomik bir karşıtlığa dönüştü. Bu iktisatçıların görüşleri, Adam Smith’in, kitlelerin yoksulluğunu ekonominin artan nüfusa ayak uyduramamasına bağlayan Ulusların Zenginliği adlı kitabına kadar dayanır. Bu konu daha önce, aşırı nüfus artışını sıcak iklimlere dayandıran Montes-quieu’yü de meşgul etmiştir; Çin, doğal özgürlüğü ihmal edip bunun yerine ticareti denetleyen yapay düzenlemeleri yeğleyen durağan bir rejime sahipti”[4]. Goody, Karl Marx’ın da klasik iktisatçılardan etkilenerek, “sulamaya dayalı tarımla uğraşan itaatkâr köylü halkın despotça yönetildiği, ‘durağan Asyalı devlet’ kurgusunu benimseyen kimi yazarları ve rağbet gören kimi yaklaşımları” takip ettiğini söylüyor. Bu Asya tipi yaşam tarzına göre “Asyalı devletler birtakım derin nedenlerden dolayı ilkel toplumlardan feodalizme, daha sonra kapitalizme ve en sonunda sosyalizme varan gelişim sırasını izleyememişlerdi. Marx’ın gelişime dayalı aşamalar üzerine kurduğu bu tasarısı, Avrupa deneyimine dayanan yaygın bazı öngörülerin somutlaştırılmasıydı. Bu somutlaştırma durgun ‘Doğulu’ (stagnant ‘oriental’) toplum biçimlerine sahip Asya’yı şemanın dışında bıraktı; yani ‘Asya’yı istisnalaştırma’ yoluna başvurdu”[5].

Görüldüğü gibi bu karşıtlık hemen her alanda karşımıza çıkıyor. Bu belirgin tavır dolayısıyla Hentsch de Doğu’nun, bir kavram olarak “Batı’nın tam karşıtı” olarak kurulduğunu ve sınırlarının belirsizliğini vurgular: “… dünyanın geri kalan her yerini, yani Batı’nın kendisi ya da kendisinin doğrudan uzantısı saymadığı her şeyi içine alabilir. Ama, eğer Doğu bizim için ötekiliğin en mükemmel ifadesi haline gelmişse, bu ötekilik (vahşi yaşam kavramı dışında) hemen her zaman Asya’ya ve büyük Asya uygarlıklarına mal edildiği içindir… Orada pek çok Doğu vardır ve her birinin Avrupa için taşıdığı önem farklı farklı olmuştur”[6].

Avrupa’nın ekonomik ve politik çıkarlarına göre adlandırdığı kendi dışındaki dünyanın ortak adı olan Doğu, böylece kendi içinde daha da inceltilerek önem derecelerine göre “yakın”, “orta” ve “uzak” gibi farklı parçalara ayrılır:

1492’de Christopher Colombus Amerika’ya (Batı’ya) yolcu­luğa çıktığında, amacı Hindistan’a (Doğu’ya) varmaktı. Bugün ise, Hindistan veya Çin coğrafî olarak A.B.D.’nin Batısında yeralmalarına rağmen, dünyanın Doğusunda kabul ediliyorlar. Bu ülkelerin böyle konumlanışı bize “dünyanın” neresi olduğunu sor­durtuyor. Bir başka örnek olarak, günlük dile, temel bilimsel disip­linlere ve medyaya yerleşmiş, doğal kabul ederek hiç sorgulamadı­ğımız, ama gerçekte oldukça garip “coğrafi” bölge adları gösterile­bilir: “Orta” Doğu, “uzak” Doğu… Bir an soluk alıp, “neye göre orta?” “neredenuzak?” gibi soruları sorduğumuzda bu kategorilerin bir yeri merkez aldıklarınıhissedebiliyoruz.

Bu oldukça garip bölümlemeler ve mesafelendirmeler Doğu’yu basitçe başka bir yer ya da kültür değil, Batı’dan radikal olarak farklı, hem daha az uygar hem de gizemli, egzotik ve fantastik bir mekân olarak kurmaktadır[7].

Hentsch, Batı’nın bu etnikmerkezci kategorileştirmesine karşı çıktığı ve bu adlandırmayı kasıtlı ve yanlış bulduğu için, Hayali Doğu adlı kitabının konusu olan Yakın ve Orta Doğu’yu belirtmek üzere “Akdenizli Doğu” deyimini kullanmayı tercih ediyor. Franco Cardini, tarih alanındaki “Doğu” kavramının coğrafyadaki eşanlamlısı olan “Asya” kelimesinin de aynı Avrupamerkezciliğin bir ürünü olduğunun altını çiziyor: “(…) aslında ‘Batı Asya’, ‘Orta Asya’ ve ‘Doğu Asya’ terimleri aynı derecede Avrupa merkezlidir; zira kıta kavramı Batı’nın kültü­rel geleneklerinin bir ürünüdür”[8].

Böylece açıkça görüldüğü üzere “Batı, Doğu ya da başka mekânların hiçbiri basitçe reel coğrafî mekânlar değil, tarihsel ve söylemsel kurgulardır. Elbette bunlar, gerçekliğin ayrılmaz bir parçası olan, ve basitçe rasyonalist bir bi­lince varma yoluyla yıkılamayacak, kurumsallaşmış, maddileşmiş kur­gulardır. Batı’yı merkezleyen bu “dünya” kurgusunun buluşumu, el­bette Batı ile dünyanın gerisi arasındaki ekonomik ve siyasal güç ilişkilerine bağlıdır. Yalnız burada modern kapitalist Batı uygarlığı­nın özgül bir özelliğine dikkat etmek gerekir. Batı’nın öteki top­lumlar hakkında ürettiği bilgiler, belli bir iktidar veya güç (ekono­mik, siyasal) olmaksızın gerçekleştirile-mezse, ve önemli bir ölçüde bu güç ilişkilerini ifade ediyorlarsa, aynı zamanda, Batı’nın sahip olduğu bu güç de bilgi üretiminden ayırtedilemez. İşte Batı denilen kültürel/ekono-mik/siyasal oluşumu “modern” kılan özelliğin bu bilgi-güç ilişkisine dayanan bir yönetme mantığı olduğunu söyleye­biliriz. Hem akademik hem de günlük dilde ürettiğimiz Batılı ve Doğulu nosyonları işte böyle bir gücün, yani basitçe hakim olmakla kalmayıp “otorite” kuran, toplumsal bir gücün işleyişinin sonuçla­rıdır”[9].

(Y. Kanar, Batı’nın Doğu’su, s. 158–162)

[1] Bkz. Jack Goody, Batıdaki Doğu, s. 13 (Dost Kit. 2002)

[2] Aristoteles, Politika, Kitap III, Bölüm 14

[3] Age., Kitap VII, Bölüm 7

[4] Jack Goody, age., s. 14

[5] Age., s. 14

[6] Thierry Hentsch, Hayalî Doğu, s. 9 (Metis, 1996)

[7] Keyman-Mutman-Yeğenoğlu, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 7–8 (İletişim, 1999)

[8] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 2 (Literatür, 2002)

[9] Keyman-Mutman-Yeğenoğlu, age.,  s. 10

 

Avrupa Aldatmacası

batının doğusu

Yüksel Kanar

Bizi hep büyülü, ulaşılması imkansız bir Avrupa aldatmacası ile yetiştirdiler. Gerçek Avrupa ise bambaşka.

AVRUPA BİR KITA MI?

Tıpkı “Doğu” ve “Batı” gibi Avrupa da, aslında gerçekliği olmayan, burada oturanların kendilerini dünyanın geri kalan kısmından ayırmak için icat ettikleri ve ayrıcalıklı bir statü kazandırdıkları yapay bir kıtadır. Çoğu zaman alışkanlıklarımız bizi, bugün öyle görünen birçok şeyin sanki yaratılıştan beri öyleymiş gibi olduğuna inanmaya götürür. Roberts, düşüncelerimizin kesin gözüyle bakılan şeyler tarafından belirlendiğini, oysa gerçeğin daha farklı olduğunu söyler. Sonradan oluşturduğumuz düşünce alışkanlıkları dolayısıyla günümüzdeki kıta belirlemelerinin de ezelden beri öyle olduğunu kabul ederiz. Gerçek ise farklıdır: “(Yirminci) yüzyıl başında Asya’da yaşayan milyonlarca insanın Avrupa’dan gelmiş olanlar dışında pek azı yaşadıkları kıtayı ‘Asya’ olarak düşünüyordu. ‘Asya’ sözcüğüne tekabül eden bir varlık olduğu düşüncesi Avrupa’ya aitti ve bu düşünceyi benimseyen Asyalı sayısı azdı; henüz, çoğunun anlayabileceği bir düşünce olmamıştı. Japonlar, ‘Asya Asyalılarındır’ sloganını daha 1890’lı yıllarda yaratmışlardı; ‘Asya’ içinde bu sözcük, Avrupa’dan pek çok şeyle birlikte coğrafi adlandırmaları da almış olan Japonya dışında neredeyse hiç bilinmiyordu… Beyazlar hariç, Afrika’da doğmuş kişilerin çoğunun ‘Afrika’ denen bir varlıktan haberdar olmaları da pek muhtemel değildi; kıtaya bu adı ilk olarak Avrupalılar vermişti (ve dolayısıyla, ‘Afrikalı’ sınıflandırmasını da onlar yaratmıştı). Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar ise çoğunlukla, yaşadıkları kıtalardan çok daha haberdardılar*. Ne de olsa bu kıtalara adlarını onlar vermişti”[1].

Tanınmış Oryantalist Bernard Lewis, bu durumu Batı’nın önemli bir ayrıcalığı ve üstünlüğü olarak heyecanla anlatır: “Avrupa, coğrafyada adı geçen tüm diğer kıtalar gibi Avrupa’nın icat ettiği bir kavramdır; zaten Avrupa bu coğrafi sistemde ilk ortaya çıkan kıtadır. Avrupa, Avrupa’yı tasarlamış ve yaratmıştır: Avrupa Amerika’yı keşfetmiş, ona adını vermiş ve bazı açılardan onu yaratmıştır. Yüzyıllar önce Avrupa hem Asya’yı hem de Afrika’yı keşfetmiştir”. Bu sözlerin ardından, Asya ile Afrika hakkında müthiş bir Oryantalist aşağılaması ve bu iki kıtayı toptan yok sayıcı yukardan bakış gelir. Böylece öğreniriz ki, “bu iki kıtanın sakinleri ondokuzuncu yüzyıla, yani Avrupa’nın dünyaya hâkim olduğu döneme kadar, adlarından, kimliklerinden ve en önemlisi, Avrupalıların kendi amaçları doğrultusunda tüketmek ve kullanmak üzere keşfettikleri sınıflandırma sisteminden bihaberdirler”[2].

Roberts ve Lewis’in bu sözleri Avrupa’nın, Avrupalı tarafından tasarlanmış ve yaratılmış yapay bir kıta olduğunu açıkça gösteriyor. Zaten bunun için bir dünya haritasına bakmak yeterlidir. Kıtalar, kesintisiz kara parçalarına verilen adsa eğer, Avrupa’nın böyle bir kesintisizlik özelliği yoktur. “Gerçek şudur: Avrupa, bir kıta değildir; bağımsız bir parça da değildir, bütünün devamıdır. Nitekim, coğrafyacılar, Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran kesin sınırların olmadığını, geleneksel ayırımın ‘fiziksel coğrafya ile ilgili olmaktan çok kültürel’ olduğunu itiraf eder. Bazı coğrafyacılara göre ise Avrasya adı altında tek bir kıta vardır. Ne levha tektoniği, ne jeoloji Avrupa’ya kıta olma hakkını tanır. Kıta olmak bu kadar önemli mi? ‘Coğrafya savaşmak içindir’ deniliyorsa, evet. Kendini ayırt etmeyi bir silah olarak kullanan Avrupalı, haritaya bakar ve sürekliliğin kesildiği hatları sınır olarak belirler. Kuzey, güney ve batıda bu kolaydır; denizlerle çevrilidir çünkü… Doğu sınırı ise belirsizdir. O yönde ‘giderek genişleyen kıtasal bir mekânla bağlantılıdır’. Denizin ya da boğazın olmadığı bu mekânda, kendini ayırt etmek isteyen Avrupalı’nın imdadına yükseltiler yetişir. Fransız coğrafyacı Jean Gottmann’ın, 1954’te bildirdiğine göre Ural Dağları ve Hazar’a dökülen Ural nehri sınır sayılır. Hazar ile Karadeniz arasını da Kafkas Dağları kapatır”. Gerçekten de kara parçaları arasındaki sürekliliğin nehirler ve dağlar tarafından koparıldığını düşünmek ancak Avrupa dehasının işi olabilir. “Ural Dağları’nın doğu ile batı arasındaki bağlantıyı kopardığını hangi tarih kitabı yazar? Avrupa’nın ortasından, Macaristan’dan Moğolistan’a uzanan ve Urallar’ı içine alan büyük Bozkır’a bakın. Hem coğrafya, hem tarih bakımından sürekliliğini böylesine koruyan dünyada başka bir kara parçası var mı? Doğuyla batıya yayılan Altın Ordu İmparatorluğu’nun belkemiği Urallar değil miydi? Baltık’tan Sibirya’ya uzanan Rus İmparatorluğu’nun olduğu gibi. Eğer Urallar sürekliliği koparan bir engelse, Karpatlar ve Alpler ne olacak; o masif duvarların arkasındaki ülkeler –ki Avrupalılığın beşiğidir- kıtanın dışında mı sayılacak? Ya denizler ve boğazlar… Tarih boyunca halklar ve kültürler arasında en önemli bağlantı yolları, köprüleri olarak işlev görmediler mi? Mallar ve fikirler Avrupa’ya nereden geldi?”[3].

Hodgson, haritalarla ilgilenmenin ilk bakışta önemsiz gibi görülebileceğini, fakat bunun daha temel durumların bir paradigmasını (değerler dizisi) sunduğunu söyler. Özellikle Batılılar için bunun büyük önemi vardır. “Çünkü haritalarda bile hislerimizi anlatmanın yollarını bulmuşuzdur. Dünyayı ‘kıta’ şeklinde adlandırdığımız kara parçalarına böleriz”. Dünyanın Doğu yarımküresinde bulunan Asya, Afrika ve Avrupa’da halen insanlığın beşte dördü yaşamaktadır ve Ortaçağ Batılılarının kullanmış oldukları ayrımlar mevcuttur. Ancak ilginç olan, Rusya’nın batısındaki Avrupa’nın, yaklaşık tarihteki Hindistan’ın, şimdiki Pakistan ve Hindistan’ın nüfusu kadar bir nüfusa sahip olmasıdır. Yine yaklaşık aynı coğrafi, linguistik ve kültürel farklılığa ve aynı alana sahiptir. Bu yüzden Hodgson, “Avrupa kıtalardan biri de, Hindistan neden değil?” diye sorar haklı olarak. Ona göre de Avrupa’nın sınırları, kesintisiz kara parçaları olarak tanımlanan kıta belirlemesine uymaz. Çünkü bu sınırlar “herhangi bir yarık ya da aralık nedeniyle” seçilmemiştir. Ayrıca ileride tekrar döneceğimiz gibi, Avrupa’nın doğudaki sınırlarından biri olarak kabul edilen “Ege Denizi’nin iki kenarı neredeyse her zaman gerçekte aynı kültüre ve genellikle aynı dil yahut dillere, hatta aynı yönetime sahip olmuştur. Aynı durum büyük oranda Karadeniz ve Ural Dağları için de söz konusudur”[4]. Demek ki Avrupa bir kıta yapılarak, daha büyük olmayan birimin alt parçası, fakat kendi başına dünyayı oluşturan büyük parçaların biri olarak, ona doğal büyüklüğüyle orantısız olan bir mevki bahşediliyor. Bu da, kıtaları icadeden ve isimlendiren Batı’nın, kendisini, hep mücadele ettiği büyük bir coğrafyanın önemsiz bir parçası olarak görmemesinden, daha doğrusu görmek istememesinden kaynaklanıyor. Bunun yerine o, içinde yaşadığı küçük bölgeyi bir kıtaya dönüştürmek ve bütün ayrıcalıkları oraya yüklemek istemiştir. Yani Avrupalı, bulunduğu küçük bir bölgeyi özel bir statüye kavuşturmak için, aslında “ben yaparsam olur” mantığıyla coğrafya ile oynama, dünyayı istediği gibi parçalara bölme ve adlandırma yetkisini kendinde görüyor.

HARİTALARIN SUÇ ORTAKLIĞI

Kuşkusuz Avrupalının, büyük Asya kıtasının batıya uzanan küçük bir burnuna nasıl olup da kendi kıtası olarak razı olduğu sorusu geliyor hemen akla. Ama onun kendisini hep ayrıcalıklı ve dünyanın efendisi olarak gördüğünü aklımızdan çıkarmayalım. Sömürgeler yoluyla zaten bütün dünyaya fiilen hâkim olduğunu düşünüyor. Öyleyse niçin kendini o sömürgelerden ayıran özel bir kıtaya sahip olmasın? Ya da niçin her zaman farklı olduğunu söyleyen, kimliğini bu “farklılıkla ilişki içinde” kuran özelliklerine, aynı kıta içinde görünerek “ötekileri” ortak etsin?

Ancak her şeye rağmen Avrupalılar, harita üzerindeki bu büyüklük sorununu da çözmüşlerdir. Kullandıkları Mercator izdüşümü (projeksiyonu) adı verilen yöntemle Avrupa’yı harita üzerinde olduğundan büyük göstermeyi başarmışlardır. Bu harita çizim tekniğine göre bütün meridyen-enlem ağı, birbirine paralel giden iki takım çizgidir. Ekvator, gerçek uzunluğu ile çizilir ve bütün enlem çemberler ekvatora eşit boyda alınır. Bunlar arasındaki açıklık ekvatordan kutba doğru öylesine artar ki, artık ufacık biçimler çok büyümüş olarak görünür. Bu yüzden, belki sadece denizcilikte kullanışlı olan bu teknikle çizilmiş haritaların hayatımıza yerleştirilmesiyle, bir dünya haritasına baktığımızda gördüğümüz ülke, bölge, ya da kıta büyüklükleri birbiriyle orantılı değildir. Yani, aslında kıta sayılamayacak Avrupa, olduğundan çok daha büyük, onun Doğu olarak adlandırdığı dev coğrafya ise olduğundan çok daha küçük görünür. Bu konuda Hodgson şöyle bir olay anlatıyor: “Kahire’deki bir hükümet dairesinde dini bütün bir Müslüman’ın duvarında, İslam’ın ne denli yaygın olduğunu gösteren bir İslam dünyası haritasıyla karşılaşmıştım. Fakat harita, Mercator projeksiyonuna göre çizilmiş ve dolayısıyla Avrupa ile mukayese edildiğinde İslam toprakları esaslı bir biçimde küçültülmüş bir Fransız haritasıydı. Memur, Mercator projeksiyonuna o kadar alışmıştı ki, resmi emperyalizm şeklinde nitelendirilebilecek durumun farkında bile değildi”[5].

Hodgson, New Yorker dergisinde Amerika’yı New York şehrinden göründüğü şekliyle gösteren bir harita yayınlandığını hatırlatarak burada Manhattan’ın Illinois’ten daha küçük gösterilmesine Chicagoluların güldüğünü, ama Asyalıların bu türden bir dünya tasavvuruna sahip olan Avrupa ve Amerikalılara gülmediğini belirtiyor. İnşa edilen küresel dünya perspektifinin tipik bir karikatürüdür bu. Nitekim bu küçük gösterme saplantısı bütün alanlarda karşımıza çıkar. Örneği, dünya tarihi yazımında “Tek bir tarih kitabı yoktur ki, Avrupa’ya gösterilen yersiz addedilemeyecek önemle birlikte, Eski Dünyanın bütünü üzerindeki medeniyetin ilerlemesini tek bir resim olarak sunmaya kalkışmasın”[6]. Batı böylece kendi tarihini gerektiğinde olağanüstü abartırken –tıpkı haritasını abarttığı gibi- kendi dışındaki dünyanın tarihini tek bir kategori içerisinde ve âdeta bir paranteze sıkıştıracak biçimde küçülterek sunmaktadır. Hodgson gibi daha makul insanlar bu konularda Batılıları, “sıradan insanların zihnini çarpıtılmış bir dünya resmiyle dolduran ve böylelikle” sahip oldukları “zaten feci derecede yıkıcı bölgesel, yöresel fikirlerin sürdürülmesine katkıda bulunan terimlerle konuşmayı sürdürerek” kendi kendilerine zarar vermeme konusunda uyarmaktadırlar[7]. Aslında Hindistan’ın Haydarabat eyaletinden küçük olan İngiltere’nin, Mercator izdüşümünde, bu bölgeden neredeyse üç kat daha büyük gösterildiğini belirttikten sonra Hudgson sözlerine şöyle devam ediyor: “Bu, Mercator’un kuzeyi –Kuzey Amerika, Avrupa, Rusya- Hindistan yahut Yakın Doğu gibi bölgelerin aleyhine, gerçekte olduğundan daha büyük göstermesi nedeniyle böyledir. Kuzeye yerleştirilmeleri söz konusu olan bölgeler ise zaten bizim abartılmış ülkelerimizdir. Daha iyi çizim ve ölçeklere dayalı ve Mercator’un ifa edebileceği her amaca hizmet edebilecek başka dünya haritaları mevcut olmasına karşın bu denli tahrif edilmiş bir haritayı sınıflarda ve her yerde kullanmaya devam etmek ciddi bir ihmal ve kayıtsızlık gibi görünmektedir”[8].

Haritaların bu şekilde tahrif edilerek önyargılarını pekiştirmekte ve benliklerini pohpohlamakta suç ortağı haline getirilmesi, bir bütün olarak dünyaya ve insanlığa baktıklarında, Batılıların, kendilerini gerçek boyutlarıyla görmelerini engellemektedir. Daha ileride göreceğimiz gibi bu durum, yalnızca coğrafî alanda değil, tarih ve düşünce alanında da çarpıtmaları getirmiştir. Hodgson, harita izdüşümü ile kavrayışların çok özel bir biçimde zaten çarpıtıldığını yazar. “Kırkıncı kuzey paraleli dünya tasavvurumuz için can alıcı bir anlam ve öneme sahiptir. Tarihsel bakımdan neredeyse bütün büyük medeniyet merkezleri kırkıncı paralelin güneyinde yer almıştır; daha doğru bir deyişle Avrupa hariç hepsi”[9]. Mercator izdüşümünün abartmaya başladığı alanlar ise tam bu paralelden başlamakta ve Avrupa’nın büyük bir bölümü de bu paralelin kuzeyinde yer almaktadır. Haritalar aracılığıyla yapılan bu çarpıtma, kendisine gelinceye kadarki bütün medeniyetlerin tarihten soyutlanarak ortada sadece Avrupa tarihinin bırakılmasına imkân tanır. Tarih yazımında Avrupa’nın merkeze alınması, başka bir deyişle etnik merkezli bir tarih tasavvurunun yaygınlaştırılması da, böyle bir çarpıtma pahasına mümkün olur. Sadece Avrupa veya Amerika’da değil, sorgulanmadan bizde de kullanılan dünya haritalarında Avrupa’nın merkezde yer almasının, bu etnikmerkezli anlayışın meşrulaştırılmasında nasıl bir rol oynadığı araştırılmaya değer. Sonuçta, Avrupa’yı Orta Doğu, Hindistan ve Çin’den çok daha büyük göstermekten, hatta Hindistan’ı Asya içinde, Avrupa’daki İsveç gibi bir ülke gibi göstermekten hoşlanan bu projeksiyonun “coğrafyacıların sınıflarının dışında, en yaygın dünya haritası biçimi olarak varlığını muhafaza etmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir”[10].

Durukan, Avrupa sınırlarının ne kadar tartışmalı olduğundan söz ederken açtığı bir parantez içinde, bu noktada önem kazanan haritaların masumiyetini Craig Calhoun’un Nationalism adlı eserinde tartıştığını belirtiyor: “Örneğin, eldeki haritaların ezici çoğunluğunda niye Avrupa merkezdedir? Bu haritalarda, Afrika gerçek büyüklüğünden oransal olarak daha küçük resmedilirken, Avrupa ve Kuzey Amerika niye daha büyük gösterilir?”[11].

Şu halde lehindeki bütün gösterişli genellemeleri bir yana bıraktığımızda, bu denli etkili bir varlık olarak gösterilen Avrupa’nın, aslında kendisini olduğundan çok daha büyük gösterme tutkusuyla hareket ettiği ve gösterildiği gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Onun ezelî üstünlük iddiasını ele aldığımız bölümde de gösterdiğimiz gibi, bu çarpıtmaları akılcılık, ticaret ve diğer bütün alanlarda da görmek mümkün. Ancak bunların ortaya çıkmasının, Batı’nın bir bütün olarak yeniden gözden geçirilmesini ve her alanda söylediklerinin tashih edilmesini zorunlu hale getirmesi bakımından olumlu bir yanı da var. Bir zamanlar sorgulanmadan kabul edilen bütün üstünlük savlarının artık güçlü bir şekilde sorgulanması da bu yüzden.

Bu bakımdan, onun ne olduğundan başlayarak bütün özellikleri yeniden ele alınmalıdır. Roberts, Avrupa’nın ne olduğunu saptamanın çok zor olduğu konusundaki şu sözlerinde çok haklı: “Avrupa sözcüğünün anlamı bile hâlâ tartışılmakta. Elbette Avrupa tarihinin içeriği de. Hatta, coğrafi tanımı da; Avrupa adını verdiğimiz yarımada aslında başka bir yerle, Asya’yla iç içe giriyor ve bu ikinci kıtayla tam olarak hangi noktada birleştiği, iklim ve topografya açısından bile hâlâ tartışma konusu. Coğrafi tanımı nasıl olursa olsun, bu alanın belli bir kültür, yaşam tarzı ve hatta uygarlıkla tam olarak nasıl çakıştığı konusu daha da çok tartışılıyor”[12].

(BATININ DOĞUSU, s. 162-170)

* Haklı olarak, “acaba buranın gerçek yerlileri de haberdar mıydı?” sorusu sorulabilir. Roberts, sözünü ettiğimiz düşünce alışkanlığıyla “Kuzey Amerikalılar” derken, buranın asıl sahiplerini unutuyor ve doğal olarak burayı sonradan sahiplenen işgalci Avrupalıları kastediyor.

[1] J. M. Roberts, Yirminci Yüzyıl Tarihi, s. 24–25. Yazar sözlerinin devamında milliyet ve milliyetçilik fikirlerinin de Avrupa kökenli olduğunu belirtir: “Avrupa dışında da kendi etnik ya da kültürel ayrımları konusunda gelişmiş duygulara sahip halklar –örneğin, Han Çinlileri ya da Japonlar- bulunsa da, milliyet ya da milliyetçilik de Avrupa kökenli bir fikirdi”.

[2] Bernard Lewis, Islam and the West’ten nkl. Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 4. Haberdar olmaları düşünülemez. Çünkü “dünyaya hâkim olan” Avrupalıların kendilerini merkez alarak yaptıkları adlandırma ve verdikleri kimlik öylesine saptırıcıdır ki, bunu önceden görmek imkânsızdır. “Avrupalıların kendi amaçları doğrultusunda tüketmek ve kullanmak üzere keşfettikleri sınıflandırma” sistemini nereden bilsinler ki?

[3] Kemal Tayfur, “Avrupa Kıta mı?”, Atlas, sayı: 141

[4] Marshall G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, s. 32–33

[5] Age., s. 38

[6] Age., s. 82

[7] Age., s. 82

[8] Age., s. 83

[9] Age., s. 34

[10] Age., s. 34

[11] Kaan Durukan, Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış, s. 32

[12] J. M. Roberts, age., s. 137–138

İletişim Çağında Bilginin Ekonomi Politiği

man_in_the_mirror_by_madetobeunique-d3apzky

Mustafa Yürekli

Postmodern kapitalizm, özel alanlarımızı, zamanlarımızı, inançlarımızı, duygu, düşünce ve davranışlarımızı da piyasa mekanizması içine çekmiştir. Bu alanlara sadece bir ideolojik saldırı yapmıyor veya baskı uygulamıyor; alınır-satılır hâle de getiriyor, metalaştırıyor.

İçinde yaşadığımız ‘imaj çağı’nı, ‘yalanla gerçeği kovmak’ yerine, onu ele geçirip ‘metalaştırarak piyasaya sürmek’ olarak tanımlamak yanlış olmaz. Evet, yeryüzünün tüm köşeleri bir ‘yalan bombardımanı’na maruz kaldı. Ne var ki ‘imaj çağı’nı, sadece bir ‘yalan bombardımanı’ olarak tanımlamak da yeterli değil. Bu durumun küresel bir ekonomi politiği var.

Postmodern kapitalizm, özel alanlarımızı, zamanlarımızı, inançlarımızı, duygu, düşünce ve davranışlarımızı da piyasa mekanizması içine çekmiştir. Bu alanlara sadece bir ideolojik saldırı yapmıyor veya baskı uygulamıyor; alınır-satılır hâle de getiriyor, metalaştırıyor. Bilgi çağında yaşadığımız söyleniyor. Ger- çekten ortalık bilgi dolu; her bilgi, insanın elinin altında. Bilginin ortada durmasına rağmen, filtreler giderek ortadan kalkıyor. Bilgi, ortada dağınık ve elle tutulamaz hâlde dolaşıyor bu yüzden. Bu noktada şablonlar çağı başlıyor.

Bilgi çağında yaşadığımızı söyleyenler, Batı’nın kavramlarıyla söyleyecek olsak bile, hakikat çağında yaşadığımızı ileri süremezler. Evet, henüz hakikate ilişkin bilginin temel alındığı bir çağda yaşamıyoruz derler hemen. İletişim ve bilişim alanındaki atılımlarla bilgi çağında yaşıyoruz belki ama hakikat çağında yaşamıyoruz. Dahası ve çarpıcı olanı, bilgi ve bilim ile hakikat arasında bir ters orantı oluştu. Postmodernizmin büyük bir becerisidir bu.

Akli bilgi (burada bilimsel bilgi diyelim) algısal bilgiye dayanır ve algısal bilgi, akli bilgiyle birlikte hakikate doğru gelişir; yani bilgi ve bilim ile hakikat arasında bir doğru orantı vardır. Ama doğru orantı olması, algısal bilginin belli bir düzeye geldiği zaman akli (bilimsel) bilgiye dönüşmesi ve o akli bilginin de hakikate götürülerek geçerli hâle geldiği anlamına gelmez. Bu kadar basit olsaydı, hem bilimsel yönteme, analize, teoriye veya filtreye gerek kalmazdı, hem de vahiyle bildirilen hakikate başvurmak gerekmezdi. Bilgilerin bilime dönüşebilmesi için nasıl filtrelere ihtiyaç varsa, aynı şekilde son çö- zümlemede kuramlardan oluşan bilimin de hakikat olabilmesi için filtrelere ihtiyaç var.

Postmodernizmin en büyük düşmanı olan bu iki filtre mekanizması (hakikate götürme, yöntem, değerlendirme) zayıfladığı zaman, ortada bilim diye bir şey kalmaz. Bir bilgi yığınıyla, bilgi bombardımanıyla karşı karşıya kalırız; ama işte o kadar. Algısal bilgide boğuluruz, imajlar gerçekliği başlar ve şablonlar gerçekliğin yerini alır.

Önce bilgi ile bilim arasındaki ilişkide, sonra da bilimle hakikat arasındaki ilişkide yaşanan iki kırılmadır bu durum. Ayrıca bu anlatılanlar, postmodernizmin bilim ve hakikat düşmanlığını vurgular. Aynı şeyi, teknoloji ile bilim arasındaki ilişkinin günümüzde aldığı biçimi tartışırken, hakikatten kopuk ve uzak bilimin öncü rolünü kaybettiğini, atın arabanın arkasına koşulduğunu söylerken de vurgulamış oluyoruz. Ama bu yeterli açıklıkta değil. Bu çözümleme, bilgi, bilim ve hakikat arasında neden bir ters orantı oluştuğunu, neden bir şablonlar çağının başladığını yeterince açıklamıyor. İki kırılma Sanırım günümüzü anlamak için biraz daha derinleşmek, sadece bilgi, bilim ve hakikat arasındaki ilişkinin çarpıtılmış olmasının tespitiyle yetinmemek, hakikati yeniden keşfetmek ve bizzat günümüzde oluşmuş ‘bilgi’ ve ‘bilim’ kavramlarını sorgulamak gerekiyor. Karmaşık bir konu, bu nedenle örneklerle ilerleyelim.

Bir insanın bilgisine nasıl ulaşabilirsiniz? Onunla olan ortak tecrübenizden, davranış- larından, çeşitli durumlarda aldığı tutumlardan, söylediklerinden, yazdıklarından, fiziksel görünümünden, geçmişine dair anlattıklarından, daha önce onunla pratikler yaşamış kişilerin anlattıklarından; kısacası, ondan size ulaşan algısal bilgilerden. Bütün bunlara bakar, durumu hakikate götürür ve bir yargıya varırsınız: İyi, kötü, güzel, çirkin, uyumlu, uyumsuz, güvenilir, güvenilmez, sağlam karakterli, karaktersiz, âlim, arif, cahil vs…

Bu yargıların ışığında onunla bir ilişki geliştirirsiniz; yakınlaşırsınız, uzaklaşırsınız, dost olursunuz, düşman olursunuz, seversiniz, nefret edersiniz. Kısacası, ondan gelen bilgilerin ışığında, deyim yerindeyse onun bilimine varırsınız. (Büyük olasılıkla yanıldığınızı varsayalım.) Artık ek bir çaba sarf etmeniz, bir imaj analizi yapmanız gerekir. O kişi ne kadar kendisidir, ne kadar rol yapmıştır. Ne kadar gerçek, ne kadar imaj? Demek ki, bir ‘bilgi işler’ olarak çalışan klasik filtrelerimiz yeterli değildir artık. Filtrelerimiz birer ‘bilgi süzer’, daha doğrusu ‘imaj süzer’ olarak da çalışmalıdır. Bu noktada bilgiyi sorgulamaya ve ayrıştırmaya başlıyoruz.

SANAL BİLGİ 

Diyelim ki televizyonu açtınız, uçaklar bomba yağdırıyor… Bir şehir görüntüsü var ekranda, kaçışan insanlar var, patlamalar, yangınlar, yıkıntılar. Yine bir savaş filmi diye düşünüyorsunuz. Film olmayabilir; Körfez Savaşı’nı ya da Mısır’daki katliamı seyrediyor olabilirsiniz.

Odanızda bilgisayar başındasınız, bir oyun oynuyorsunuz. Teknoloji harikası bir savaş uçağının pilotusunuz, Bağdat’a bomba yağ- dırıyorsunuz, ekranda belirlenen hedeflere odaklanıyorsunuz ve basıyorsunuz tuşlara.

Peki, gerçekten Irak’ı bombalayan da hemen hemen aynı şeyi yapmıyor muydu? Hangisi gerçek pilot, hangisi sanal? Odanızda, bilgisayar başında mısınız; yoksa Bağdat’ın üzerinde uçan bir uçakta mı? Bu bir oyun mu, yoksa gerçek mi? Gerçek pilot bu konuda ne düşünüyor?

Bütün bunlar bilimsel teknolojik devrimin yaşamımızdaki yansımaları; daha doğrusu yanılsamaları. İmaj, şablon, ambalaj ne dersek diyelim, öteden beri vardı. Ama artık bu kavramlar çağımıza damgasını vurmuştur.

Yeni bir bilgi türü kaplamıştır ortalığı; imaj/ sanal bilgi. Algıladığımız bilginin hangisinin gerçek, hangisinin sanal olduğunu süzebilmek, çağımızın en büyük sorunlarından biri olmuştur.

HER ŞEYİN METALAŞMASI

Aslında ‘imaj=yalan’ değil. Çözmeye çalıştığımız problem, sadece doğrular ile yalanları, gerçekler ile imajları birbirinden ayırmak değil. Maruz kaldığımız saldırıyı bir “yalan bombardımanı” olarak nitelemek yeterli değil. Öyle olsaydı nispeten kolaydı işimiz; ustalıkla kullandığımız bir filtre yeterli olabilirdi. Ama imaj da bir gerçeklik, gerçekliğin bir parçası artık.

Yaşam bir tiyatro sahnesi değil, insanlar da rol yapmıyor, binbir türlü imajımızla birlikte yaşıyoruz. İmajlarımız giderek gerçekliğimize dönüşüyor; sanallıkları içselleştirmeye başlıyoruz. Bir maskeli baloda dans ediyor olsaydık, gün gelir çıkarırdık maskeleri ve kavuşurduk gerçeklere. Ama artık süreç derinleşmiş, maskeler suratlara dönüşmüştür.

Postmodern kapitalizm bunu nasıl becerdi? Baskı mekanizmaları, yalan bombardımanı, ideolojik hegemonya, kültür emperyalizmi gibi dışsal etkilere ait kavramlar bu durumu çözümlemek için yeterli değil.

Bu durumun bir ekonomi politiği var. Küresel kapitalizm, kendimize ait olan, özel olan alanlarımızı, zamanlarımızı, mekânlarımızı ve davranışlarımızı da piyasa mekanizması içine çekmiştir. Bu alanlara sadece bir ideolojik saldırı yapmıyor veya baskı uygulamıyor; alınır satılır hâle getiriyor, metalaştırıyor.

Duygularımız, davranışlarımız, özel ve farklı olan niteliklerimiz, iletişimimiz, güzelliğimiz (yeri geldiğinde çirkinliğimiz), acılarımız, coşkularımız, ancak çok özel insanlara (dostumuza, eşimize, çocuğumuza) gönüllü olarak verdiğimiz emeğimiz vb. kâr ve rekabet mekanizmasının muhatabı hâline gelmiştir. Artık sadece kol veya kafa emeğimizi değil, bütün bunları da piyasada satıyoruz, bir değer oluşturuyoruz.

Öte yandan, mesai dışı saatlerimiz, kendimize ve yakınlarımıza ayırdığımız zamanımız, boş zamanımız, belki de dünyanın en büyük endüstrilerinin birer parçası hâline gelmiş durumda. Mesaimizi bitirip eve geliyoruz, televizyonu açıyoruz, bir futbol maçını (veya bir diziyi, filmi, yarışma programını) seyretmeye başlıyoruz. Aynı anda milyonlarca insan aynı şeyi yapıyor, aynı şekilde eğleniyor, vakit geçiriyor; muazzam bir pazar. Kapitalizm her zaman, içine girdiği krizlere, yeni sömürü alanları bularak yanıt vermeye çalışır. Son on beş-yirmi yıl içinde iki yeni alan bulundu.

Birincisi daha klasik; İslam coğrafyası, yeniden kapitalist ilişkilerin içine çekildi ve bu süreç derinleşerek devam ediyor. İkincisi ise yeni bir buluş: Duygular ve davranışlar dünyası ile özel zamanların piyasaya çekilmesi. Kısacası insanın gerçek anlamda kendini inşa ettiği alanın, ‘karşılıksız emek’ alanının metalaştırılması.

İletişim ve bilişim araçları, bu metalaştırma işleminin araçlarıdır. Kapitalizm koşullarındaki iletişim-bilişim devrimi budur.

BİLGİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Yazımızın başından beri vurguladığımız imaj toplumu ve sanallaşma bu sürecin bir sonucu. Verdiğimiz örnekler, bu yeni üretim alanının ortaya çıkardığı toplumsal ilişkilerin ürünleri. Daha doğrusu, karşılıksız emeğin piyasaya düşüşünün getirdiği yeni tür bir yabancılaşmanın belirtileri.

Yaşadığımız süreç, bilginin çoğalması, hatta en özel bilgilerin bile kamulaşması, ulaşılabilir olması. Ama o bilgi kırılmış bir bilgi; imaj bilgi. Bu bilgiye dayanılarak varılacak sonuç (örneğin yapılacak olan bilim) ne kadar geçerli olabilir ki? Ürününü pazarlamak için size gülümseyen tezgâhtarın, sizi çok beğendiğini sanmanız gibi bir şey. Beğenmese, niye gülümsesin ki? Oysa o gülümseme bir metadır artık; satılıyor ve karşılığında ücret alınıyor.

Algısal bilgi ile akli bilgi arasına kapitalizmin prizması (TV ekranı, internet ağları vb.) girmiştir. Filtrelerin ortadan kaybolmasının nedeni bu. Bu prizma aynı zamanda bir çark; aç bir çark. Mümkün olduğu kadar fazla bilgiyi (veriyi) çekiyor, kâra dönüştürüyor. Bilgi bize prizmada kırılarak (çarkta metalaş- tırılarak) ulaşıyor.

Bilgi çağının şablonlar çağına dönüşümü böyle bir mekanizmanın sonucu sanırım. Bu mekanizmanın ekonomi politiği, yarattığı yabancılaşma ve en önemlisi bu yeni alanın insanının neler yapması, nasıl karşı çıkışlar geliştirmesi gerektiği, bütün boyutlarıyla incelenmeye değer.

Diyanet, Aylık Dergi, Eylül 2013, Sayı: 273, Sh. 17 -20.